Bugün bir dosyayı -oldukça canhıraş bir şekilde- ararken bilgisayarımın derinliklerinde eşkıya öyküleri teması için yazdığım ama -belli ki- göndermekten vazgeçtiğim bir hikayeye denk geldim. Madem o kadar uğraşmışız, burada paylaşayım en azından dedim, gün yüzü görsün. Hikayeyi asağıda bulabilirsiniz hocamlar, eleştirirken/gömerken rahat olunuz
Bizim meslek zordur. Bir cümleyle, bir yazı tipi seçimiyle, bir imgeyle, 15 saniyede insanların ruhuna dokunmalı; ve o ruhta bir özlem yaratmalısınız. Herhangi bir özlemi değil, müşterinizin istediği özlemi. Hedef kitlenizin yüreğini usta bir kemancının telleri titreştirdiği gibi titreştirmeli, istediğiniz notayı alana kadar doğru yerlere dokunup nazikçe itip çekmelisiniz. En azından öyle yaptığımı söylüyorlar. Ben aklıma ilk geleni yazıyorum. Gözüme hoş gelmezse hoş gelene kadar tekrar yazıyorum.
Reklamcılığa, yalan yok, tamamen şans eseri başladım. Yazdığım kitaplar tutmamıştı, yayın evlerinden aldığım avanslar suyunu çekince yeni anlaşmalar imzalayamamış; sağda solda ufak tefek yazarlık işleri yapar olmuştum. Uzun dönemli bir teklif gelince üstüne atlamıştım.
Orda işe başlayınca sektörde yükselişim çok hızlı oldu. Görünen o ki yazdıklarım insanları etkiliyor. Nasıl oldu tam anlayamadım, ama kısa sürede birbiri ardına büyük işler bana gelmeye başladı; global oyuncular beni arar oldu. Açıkçası hala duruma biraz şaşkınım, aklıma ne gelirse onu yapan, hayatını teslim tarihlerine göre yaşayan normal düz bir insandım ben. Ne ara bunlar oldu, ne ara yüzlerce milyonluk işlere fazla küçük demeye başladım, vallahi hayretler içerisindeyim.
Yine de bu kronik hayretim, o gün çağrıldığım alelade toplantıda başlıca dünya liderlerini karşımda görünce hissettiğim hayretin yanında pek ciddiye alınacak bir şey değildi.
Yanlış anlamayın, arada giderim böyle toplantılara. Büyük firma CEO’ları ayaklarına insan getirtmeyi sever. O yüzden şu yaşımda hala ayda 1-2 kere birilerinin ofisine giderim. İşin bir parçası, yapacak bir şey yok. Gazlı içecek üreten bir firmanın davet ettiği bu toplantı da böyle bir şeydir diye düşünmüştüm, canım sıkkın, bu angaryayı savıp işime gücüme bakmayı planlıyordum.
Toplantı odası diye götürüldüğüm yer 2. sınıf otellerin büyükçe toplantı odalarından hallice bir odaydı. Kayda değer her ülkenin yöneticisi ve 2-3 kişilik birer temsilci heyeti ufak çay masalarının etrafında toplanmış gergin gergin fısıldaşıyorlardı.
Nasıl bir belaya düştüğümü anlamaya çalışırken, ara sıra televizyonda gördüğüm ama adı aklıma gelmeyen tanıdık bir sima yanıma geldi ve “Hoş geldiniz, şuraya geçin isterseniz; size brifing verilecek. Sonrasında sizi de konuşmalara dahil edeceğiz.”
Hala sudan çıkmış balık gibi etrafa bakıp anlam vermeye çalışarak, gösterdiği yere gittim. Bir masanın etrafında farklı ülkelerin üniformasını giymiş bir kaç subay oturuyordu. Askeriyeden anlamam, ama bu adamların omuzlarındaki galaksilere bakılırsa yüksek rütbeli insanlardı bunlar hep. Yaklaştıkça masadaki tıka basa izmarit dolu kül tablası, subayların kömürle boyanmışçasına siyah göz altları gibi detayları ayırt edebilmeye başladım. Beyefendiler bana bir sandalyeyi işaret ettiler, oturdum. Vatandaşım olan subay söze girdi:
—Direkt konuya gireceğim. Zaten bu konunun alıştırması kolayı vesairesi yok. Dyson Küresi nedir biliyor musunuz?
Hayatımda hiç duymadığımı söyledim.
—Özetle şu: bir yıldızın etrafına devasa bir küre inşa edip yıldızı hapsediyorsunuz ve enerjisinin tamamını emiyorsunuz.
İlginç bir konsept. Peki bunun benimle ne ilgisi vardı? Sordum.
—İlgisi şu ki: Güneş’in etrafına şu anda bir Dyson Küresi inşa ediliyor.
Sırtımdan aşağı soğuk bir ürperti indi. Aklımdan o anda milyonlarca şey aynı anda geçiyordu, bilincim neye odaklanacağını şaşırmıştı; ama adeta omuriliğim sonraki sorumun cevabını biliyor gibiydi:
—Kim inşa ediyor?
Cevabıysa korktuğum gibiydi:
—Bilmiyoruz.
—Nasıl bilmiyorsunuz? İletişime geçmeye çalışmadınız mı hiç?
—Çalıştık. Aklımıza gelen her şeyi denedik. İletişim kurmakla ilgilenmiyor gibiler.
—Yani bir grup kim olduğu belirsiz uzaylı geldi, Güneş’i çalıyor ve iletişim çabalarını cevapsız bırakıyor öyle mi? Siz neden onları durdurmak için hiçbir şey yapmıyorsunuz?
Vereceği cevabı yine içim biliyor gibiydi. Ürperti, yerini soğuk soğuk terlemeye bırakmıştı.—Denedik. Her şeyi. Teknolojileri bizden binlerce yıl daha üstün. Her şeyi denedik, ama hiç bir etkimiz olmadı. Operasyonlarını bir saniye bile geciktiremedik.
—Peki ne kadar vaktimiz var, bir şey geliştiremez miyiz? Güçlü bir silah? ya da Dünya’yı bırakıp gidemez miyiz?
—Yavaş başladılar, hatta henüz hiçbir amatörün farkına varabileceği büyüklükte bir etkileri dahi yok; ama hızları üssel bir şekilde artıyor. Bir kaç ay içinde durumu saklayamaz hale geleceğiz. Uzmanlar insanlık olarak en fazla 3-4 yılımız olduğunu söylüyor.Soğuk terlerin, boncuk boncuk olup sırtımdan aşağı süzüldüğünü hissedebiliyordum. Sonraki sorumun cevabını da biliyordum çünkü:
—Peki ne yapacaksınız, ne yapacağız? İnsanlara ne söyleyeceksiniz?
—Bilmiyoruz. Sizi de bu yüzden çağırdık; bize yardımcı olabileceğinizi düşündük…