Herkese merhaba
Yazdığım bir hikayeyi sizlerle paylaşmak istedim. Biraz uzun olduğu için bölüm bölüm tefrika edeceğim. Görüşleriniz ve eleştirileriniz benim için değerli. Umarım keyif alarak okursunuz.
Kendimi akıl hastanesinin boğucu koridorlarında sanrılarla veya başkaları tarafından görülmeyen hakikatlerin etkisiyle bağırıp çağıran insanların arasında bulmadan önce ben de sizler gibi bir hayata sahiptim. İyi bir işim ve beni tatmin eden bir maaşım vardı. Mesaim bittikten sonra soluğu spor salonunda veya arkadaşlarımla vakit geçirdiğim üçüncü dalga bir kahvecide alırdım. Cebime fazladan birkaç lira para girmesini sağlayabilmek için yaptıklarım yüzünden hepsini kaybettim. Güzel bir resim asmak için duvarıma çivi çakarken kendimi evimin enkazı içinde bulmak gibi beklenmedik fakat değiştirilemez bir felaketin içindeyim.
İlaçların uyuşukluğu üzerimde değilken yaşadıklarımı yazmaya karar verdim. Kaç yıl yaşayacağımı bilmiyorum fakat korkunç çığlıklar atıp boğazımı parçalayarak öleceğimden eminim. İçinde bulunduğum durumdan kurtulmanın hiçbir yolu yok ancak bir kişiyi bile benim yaşadıklarımı deneyimlemekten alıkoyabilirsem bu dehşet dolu yaşam içinde kendimi azıcık da olsa mutlu edebilirim.
Adım İlker. Maaş bordromda inşaat mühendisi yazıyor olsa da tam olarak bu işi yaptığım söylenemezdi. Büyük projelere imza atmış bir inşaat firmasında çalışıyordum ve görevim, mal sahiplerini evlerini firmamıza satmaları için ikna etmekti. Şirket politikası gereği, kaz gelecek yerden hiçbir zaman tavuk esirgemez ve mal sahiplerine diğer firmaların verdiklerinin çok üzerinde kazanç vaat ederdik. Ancak yaşadıkları evlerle kuvvetli bağlar kurmuş insanları ikna etmek her zaman zor oldu. Şirketimi temsilen insanları ziyaret ettiğimde yüzlerce yaşam hikâyesi dinledim. Kimisi vefat eden eşinin anılarıyla dolu evi terk etmek istemiyor, kimisi de ölen oğlunun aslında odasında olduğunu ve birazdan yemeğe geleceğini var sayabilmek için odasının kapısını bile açmıyordu. Bir keresinde seksen yaşında bir kadının evine gitmiştim. Ölen eşinin hatıralarını terk etmek istemiyordu. Şirketin sunduklarına ek olarak, rahmetlinin adını yaşatacak bir hatıra ormanının sözünü verdiğimde gözleri doldu ve teklifimi kabul etti. Anıları onurlandırmak bazen onların sirayet ettiği mekanları önemsiz kılıyordu.
Nezih Bey Sokak 18 Numara için de böyle bir vaziyet olduğunu düşünmüştüm. Resmi kayıtlara göre Nilüfer Hanım bu evin tek sahibiydi. Ev ona ölen babasından miras kalmıştı. Arazi şehir merkezinde, üniversiteye ve metro istasyonuna yakın bir yerde olduğu için birçok inşaat firması evi almak istemişti fakat Nilüfer Hanım’ı kimse ikna edememişti. Öyle ki, müteahhitlerden biri rızanın işe yaramadığını görünce zor kullanmak istemiş ve muhitin kulağı kesiklerinden birine para verip kadının kapısına göndermişti. Bu bile Nilüfer’i ikna etmek için yeterli olmamıştı. Anlatılanlara göre evde harap bir biçimde, fakirlik içinde babasından kalan emekli maaşı ile güçlükle geçinerek yaşıyor ve evi sattığında ihya olacağını bildiği hâlde buna yanaşmıyordu.
Patronum İlyas Bey bana bu konuda güveniyordu. “On sekiz numarayı bağla, sana benden bir maaş prim!” dedi bir keresinde. Projenin detayları hakkında konuşmaya başlamıştık. Başarılı olsaydık, bugün köşkün olduğu yerde yedi katlı bir binanın inşaatı yükselecekti. Dairelerin satış fiyatlarını dâhi hesaplamıştık.
Proje dosyalarını koluma sıkıştırdım ve Nezih Bey Sokak’ın yolunu tuttum. Şirkete uzak bir yerde değildi, arabayla birkaç dakika gittikten sonra oraya ulaştım. İlk ziyaretimde elim boş döneceğimi hesaplamıştım, kimse tek seferde ikna olmazdı. Ziyaretimin amacı Nilüfer’i tanımak ve onu neyin cezp edeceğini bularak ikna edici bir teklif hazırlayabilmekti.
Sokağa geldiğimde, on sekiz numaranın bahçe kapısının tam önünde korkunç bir manzarayla karşılaştım. Mahallenin çocukları bir delinin etrafında çember olmuştu. Kimileri yerde bulduğu ufak tefek taşları atıyor, kimileri de adamı ince dallarla veya plastik çubuklarla dürtüyordu. Dükkanlarının önlerine koydukları sandalyelerde oturan birkaç esnaf da bu vaziyeti izleyip bıyık altından gülüyordu. Adamın yüzü olgun bir domates gibi kıpkırmızıydı, yumruklarını havanın boşluğuna sallayıp çocukları korkutmaya çalışıyordu ancak bu hareketleri onları daha çok şevkini arttırıyordu. Delinin yüzüne bakınca ellili yaşlarda olduğunu anladım. Onu başka bir yerde görseydim herhalde meczup olduğunu anlamazdım. Üstünde pahalı bir gömlek vardı, yüzü traşlı ve temizdi, giyimi kuşamı içinde bulunduğu hâl ile tezat oluşturmak ister gibiydi. Adamcağızın hâli vicdanımı rahatsız etti. Arabamı on sekiz numaranın tam karşısına park ettim ve aşağı inip “Manyak mısınız oğlum ne yapıyorsunuz?” diye bağırdım. Çocuklar bağırtımı duyunca duraksadılar, utanmış veya korkmuş olacaklar ki dağıldılar. Esnaf da işine gücüne geri döndü. Deli, olgunlaşmış meyvenin ağırlığıyla eğilen bir dal gibi iki büklüm bir vaziyette sokağın sonuna doğru koştururken anlaşılması güç bir şeyler bağırıyordu.
Nihayet evin bahçe kapısının üzerindeki zili çaldım. Burası ahşaptan yapılma, iki katlı ve cundalı bir köşktü. Arazi, üzerinde jiletli teller olan yüksek duvarlar ile çevrilmişti ve bahçedeki devasa incir ağacı yüzünden köşkü dışarıdan görmek neredeyse imkânsızdı. Anlatıldığı gibi, yeni ve lüks binaların arasında bir harabeyi andırıyordu burası. Bahçeyi çevreleyen sarmaşık biçimli parmaklıklar binaya gotik bir hava katıyordu. Köşkün bir zamanlar görkemli ve güzel göründüğünü tahmin etmek zor değildi fakat zaman onu tahrip etmişti. Boyaları dökülmüş ve dış cephesi solgun bir renge bürünmüştü. Birkaç nefeslik gücüyle ölüme direnmeye çalışan bitik bir adamı andırıyordu.
Nilüfer’in bitkin sesi diyafondan gelen cızırtılar içinde yükseldi.
“Kim O?”
“Nilüfer Hanım merhaba, İlker Ben. İkon İnşaat’tan geliyorum. Size bir teklifimiz olacak…”
“Yine mi ya –diyerek kesti sözümü- bin kere istemiyorum dedim! Ne kadar daha geleceksiniz.”
“Sizi rahatsız etmek istemedim. Teklifimi seveceğinizi düşündüm. Ben teklifimi sunayım sizin için de uygunsa, eğer hayır derseniz bir daha rahatsızlık vermeyeceğiz.”
“Ya kardeşim satmıyorum” dedikten sonra başka biriyle konuşmaya başladı “Alayım mı? Emin misin? İyi peki. Buyurun İlker Bey.”
Otomatiğin sesini duyunca kapıyı açtım ve içeri girdim. Yabani otlarla kaplanmış bahçeyi yürüyerek geçtim. Bahçedeki incir ağacının altındaki plastik masa ve sandalyelerin yıllardır kullanılmadığı anlaşılıyordu. Masanın kenarları sararmıştı. Sandalyelerin üzerinde ise çamurlu su birikintileri vardı. Bahçenin geniş bir kısmında ise soğan ekiliydi. Soğanların gövdeleri, bahçeyi yandaki apartmanın otoparkıyla ayıran duvarların dibinde yükseliyordu. Bazıları çiçek açmıştı.
Kırklı yaşlarındaydı Nilüfer fakat yüzünü görmeyip sadece saçlarına baksaydım seksenin üzerinde olduğunu zannederdim. Kirli yünlerden oluşan bir yığını andıran kabarık saçlarında tek tük siyahlar vardı. Gözlerinin etrafında uykusuzluğun ve yorgunluğun izlerini taşıyordu. Gözlerinin iriliğine karşın dudakları ve burnu oldukça küçüktü.
“Hoş geldiniz, buyurun lütfen”
Sesinde yapmacık bir nezaket vardı. Bunun verimli bir görüşme olmayacağını tahmin ettim. Kadının sesindeki her titreşim reddedileceğimi haber veriyordu. Böyle durumlarda kendimi bir dağcı gibi hayal ederdim. Tırmanacağım yer zorluydu fakat bu güçlük beni daha fazlasını başarmam için motive ediyordu. Bu metaforu hayatın sırrını bulduğumu zannettiğim kişisel gelişim seminerlerinden birinde öğrenmiştim.
Girişteki dar koridoru aşıp salona ulaştık. Salonun pencereleri otuz metrekarelik dar bir bahçeye bakıyordu. Bahçenin bitişiğinde yüksek duvarlar vardı. Salonun duvarlarında ise Nilüfer’in dedesinin siyah beyaz resmi asılıydı. Ellili yıllarda çekilmiş bir fotoğraftı. Rahmetli üzerine şık bir takım giymişti ve kafasında fötr şapka vardı. Kanepeler ve koltuklar toz içindeydi. Salonun uzun zamandır süpürülmediği anlaşılıyordu. Kapının yanındaki büfenin üzerinde geniş bir akvaryum vardı. Akvaryumdaki su temizdi, bu denli kirli ve özensiz bir ev için şaşırtıcıydı, içinde Japon balıkları ve melek balıkları vardı. Vatos, vakumlu ağzıyla akvaryumun camına yapışmıştı.
“Burada oturmayın” dedi Nilüfer “Mutfağa gelin, size bir çay ikram edeyim.”
Çay istemediğimi söylediğimde “Olmaz” dedi “Misafire ikramda bulunmazsak ayıp olur. Merak etmeyin, salonum dağınık ama mutfağım temizdir.”
Mutfak gerçekten de tertemizdi. Yabani otlarla dolu bahçede yürüyüp yıllar önce terk edilmiş gibi görünen salonu gördükten sonra sanki başka bir eve gelmiştim. Fayanslar, tezgâh ve dolaplar epey eskiydi fakat mutfağın her zerresi detaylıca temizlenmişti.
Bana çay uzatırken elleri titriyordu. Bariz bir korku içindeydi. Bir an kendimi kötü hissettim. Akli dengesi yerinde olmayan bir kadını tek varlığından etmeye mi çalışıyordum? Belki de baskı altındaydı ve evi satmayıp içinde sefil bir hayat yaşamasının sebebi buydu.
Çayımdan bir yudum aldım ve onunla sohbet etmeye çalıştım. Konuşurken yüzüme bakmıyor ve bütün sorularıma kaçamak cevaplar veriyordu. Bazen bir şeyler söylemek için heveslendiğini belli ediyor ve tam ağzını açmışken korku içinde başını öne eğiyordu.
“Lafı çok uzatmayayım” dedim ve proje dosyalarını mutfak masasının üzerine açtım. Nilüfer’in resimlere büyük bir ilgiyle baktığını görmek beni umutlandırdı. “Normalde inşaat firmaları arazi sahiplerine iki daire verir. Ama biz bununla kalmayıp arazinin değerinin %10’u kadar ödeme yapacağız. Bakın, bu gerçekten kaçırılacak bir fırsat değil. Şu an bu muhitte en düşük kira 3500 TL. Sizin kira geliriniz –binanın sunduğu imkânları da hesaba katınca- en az 6000 TL olacak. Evlerden birinde oturup birini kiraya verebilirsiniz ve bununla da kalmayıp yüklü miktarda bir ödeme alacaksınız.
Cevabınızı hemen vermek zorunda değilsiniz. Bir düşünün derim.”
“İlker Bey… Ben tek başıma karar veremiyorum. Biz bu evi satmak istemiyoruz.”
“Evin tek yasal sahibi siz görünüyorsunuz.”
Acı bir gülümseme takındı yüzüne ve “Yasal sahibi demek” dedi “Resmî belgelerde her şey yazmıyor. Bu evin tek sahibi ben değilim.”
“Anlıyorum, peki evin diğer sahibiyle konuşma imkânım olur mu?”
“Konuşmak istemezsiniz.”
“Bu evin sizin için manevi bir değeri olduğunu tahmin ediyorum. Belki bütün yaşamınızı burada geçirdiniz. Anılarınız var… Her şeyin maddiyattan ibaret olmadığını da biliyorum, meselelere hiçbir zaman paranın her şeyi çözeceğini varsayarak yaklaşmam. Ev size rahmetli babanızdan kalmıştı değil mi?”
“Dedemden annemle babama kaldı. Onlardan bana kaldı. Benden de başkasına kalacak!”
“Anlıyorum. Eğer evin satışını onaylarsanız –ruhları şâd olsun- dedenizin, annenizin ve babanızın adını, hatırasını yaşatmak için elimizden geleni yapacağız. Onların adını taşıyan bir hatıra ormanı olabilir, bir köy okuluna yapılan yardım olabilir… Biz sadece parayı değil, bunları da önemsiyoruz.”
Nilüfer, kuvvetli bir elektrik akımına maruz kalmış gibi aniden açtı gözlerini ve bana öfkeyle baktı. Ürperdiğimi itiraf etmeliyim. Sonra başını hafifçe öne eğdi. Davranışları içeride benden başka birinin var olduğunu hissediyordu. Konuşurken aniden duraksıyor ve dikkatini meçhul bir yere vererek kulağına bir şeyler fısıldanıyormuş gibi davranıyordu.
“İlker Bey, konuşma bitmiştir. Bir daha gelmeyin lütfen.”
“Peki” dedim “Vakit ayırdığınız için teşekkür ederim. Dosyalar incelemeniz için burada kalabilir. Kendinize iyi bakın.”
Dışarı çıkınca canım soğuk bir şeyler istedi. Az ilerideki bakkaldan bir gazoz aldım. Bakkal, beni görünce elindeki gazeteyi bıraktı ve meraklı gözlerle izlemeye başladı.
“Evladım, sen on sekiz numaraya mı geldin?”
“Evet amca.”
“Bırak o evin peşini oğlum.”
“Neden?”
“Bildiğin gibi değil… Senin faydana olur bırakman.”
Şirkete gittiğimde İlyas Bey’e olan biteni anlattım. Kadının tedirgin hâlinden, konuşmalarından ve akli dengesini şüpheye düşürecek hareketlerinden bahsettim. “Üstünde baskı vardır” dedi İlyas Bey “Daha önce rastladığım bir durum bu. Herhalde kadını zayıf bulup çökmüşler, iki kişinin de gözünü korkutmuşlar, kafalarınca at koşturuyorlar. Yarın bir daha git, laf arasında gerekirse hukuki destek sağlarız falan de kadın rahatlar biraz.”
Ertesi gün yeniden gittim ve bahçe kapısının ziline bastım. Birkaç saniye sonra otomatiğe basıldı. Bahçeye girdiğimde Nilüfer’in evin kapı eşiğinde öfkeli bir hâlde beklediğini gördüm. Dilini tuttuğu için sarf edemediği küfürler suretinden geçiyordu.
“Siz laftan anlamıyor musunuz?” diye bağırdı “Satmayacağım diyorum ya! Zorla mı alacaksınız?”
“Yanlış anladınız Nilüfer Hanım. Ben onun için gelmedim. Kalemimi burada unutmuşum, çok özel yeri var bende. Onu almam mümkün mü?”
“Bekle!” dedi ve yüzüme kapattıktan sonra kendi kendine bir şeyler homurdanarak içeri girdi. Kapı birkaç saniye sonra açıldı. Kalemimi öfke nefesleri içinde uzattı. Esasında önemli bir kalem değildi, hatırası yoktu, tekrar gelmeye bahane bulabilmek için bilerek bırakmıştım.
“Sizi rahatsız ettiğim için özür dilerim. Birilerinin baskısı altında olduğunuzu anlıyorum. Evi satın ya da satmayın önemli değil fakat tek hak sahibi sizsiniz. Eğer size baskı uygulayan birileri varsa hukuki olarak yardımcı olabiliriz."
“Kes!” diye bağırdı. Sesi birkaç sokak öteden dâhi duyulabilecek kadar yüksek çıktı. Aldığı derin nefeslerle dinginleşmeye çalıştı. Sürekli gözlerini kırpıyor ve bir şeyler söyleyecekken başını öne eğiyordu.
“Buraya ikinci kez gelmemeliydin. Büyük hata yaptın. Git!”
Tam bahçe kapısından çıkacakken çocuk seslerini işittim ve arkamı döndüm. İncir ağacının etrafında kahkahalarla koşturan iki çocuk gördüm. Nilüfer’in misafirleri gelmiş olmalıydı. Bir an önce çıkıp gitmek istedim fakat bir yandan çocuklara bakmaktan kendini alıkoyamıyordu. Onların koşuşlarında ve neşelerinde beni cezp eden bir şey vardı. Sanki beni tekrar çocuk olmaya davet ediyorlardı.
“Bizi görüyor.”
Çocuklar aniden ortadan kayboldular. Hiç var olmamış gibilerdi. Birkaç saniye önce koşup oynuyorlardı ama şimdi varlıklarından hiçbir eser yoktu.
Çığlık atmamak için kendimi güçlükle tuttum. Bahçe kapısını açmaya çalışırken epey zorlandım. Sanki güçlü bir varlık onu diğer taraftan tutuyordu. Nilüfer birkaç kez otomatiğe bastıktan sonra kapı açıldı. Kendimi aceleyle dışarı attım. Yükselen korna sesiyle kendime geldim ve sokağın karşısına geçtim. Neredeyse sokaktan geçen bir kargo arabasının altında kalacaktım.
Arabama bindiğinde, sokağın sonunda bir çocuğun bana baktığını gördüm. Başta önemsemedim fakat çocuğun gözbebeklerinin olmadığını fark edince derin bir ürperti kapladı içimi. Dikkatli baktığımda, çocuğun tıpkı yetişkin bir adam gibi uzun sakallarının olduğunu fark ettim. Gördüğünden emin olmak için gözlerimi ovuşturduğumda çocuk ortadan kayboldu.
devamı gelecek