Ev Sahibi

Herkese merhaba :slight_smile:
Yazdığım bir hikayeyi sizlerle paylaşmak istedim. Biraz uzun olduğu için bölüm bölüm tefrika edeceğim. Görüşleriniz ve eleştirileriniz benim için değerli. Umarım keyif alarak okursunuz.

Kendimi akıl hastanesinin boğucu koridorlarında sanrılarla veya başkaları tarafından görülmeyen hakikatlerin etkisiyle bağırıp çağıran insanların arasında bulmadan önce ben de sizler gibi bir hayata sahiptim. İyi bir işim ve beni tatmin eden bir maaşım vardı. Mesaim bittikten sonra soluğu spor salonunda veya arkadaşlarımla vakit geçirdiğim üçüncü dalga bir kahvecide alırdım. Cebime fazladan birkaç lira para girmesini sağlayabilmek için yaptıklarım yüzünden hepsini kaybettim. Güzel bir resim asmak için duvarıma çivi çakarken kendimi evimin enkazı içinde bulmak gibi beklenmedik fakat değiştirilemez bir felaketin içindeyim.

İlaçların uyuşukluğu üzerimde değilken yaşadıklarımı yazmaya karar verdim. Kaç yıl yaşayacağımı bilmiyorum fakat korkunç çığlıklar atıp boğazımı parçalayarak öleceğimden eminim. İçinde bulunduğum durumdan kurtulmanın hiçbir yolu yok ancak bir kişiyi bile benim yaşadıklarımı deneyimlemekten alıkoyabilirsem bu dehşet dolu yaşam içinde kendimi azıcık da olsa mutlu edebilirim.

Adım İlker. Maaş bordromda inşaat mühendisi yazıyor olsa da tam olarak bu işi yaptığım söylenemezdi. Büyük projelere imza atmış bir inşaat firmasında çalışıyordum ve görevim, mal sahiplerini evlerini firmamıza satmaları için ikna etmekti. Şirket politikası gereği, kaz gelecek yerden hiçbir zaman tavuk esirgemez ve mal sahiplerine diğer firmaların verdiklerinin çok üzerinde kazanç vaat ederdik. Ancak yaşadıkları evlerle kuvvetli bağlar kurmuş insanları ikna etmek her zaman zor oldu. Şirketimi temsilen insanları ziyaret ettiğimde yüzlerce yaşam hikâyesi dinledim. Kimisi vefat eden eşinin anılarıyla dolu evi terk etmek istemiyor, kimisi de ölen oğlunun aslında odasında olduğunu ve birazdan yemeğe geleceğini var sayabilmek için odasının kapısını bile açmıyordu. Bir keresinde seksen yaşında bir kadının evine gitmiştim. Ölen eşinin hatıralarını terk etmek istemiyordu. Şirketin sunduklarına ek olarak, rahmetlinin adını yaşatacak bir hatıra ormanının sözünü verdiğimde gözleri doldu ve teklifimi kabul etti. Anıları onurlandırmak bazen onların sirayet ettiği mekanları önemsiz kılıyordu.

Nezih Bey Sokak 18 Numara için de böyle bir vaziyet olduğunu düşünmüştüm. Resmi kayıtlara göre Nilüfer Hanım bu evin tek sahibiydi. Ev ona ölen babasından miras kalmıştı. Arazi şehir merkezinde, üniversiteye ve metro istasyonuna yakın bir yerde olduğu için birçok inşaat firması evi almak istemişti fakat Nilüfer Hanım’ı kimse ikna edememişti. Öyle ki, müteahhitlerden biri rızanın işe yaramadığını görünce zor kullanmak istemiş ve muhitin kulağı kesiklerinden birine para verip kadının kapısına göndermişti. Bu bile Nilüfer’i ikna etmek için yeterli olmamıştı. Anlatılanlara göre evde harap bir biçimde, fakirlik içinde babasından kalan emekli maaşı ile güçlükle geçinerek yaşıyor ve evi sattığında ihya olacağını bildiği hâlde buna yanaşmıyordu.

Patronum İlyas Bey bana bu konuda güveniyordu. “On sekiz numarayı bağla, sana benden bir maaş prim!” dedi bir keresinde. Projenin detayları hakkında konuşmaya başlamıştık. Başarılı olsaydık, bugün köşkün olduğu yerde yedi katlı bir binanın inşaatı yükselecekti. Dairelerin satış fiyatlarını dâhi hesaplamıştık.

Proje dosyalarını koluma sıkıştırdım ve Nezih Bey Sokak’ın yolunu tuttum. Şirkete uzak bir yerde değildi, arabayla birkaç dakika gittikten sonra oraya ulaştım. İlk ziyaretimde elim boş döneceğimi hesaplamıştım, kimse tek seferde ikna olmazdı. Ziyaretimin amacı Nilüfer’i tanımak ve onu neyin cezp edeceğini bularak ikna edici bir teklif hazırlayabilmekti.

Sokağa geldiğimde, on sekiz numaranın bahçe kapısının tam önünde korkunç bir manzarayla karşılaştım. Mahallenin çocukları bir delinin etrafında çember olmuştu. Kimileri yerde bulduğu ufak tefek taşları atıyor, kimileri de adamı ince dallarla veya plastik çubuklarla dürtüyordu. Dükkanlarının önlerine koydukları sandalyelerde oturan birkaç esnaf da bu vaziyeti izleyip bıyık altından gülüyordu. Adamın yüzü olgun bir domates gibi kıpkırmızıydı, yumruklarını havanın boşluğuna sallayıp çocukları korkutmaya çalışıyordu ancak bu hareketleri onları daha çok şevkini arttırıyordu. Delinin yüzüne bakınca ellili yaşlarda olduğunu anladım. Onu başka bir yerde görseydim herhalde meczup olduğunu anlamazdım. Üstünde pahalı bir gömlek vardı, yüzü traşlı ve temizdi, giyimi kuşamı içinde bulunduğu hâl ile tezat oluşturmak ister gibiydi. Adamcağızın hâli vicdanımı rahatsız etti. Arabamı on sekiz numaranın tam karşısına park ettim ve aşağı inip “Manyak mısınız oğlum ne yapıyorsunuz?” diye bağırdım. Çocuklar bağırtımı duyunca duraksadılar, utanmış veya korkmuş olacaklar ki dağıldılar. Esnaf da işine gücüne geri döndü. Deli, olgunlaşmış meyvenin ağırlığıyla eğilen bir dal gibi iki büklüm bir vaziyette sokağın sonuna doğru koştururken anlaşılması güç bir şeyler bağırıyordu.

Nihayet evin bahçe kapısının üzerindeki zili çaldım. Burası ahşaptan yapılma, iki katlı ve cundalı bir köşktü. Arazi, üzerinde jiletli teller olan yüksek duvarlar ile çevrilmişti ve bahçedeki devasa incir ağacı yüzünden köşkü dışarıdan görmek neredeyse imkânsızdı. Anlatıldığı gibi, yeni ve lüks binaların arasında bir harabeyi andırıyordu burası. Bahçeyi çevreleyen sarmaşık biçimli parmaklıklar binaya gotik bir hava katıyordu. Köşkün bir zamanlar görkemli ve güzel göründüğünü tahmin etmek zor değildi fakat zaman onu tahrip etmişti. Boyaları dökülmüş ve dış cephesi solgun bir renge bürünmüştü. Birkaç nefeslik gücüyle ölüme direnmeye çalışan bitik bir adamı andırıyordu.

Nilüfer’in bitkin sesi diyafondan gelen cızırtılar içinde yükseldi.

“Kim O?”

“Nilüfer Hanım merhaba, İlker Ben. İkon İnşaat’tan geliyorum. Size bir teklifimiz olacak…”

“Yine mi ya –diyerek kesti sözümü- bin kere istemiyorum dedim! Ne kadar daha geleceksiniz.”

“Sizi rahatsız etmek istemedim. Teklifimi seveceğinizi düşündüm. Ben teklifimi sunayım sizin için de uygunsa, eğer hayır derseniz bir daha rahatsızlık vermeyeceğiz.”

“Ya kardeşim satmıyorum” dedikten sonra başka biriyle konuşmaya başladı “Alayım mı? Emin misin? İyi peki. Buyurun İlker Bey.”

Otomatiğin sesini duyunca kapıyı açtım ve içeri girdim. Yabani otlarla kaplanmış bahçeyi yürüyerek geçtim. Bahçedeki incir ağacının altındaki plastik masa ve sandalyelerin yıllardır kullanılmadığı anlaşılıyordu. Masanın kenarları sararmıştı. Sandalyelerin üzerinde ise çamurlu su birikintileri vardı. Bahçenin geniş bir kısmında ise soğan ekiliydi. Soğanların gövdeleri, bahçeyi yandaki apartmanın otoparkıyla ayıran duvarların dibinde yükseliyordu. Bazıları çiçek açmıştı.

Kırklı yaşlarındaydı Nilüfer fakat yüzünü görmeyip sadece saçlarına baksaydım seksenin üzerinde olduğunu zannederdim. Kirli yünlerden oluşan bir yığını andıran kabarık saçlarında tek tük siyahlar vardı. Gözlerinin etrafında uykusuzluğun ve yorgunluğun izlerini taşıyordu. Gözlerinin iriliğine karşın dudakları ve burnu oldukça küçüktü.

“Hoş geldiniz, buyurun lütfen”

Sesinde yapmacık bir nezaket vardı. Bunun verimli bir görüşme olmayacağını tahmin ettim. Kadının sesindeki her titreşim reddedileceğimi haber veriyordu. Böyle durumlarda kendimi bir dağcı gibi hayal ederdim. Tırmanacağım yer zorluydu fakat bu güçlük beni daha fazlasını başarmam için motive ediyordu. Bu metaforu hayatın sırrını bulduğumu zannettiğim kişisel gelişim seminerlerinden birinde öğrenmiştim.

Girişteki dar koridoru aşıp salona ulaştık. Salonun pencereleri otuz metrekarelik dar bir bahçeye bakıyordu. Bahçenin bitişiğinde yüksek duvarlar vardı. Salonun duvarlarında ise Nilüfer’in dedesinin siyah beyaz resmi asılıydı. Ellili yıllarda çekilmiş bir fotoğraftı. Rahmetli üzerine şık bir takım giymişti ve kafasında fötr şapka vardı. Kanepeler ve koltuklar toz içindeydi. Salonun uzun zamandır süpürülmediği anlaşılıyordu. Kapının yanındaki büfenin üzerinde geniş bir akvaryum vardı. Akvaryumdaki su temizdi, bu denli kirli ve özensiz bir ev için şaşırtıcıydı, içinde Japon balıkları ve melek balıkları vardı. Vatos, vakumlu ağzıyla akvaryumun camına yapışmıştı.

“Burada oturmayın” dedi Nilüfer “Mutfağa gelin, size bir çay ikram edeyim.”

Çay istemediğimi söylediğimde “Olmaz” dedi “Misafire ikramda bulunmazsak ayıp olur. Merak etmeyin, salonum dağınık ama mutfağım temizdir.”

Mutfak gerçekten de tertemizdi. Yabani otlarla dolu bahçede yürüyüp yıllar önce terk edilmiş gibi görünen salonu gördükten sonra sanki başka bir eve gelmiştim. Fayanslar, tezgâh ve dolaplar epey eskiydi fakat mutfağın her zerresi detaylıca temizlenmişti.

Bana çay uzatırken elleri titriyordu. Bariz bir korku içindeydi. Bir an kendimi kötü hissettim. Akli dengesi yerinde olmayan bir kadını tek varlığından etmeye mi çalışıyordum? Belki de baskı altındaydı ve evi satmayıp içinde sefil bir hayat yaşamasının sebebi buydu.

Çayımdan bir yudum aldım ve onunla sohbet etmeye çalıştım. Konuşurken yüzüme bakmıyor ve bütün sorularıma kaçamak cevaplar veriyordu. Bazen bir şeyler söylemek için heveslendiğini belli ediyor ve tam ağzını açmışken korku içinde başını öne eğiyordu.

“Lafı çok uzatmayayım” dedim ve proje dosyalarını mutfak masasının üzerine açtım. Nilüfer’in resimlere büyük bir ilgiyle baktığını görmek beni umutlandırdı. “Normalde inşaat firmaları arazi sahiplerine iki daire verir. Ama biz bununla kalmayıp arazinin değerinin %10’u kadar ödeme yapacağız. Bakın, bu gerçekten kaçırılacak bir fırsat değil. Şu an bu muhitte en düşük kira 3500 TL. Sizin kira geliriniz –binanın sunduğu imkânları da hesaba katınca- en az 6000 TL olacak. Evlerden birinde oturup birini kiraya verebilirsiniz ve bununla da kalmayıp yüklü miktarda bir ödeme alacaksınız.

Cevabınızı hemen vermek zorunda değilsiniz. Bir düşünün derim.”

“İlker Bey… Ben tek başıma karar veremiyorum. Biz bu evi satmak istemiyoruz.”

“Evin tek yasal sahibi siz görünüyorsunuz.”

Acı bir gülümseme takındı yüzüne ve “Yasal sahibi demek” dedi “Resmî belgelerde her şey yazmıyor. Bu evin tek sahibi ben değilim.”

“Anlıyorum, peki evin diğer sahibiyle konuşma imkânım olur mu?”

“Konuşmak istemezsiniz.”

“Bu evin sizin için manevi bir değeri olduğunu tahmin ediyorum. Belki bütün yaşamınızı burada geçirdiniz. Anılarınız var… Her şeyin maddiyattan ibaret olmadığını da biliyorum, meselelere hiçbir zaman paranın her şeyi çözeceğini varsayarak yaklaşmam. Ev size rahmetli babanızdan kalmıştı değil mi?”

“Dedemden annemle babama kaldı. Onlardan bana kaldı. Benden de başkasına kalacak!”

“Anlıyorum. Eğer evin satışını onaylarsanız –ruhları şâd olsun- dedenizin, annenizin ve babanızın adını, hatırasını yaşatmak için elimizden geleni yapacağız. Onların adını taşıyan bir hatıra ormanı olabilir, bir köy okuluna yapılan yardım olabilir… Biz sadece parayı değil, bunları da önemsiyoruz.”

Nilüfer, kuvvetli bir elektrik akımına maruz kalmış gibi aniden açtı gözlerini ve bana öfkeyle baktı. Ürperdiğimi itiraf etmeliyim. Sonra başını hafifçe öne eğdi. Davranışları içeride benden başka birinin var olduğunu hissediyordu. Konuşurken aniden duraksıyor ve dikkatini meçhul bir yere vererek kulağına bir şeyler fısıldanıyormuş gibi davranıyordu.

“İlker Bey, konuşma bitmiştir. Bir daha gelmeyin lütfen.”

“Peki” dedim “Vakit ayırdığınız için teşekkür ederim. Dosyalar incelemeniz için burada kalabilir. Kendinize iyi bakın.”

Dışarı çıkınca canım soğuk bir şeyler istedi. Az ilerideki bakkaldan bir gazoz aldım. Bakkal, beni görünce elindeki gazeteyi bıraktı ve meraklı gözlerle izlemeye başladı.

“Evladım, sen on sekiz numaraya mı geldin?”

“Evet amca.”

“Bırak o evin peşini oğlum.”

“Neden?”

“Bildiğin gibi değil… Senin faydana olur bırakman.”

Şirkete gittiğimde İlyas Bey’e olan biteni anlattım. Kadının tedirgin hâlinden, konuşmalarından ve akli dengesini şüpheye düşürecek hareketlerinden bahsettim. “Üstünde baskı vardır” dedi İlyas Bey “Daha önce rastladığım bir durum bu. Herhalde kadını zayıf bulup çökmüşler, iki kişinin de gözünü korkutmuşlar, kafalarınca at koşturuyorlar. Yarın bir daha git, laf arasında gerekirse hukuki destek sağlarız falan de kadın rahatlar biraz.”

Ertesi gün yeniden gittim ve bahçe kapısının ziline bastım. Birkaç saniye sonra otomatiğe basıldı. Bahçeye girdiğimde Nilüfer’in evin kapı eşiğinde öfkeli bir hâlde beklediğini gördüm. Dilini tuttuğu için sarf edemediği küfürler suretinden geçiyordu.

“Siz laftan anlamıyor musunuz?” diye bağırdı “Satmayacağım diyorum ya! Zorla mı alacaksınız?”

“Yanlış anladınız Nilüfer Hanım. Ben onun için gelmedim. Kalemimi burada unutmuşum, çok özel yeri var bende. Onu almam mümkün mü?”

“Bekle!” dedi ve yüzüme kapattıktan sonra kendi kendine bir şeyler homurdanarak içeri girdi. Kapı birkaç saniye sonra açıldı. Kalemimi öfke nefesleri içinde uzattı. Esasında önemli bir kalem değildi, hatırası yoktu, tekrar gelmeye bahane bulabilmek için bilerek bırakmıştım.

“Sizi rahatsız ettiğim için özür dilerim. Birilerinin baskısı altında olduğunuzu anlıyorum. Evi satın ya da satmayın önemli değil fakat tek hak sahibi sizsiniz. Eğer size baskı uygulayan birileri varsa hukuki olarak yardımcı olabiliriz."

“Kes!” diye bağırdı. Sesi birkaç sokak öteden dâhi duyulabilecek kadar yüksek çıktı. Aldığı derin nefeslerle dinginleşmeye çalıştı. Sürekli gözlerini kırpıyor ve bir şeyler söyleyecekken başını öne eğiyordu.

“Buraya ikinci kez gelmemeliydin. Büyük hata yaptın. Git!”

Tam bahçe kapısından çıkacakken çocuk seslerini işittim ve arkamı döndüm. İncir ağacının etrafında kahkahalarla koşturan iki çocuk gördüm. Nilüfer’in misafirleri gelmiş olmalıydı. Bir an önce çıkıp gitmek istedim fakat bir yandan çocuklara bakmaktan kendini alıkoyamıyordu. Onların koşuşlarında ve neşelerinde beni cezp eden bir şey vardı. Sanki beni tekrar çocuk olmaya davet ediyorlardı.

“Bizi görüyor.”

Çocuklar aniden ortadan kayboldular. Hiç var olmamış gibilerdi. Birkaç saniye önce koşup oynuyorlardı ama şimdi varlıklarından hiçbir eser yoktu.

Çığlık atmamak için kendimi güçlükle tuttum. Bahçe kapısını açmaya çalışırken epey zorlandım. Sanki güçlü bir varlık onu diğer taraftan tutuyordu. Nilüfer birkaç kez otomatiğe bastıktan sonra kapı açıldı. Kendimi aceleyle dışarı attım. Yükselen korna sesiyle kendime geldim ve sokağın karşısına geçtim. Neredeyse sokaktan geçen bir kargo arabasının altında kalacaktım.

Arabama bindiğinde, sokağın sonunda bir çocuğun bana baktığını gördüm. Başta önemsemedim fakat çocuğun gözbebeklerinin olmadığını fark edince derin bir ürperti kapladı içimi. Dikkatli baktığımda, çocuğun tıpkı yetişkin bir adam gibi uzun sakallarının olduğunu fark ettim. Gördüğünden emin olmak için gözlerimi ovuşturduğumda çocuk ortadan kayboldu.

devamı gelecek

  1. Bölüm

Son günlerde işlerim yoğundu ve epey stresliydim. Geceler boyunca üzerinde çalıştığım projeler yüzünden uyku düzenim yerle bir olmuştu. Yaşadıklarıma dair bir açıklama bulmak zor değildi şüphesiz fakat kendimi onlara inandırmak için büyük bir çaba gösteriyordum.

Günlerim gördüklerimi unutmaya çalışarak geçti. Duyduğum her çocuk kahkahası beni ürpertiyor ve onların varlıklarını etrafımda hissetmeme sebep oluyordu. Ofiste çalışırken, evimde vakit geçirirken ya da sokakta yürürken meçhul bir varlığın beni izlediğini hissediyordum. Bu hissiyat bir kuruntunun olabileceğinden çok daha kuvvetliydi. Bazen belirli belirsiz siluetler belirip kayboluyordu gözümde fakat bunların basit yanılsamalar olduğunu düşünüyordum. En azından kendimi öyle olduklarına inandırmaya çalışıyordum. Keşke gördüklerim bu siluetlerden, yaşadıklarım da hatıraların ürpertisinden ibaret olsaydı.

Evi ziyaret ettikten tam bir hafta sonra, ofise gitmek için iş hanına girdiğimde içimi tuhaf bir his kapladı. Bina görevlisi Cengiz Abi kapının tam karşısındaki kabininden beni izliyordu. Yüzü bir ölüye aitmiş gibi beyaz ve donuktu. Sanki bütün mimiklerini ve hislerini aniden kaybetmişti.

“Bir şey mi oldu abi? İyi misin?”

“Birileri seni sordu İlker.”

“Kim?”

“Üç çocuk. Birinin sakalı vardı. Bak, sakallı orada!”

Parmağıyla gösterdiği yere baktığımda sakallı çocuğu gördüm. Bina kapısının tam önünde beni izliyordu. İnsanlar ve arabalar arkasından geçip giderken o, gözlerini üzerime dikmişti. Bir çocuk vücuduna sahipti bu tuhaf varlık fakat yüzünde yetişkinliğin çizgileri vardı. Ona bakmak beni korkutuyordu fakat gözlerimi ayırmaya cesaret edemiyordum. Sırtımdan soğuk terlerin boşaldığını hissettim. Dizlerim güçlü bir depremin sarsıntısını yaşıyordu. Akciğerlerim zincirlere sarılmış gibi bir ağrı hissettim göğsümde nefesim daraldı.

Bir cenaze arabası durdu kaldırımda. Sakallı, arabanın kapısını açtı ve içeri girdi. Cenaze arabasının arkasında ağlayarak ağıtlar yakan bir kalabalık vardı. Annemi ve ablamı seçtim bu kalabalığın içinden. Ablamın gözyaşları, gözlüklerinin altından yanaklarına dökülüyor, uzun ön dişlerinden yükselen çığlıklar caddenin gürültüsünü bastırıyordu. Annem fenalaşmıştı, teyzem ile halam koluna girmiş onu sakinleştirmeye çalışıyordu. Başında sadece cenazelerde giydiği siyah bir eşarp vardı. Sonra kuzenimi, arkadaşlarımı, eski sevgilimi ve patronumu gördüm. Büyük bir matem içinde takip ediyorlardı cenaze arabasını.

Acı çığlıkları içinde dışarı çıktım ve cenaze alayına doğru seslenip “Ben buradayım!” dedim. Kaldırımda insanlara çarpa çarpa koştum, birkaç küfür işittim bu esnada fakat umurumda değildi. Sevdiklerim benim bir tabutun içinde olduğumu zannederken olduğum yerde duramazdım. İnsanın kendi cenazesini seyretmesi ölümden bile daha korkunç bir deneyimmiş, bunu anladım.

Cenaze alayı birdenbire kayboldu. Ne yeşil arabadan ne tabuttan ne de ağlayan insanlardan eser kalmıştı. Tıpkı bahçedeki çocuklar gibi varlıklarına dair hiçbir belirti bırakmadan yok olmuşlardı. Fakat ben vardım ve hayali bir cenazenin peşinden koşarken yok olmamıştım. İnsanlar, benim birkaç gün önce on sekiz numaranın sokağında gördüğüm deliye baktığım gibi acıyarak ve hayret içinde bakıyorlardı bana.

İlyas Bey bu olayı duyunca bana düzelene kadar izin verdi. “Senin gibi bir elemanı kaybetmek istemem ama önce iyileş sonra gel” dedi. O zaman anladım ki hayatıma devam edebilmek için bu meselenin üstesinden gelmek zorundaydım.

Siluetler her gün daha belirgin ve korkunç bir hâl alıyordu. Geceleri menşei belirsiz çığlıklarla uyanıyordum. Sakallıyı odamda yanı başımda veya yatağın karşısındaki sandalyede oturmuş bana bakarken görüyordum. Çığlık ve kahkaha sesleri, en beklemediğim anda aniden yükseliyor ve benliğimi muazzam bir korku kaplıyordu. Bir şey yapmam gerekiyordu ama ne olduğuna karar veremiyordum. On sekiz numaraya gidip olup biteni öğrenmeyi düşündüm ama sonra bunun iyi bir fikir olmadığını anladım. Zira uyarıldığım hâlde ikinci kez gitmiş ve bir felaket yaşamıştım.

Aklıma bir fikir geldi. Nilüfer’in evine gönderilen serserinin bahsini daha önce birkaç kez duymuştum. Adamın adı İshak’tı. Bizim sektörde bilinen bir tipti, en inatçı ev sahiplerini bile ikna edebiliyordu ve bunu nasıl başardığını anlamak zor değildi. On sekiz numaraya gittikten sonra bu işlere tövbe etmişti. Maltepe’de kardeşiyle birlikte açtığı çay ocağını işletiyordu. Benim yaşadıklarımı yaşamış olabilirdi. Çay ocağının nerede olduğunu hatırlıyordum, bir keresinde İlyas Bey bahsetmişti, belki bir yol gösterir diye oraya gitmeye karar verdim.

Marmaray’da Maltepe durağında inip biraz yürüdükten sonra çay ocağına ulaştım. Mekânın kalabalık olmadığı bir saate denk gelmiştim. Garsona İshak Bey’in burada olup olmadığını sordum. “Burada kardeşim” dedi “Bak şu televizyonun oradaki masada. Tam vaktinde geldin, ilaçlarını yeni aldı. Bir saat önce gelsen şu masayı kafana geçirirdi.”

Garson lakayt bir tipe benziyordu. Söylediğine bir anlam veremedim. Gösterdiği yere baktığımda, hasır sandalyenin üzerinde sessizce oturan bir adam gördüm. Kafasını duvara yaslamıştı ve donuk gözlerle belirsiz bir noktaya bakıyordu. Hava sıcak olmasına rağmen boynunu ince bir atkıyla kapatmıştı. Yüzü hiç yabancı gelmiyordu. İnsanların yüzlerini aklımda tutmak konusunda becerikliyimdir ve İshak’ı daha önce bir yerde gördüğümden emindim. Dikkatli bakınca hatırladım ve hatırlamak beni dehşete düşürdü. On sekiz numaranın önünde çocuklar tarafından hırpalanan deliydi bu.

Karşısındaki sandalyeye oturdum ve kendimi tanıttım. Gözlerini bir ölüden ödünç almış gibi görünüyordu. On sekiz numaralı evden bahsetmeye başlayınca bakışlarındaki dehşeti görmemek mümkün değildi. Namını çok duymuştum, en inatçı adamı bile dakikalar içinde ikna edebildiğini biliyordum fakat sanki bahsettikleri bir başkasıydı. Karşımda oturan adamın kabuslarının etkisiyle korkup bir köşeye sinmiş çocuktan farkı yoktu.

“Duhan…” dedi İshak. Söylediğini anlamamıştım.

“Adı Duhan. O evin esas sahibi. Senin gördüğün o sakallı çocuk var ya o işte. Çocuk da değil, bize öyle görünüyor.

Ben bu Sabahattin denen deyyusa çalışıyordum. Elime otuz bin saydı, dedi git şu karının gözünü korkut. Birinciye gittim, dedim bak hanımefendi aklın varsa evini sat, paranı al. Yok dedi. İkinciye gittim gecenin bir yarısı. Kapıyı çaldım. Kadın kapıyı açar açmaz alnına dayadım silahı. Hani vuracağım falan yok ama maksat gözü korksun. Kardeşim sana yemin ediyorum tam o anda biri boynuma zincir geçirdi. İşte orada gördüm Duhan’ı. Allah belamı versin, beni arabanın arkasına bağlanmış teneke gibi sokak sokak sürükledi. Bak!”

Atkısını gevşetti ve boynunu gösterdi. Zincir izleri bariz bir biçimde fark ediliyordu. Boynu kıpkırmızı olmuştu ve izler yeni yapılmış bir dövmeyi andırıyordu.

“Bak birader… Bu cinlerin de insanlar gibi raconu vardır. Karakterleri vardır. Duhan, evine bir kez gelen misafire bir şey demez. Ona göre herkesin bir kere hakkı vardır. Ama ikinci kez geleni de affetmez. Biz sınırı aştık, cezasını çekiyoruz.

Benim cezam üç günde bir o mahalleye gidip madara olmak. Sokağa girdim mi boynuma zinciri geçirip dolaştırıyor. O etraftaki esnaf mesnaf eskiden adım söylense hazır ola geçerdi. Şimdi maskarası olduk ibnelerin.”

“Bir çaresi yok mu bu işin.”

“Varsa da ben bulamadım. Dua okumak falan beş para etmiyor. Hacıya hocaya gidersen paranı kaptırdığınla kalırsın. Onun insafına kaldık kardeşim, işin doğrusu bu.”

Çaresizliği daha önce bu kadar saf bir biçimde hissetmemiştim. Benimle aynı dünyadan olmayan, güçlü bir varlığın esiriydim. Yaşamım ve akli dengem bu tuhaf varlığın ellerindeydi. Bu konuyla ilgili yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Kavanoza kapatılmış bir örümcek gibiydim, duvarlara bütün kuvvetimle vursam da faydasızdı çünkü gücümü aşan bir şey tarafından esir edilmiştim.

Tren istasyonuna doğru yürürken bir evsiz beni takip etmeye başladı. Adamcağızın üzerinde çaputlarla yamanmış eski bir ceket ve dizlere kadar yırtılmış bir kot pantolon vardı. Sakalları ve saçları, siyah boyaya batırılmış üstüpü yığınlarını andırıyordu. Başta para isteyeceğini düşündüm. Elimi cüzdanıma atmışken adamla göz göze geldik. Gözleri sarhoşluğun veya uykusuzluğun etkisiyle kızarmıştı. Kirli yüzünde sokakta yaşamanın getirdiği bir bunalımın ifadesi vardı. Tam cüzdanımdan birkaç lira çıkarıp verecekken, bana vurmaya başladı. Kolları cılızdı ancak yumrukları kuvvetliydi. Ellerimi havaya kaldırıp kendimi korumaya çalıştığımda bacaklarımı tekmeliyordu. Yüzündeki ifadeden yaptığı işten memnun olmadığını anlıyordum, sevmediği fakat yapmak zorunda olduğu bir işi yerine getirir gibi davranıyordu. Karşı kaldırımda Duhan’ı gördüğümde bu işin müessibinin o olduğunu anladım. Bir çöp konteynerinin üzerinde oturmuştu ve içinde bulunduğum vaziyeti kahkahalarla izliyordu.

Nihayet yoldan geçen birkaç kişi adamı üzerimden aldı. Evsize kızgın değildim hatta tam tersine onunla empati yapabilmiştim. Şu birkaç günde öyle bir hâle gelmiştim ki, Duhan peşimi bırakmak için birine saldırmamı şart koşsa sorgusuz sualsiz yapardım.

Eve gittiğimde telefonum çaldı. Tanımadığım bir numara arıyordu. İşle ilgili olabileceğini düşündüm fakat arayan Nilüfer’di.

“İlker Bey merhaba. Duhan sizinle anlaşmak istiyor.”

3.Bölüm

Ağlamaya başladım. Onun tarafından duyulduğumu biliyordum. Dizlerimin üzerine çöktüm ve hayatının bağışlanmasını isteyen bir idam mahkûmu gibi yalvardım. İstenilen her şeyi yapmaya hazırdım.

“Sakin olun lütfen” dedi Nilüfer “İkinci kez buraya gelmekle çizgiyi aştınız. Şu an yaşadıklarınızı kendiniz çağırdınız. Ama en azından İshak gibi değilsiniz. Kibar davrandınız, nezaketsizlik yapmamak için özen gösterdiniz. Duhan bunları önemsiyor bu yüzden ikinci bir şansı hak ettiğinizi düşünüyor.

Şimdi beni iyi dinleyin. Üst caddedeki mezarlığa akşamdan gidin ve saat gece yarısına geldiğinde, mezarlardan birinin üzerine diz çökerek oturun. İki kolunuzu mezarın içine dirseğinize kadar sokun ve güneş doğana kadar o şekilde kalın. Bir süreç olacak, sonrasında affedileceksiniz.”

Telefonu kapattıktan sonra uyku bastırdı. Son birkaç gün hiç yaşanmamış gibi güzel bir uyku çektim. Ertesi gün de her şey normal görünüyordu. Kahvaltımı yaptım, sevdiğim dizilerden birini izledim ve musallattan önceki zamanlarım gibi normal gibi bir gün geçirdim. Öyle ki Duhan’ın varlığını neredeyse unutacaktım. Nihayet bu gece her şey son bulacak ve kaybettiğim özgürlüğüm bana geri verilecekti.

Yemeğimi yedikten sonra bir taksi çağırdım ve mezarlığa ulaştım. Burası Osmanlı zamanından kalma bir mezarlıktı. Mezar taşları kavuk ve fes biçimindeydi. Demir parmaklıkların üzerindeki toz yığınlarından buranın uzun zamandır ziyaret edilmediği anlaşılıyordu. Başka bir zamanda olsaydım bu manzarayı gördükten sonra tarihi eserlerin yeterince iyi korunmamasından şikâyet edebilirdim. Ancak normal zamanda bakarken dâhi ürpereceğim mezarlığa doğru büyük bir sevinçle ilerledim. Kurtuluşum bu korkunç yerde, eski mezar taşlarının ve bakımsızlıktan ağaç boyuna ulaşmış otların arasında beni bekliyordu.

Dışarıdan görünmeyeceğimden emin olduğum bir yere gittim ve mezarlardan birinin toprağına dizlerimin üzerinde oturdum. Gözlerim tepesinde kavuk olan bir mezar taşına bakıyordu. Rahmetliden özür diledim fısıldayarak, saygısızlık etmek istemediğimi ama bunu yapmak zorunda olduğumu söyledim. Başka bir sınırı daha aşmak, bir felaketten kurtulurken bir başkasına maruz kalmak istemiyordum.

Kollarımı toprağın içine dirseklerime kadar gömdüm. Yüzey kuru ve taşlıydı fakat derinlere indikçe toprağın nemini hissediyordum. Solucanların ve böceklerin kollarımın üzerinde gezindiğini hissettim. Bu durum midemi bulandırdı ama katlanmam gereken bir bedel olduğunu düşündüm.

On ya da on beş dakika bu vaziyette kaldıktan sonra muazzam bir gürültü yankılandı kulaklarımda. Acı çığlıklarını taşıyan bir fırtına gibiydi. Çığlıklar etrafımda geziniyor ve bende kaçma isteği uyandırıyordu. Dayandım. Gözlerimi topraktan ayırmadım, ne kadar dehşet içinde olsam da gün doğduğunda tüm bunların geçeceğini ve normal hayatıma döneceğimi düşündüm. Bu inanç beni çaresizlikten ve yenilgiden alıkoyuyordu. Kuvvetli bir güm sesi duydum sonrasında, sanki Ay kadar büyük bir balyoz yeryüzünü dövmüştü. Direnmeliydim, kendimi bırakamazdım. Annemin ve ablamın seslerini işitince dayanmak zor oldu. Acı çığlıklarını işitiyordum, benden yardım istiyorlardı. Sesleri oldukça yakından geliyordu sanki benden birkaç adım uzakta onlara işkence ediyorlardı. Zor dayandım fakat aklım bana duyduklarımın mantıksız olduğunu hatırlatıyordu. Bu sayede kollarımı topraktan çıkarmadan durabildim.

Saatlerim bu sesleri dinleyerek geçti. Nihayet etrafımdaki ışığın değişiminden gün doğumunun yaklaştığını anladım. Karanlığın yerini cılız, gri bir aydınlık alıyordu. Sesler iyiden iyiye azalmıştı. Tam umutlanmışken, kollarımın büyük bir kuvvetle çekildiğini hissettim. Bu son sınav olmalıydı. Ben kollarımı içerde tutmaya çalıştıkça onlar çekiştiriyordu. Vücudum bir kaya gibi kasıldı, beni çekiştiren varlıklara karşı direnmeye çalıştım. İmkânım olsa mezarlığın içinde bir ağaç gibi kök salacaktım. En sonunda iki kişi kollarımdan, biri göğsümden çekiştirdi ve beni mezardan çıkarmayı başardılar. Kuvvetli bir çığlık kopardım. Başımı mezar toprağından kaldırdığımda Duhan’ı gördüm. Sağında Yunan mitolojisindeki satirleri andıran yarı keçi, yarı insan ihtiyar bir adam vardı. Solunda ise karga ile leylek melezi gibi görünen; iri, uzun bacaklı ve siyah bir kuş duruyordu. Zebaniyi andıran varlıklar beni kollarımdan çekiştirip götürüyordu. Onları görünce daha fazla dayanamadım ve bayıldım.

Uyandığımda kendimi hastanede buldum. Başımdaki polis memuru uyandığımı görünce başıma gelenleri anlattı. Etrafta oturan biri beni mezarlıkta gördükten sonra polisi aramıştı. Kollarımdan çekiştirenler zebaniler değil polis memurlarıydı.

Orta yaşlı bir polis elinde ifade kağıtlarıyla içeri girdi. Bakışlarında küçük düştüğümü hissettiren bir merhametin ifadesi vardı.

“Ne olduğunu biliyorum” dedi polis “Duhan…”

Gözlerim aniden açıldı. Onun ismini duyunca kafamı duvarlara vurup kendimi öldürmek geldi içimden. Polis, elini omzuma koydu ve “Bak şimdi” dedi “Sen ilk değilsin. Buraya onun yüzünden gelen belki onuncu kişisin. Duhan, insanları esir alıp tuhaf tuhaf işler yaptırır ve bununla eğlenir. Tecrübeyle sabit, elinde sonunda bırakır. Ama bırakana kadar kendine ya da başkasına zarar verdirebilir. Şu an senin yapacağın en iyi iş bir akıl hastanesine yatmak. Orada gözetim altında olursun kimseye zarar vermezsin.”

Akıl hastanesine yattığımda Nilüfer ziyaretime geldi. Duhan’ın çabamı gördüğünü ve işimi tamamlayamasam bile çaba gösterdiğim için bir karşılığının olacağını söyledi. On dolunay sonra peşimi bırakacaktı ve normal hayatıma dönecektim. Ama yaptığım yüzünden o âlemden başkalarının da dikkatini çekmiştim ve süre dolana kadar onlara maruz kalacaktım. Bu konuda yapabileceği bir şey olmadığını iletmişti.

Günlerim korkunç varlıklardan kaçarken çığlıklar atarak, kendimi yerden yere vurarak geçti. Doktorlar ilaç aldığımda iyileştiğimi zannediyordu. Ama ilaçlar tepkilerimi törpülemek dışında hiçbir şey yapmıyordu. Vücudum uyuştuğunda etrafımdaki varlıklara sessizce ve çaresizce bakıyor, korkuyu benliğimin en derin yerlerinde hissediyordum.

İşin doğrusu burada zamanın izini kaybettim. Kaç gün veya kaç dolunay oldu bilmiyorum. Fakat bir şekilde buradan çıksam bile hayatımın alt üst olduğunun farkındayım. İşimi kaybettim, çıktığımda kiramı ödeyemeyeceğim, dolayısıyla artık bir evimin de olmadığının farkındayım. Duhan ve diğerleri hayatımdan çıkıp gitse bile akli dengemi tekrar kazanmakta güçlük çekeceğim. Belki de yıllar boyunca acıyarak baktığım insanlardan biri olup aklımı yitirmenin sebep olduğu heyulalarla sokak sokak gezeceğim.

Yaşamım basit bir hırsın sebep olduğu olaylar yüzünden tükendi. Varlığıma ve geleceğime dair hiçbir umudum kalmadı.