Ferdi mi Bey?

Sene 1877, İstanbul’da, Üsküdar’da doğan vali çocuğu Ferdi Bey şimdi Galata Kulesi’nden şehri izliyor. Tüm hayatı gözlerinin önünden son bir kez daha geçiyor. Daha bir zamanlar doğduğunda babasının fesi başına düşmüş, o zamandan bu zamana fessiz gezmezmiş. Sonra, para harcamayı da pek severmiş, vali çocuğu ya hani, öyle az buz bir şey değil. O büyüdükçe masrafları da büyümüş, babasının kazancı da büyümüş ama beyhude! Sen misin harcamaların hızına yetişebilen?

Ama bir noktada aksilik, gelir herkesin başına, vali babası faytonuyla kıyı boyunca dolaşırken farenin biri atın önüne fırlamış. Fırlamış ya, araba da anında suya fırlamış. Böylece babasını boğazın sularına vermiş. İşte onun için sonun başlangıcı burasıydı. Artık evin direği de gidince Ferdi Bey mirasyediliğe ilk adımını atmış. Önce paralar gitmiş sonra altınlar. Ellerindeki tüm tapular da birer birer elden çıkmış ki bu esnada borçlar da baş göstermiş. Birkaç seneye kadar neyi var neyi yok kaybetmiş. Şimdi tek mal varlığı onsuz dolaşamadığı fesi, pek bir sevdiği gömleği ile kravatı, sırf çıplak kalmamak için giydiği şalvarı ile bir garip pabuçları. İyice bataklığa batan Ferdi Bey için yolun sonu gözüküyordu artık.

İmdi, İstanbul’u boydan boya süzen gözlerinden geçen hayatını da biliyoruz. Kendini aşağıya bırakma fikri iyice cazip geliyor. Çok beklemeden aşağıya doğru salıyor vücudunu. Bir an içinde o güzelim taşların üzerine uzanıyor. Etraftan geçen kim var kim yok etrafına toplanıyor. Ama bir şeylerin ters gittiğinin farkında. Belki hiçbir parçasını hissedemiyor ama gözleri hala görüyor, hala kapanıp açılıyordu. Bir, iki ve üç. Üçüncü kırpışında bir bakıyor ki altındaki zemin toprağa dönmüş, kalabalık dağılmış, gökyüzü gayet açık. Bir tepenin üzerinde yatar halde buluyor kendini.

Hafif hafif tenine temas eden rüzgar Ferdi Bey’i cesaretlendiriyor. Şöyle bir doğrulup önce kendini kontrol ediyor. Üstü başı yerinde, yalnız düşüşün etkisiyle olsa gerek, iyice kamburlaşmış; belinin yarısının hemen üzerinde kafası başlıyordu. Hemen fesini de düzelttikten sonra bilmediği bu diyarda yürümeye başlıyor. Birkaç adım sonra kendini tepeden aşağı yuvarlanırken buluyor. Saniyeler içinde ovaya sekiyor. Yeni ölen birinin hareket etmeye alışması biraz zaman alacağı pek bariz.

Ufak kazanın ardından, fesini de düzeltip, yeni bir maceraya başlıyor Ferdi Bey. Çölleri, ormanları ve dağları aşıyor. Bu süreçte yemeği ve suyu nereden bulduğunu bir meslek sırrı gibi saklıyor. Bir zaman sonra, belki bir gün, belki bir hafta, belki bir ay veya bir yıl sonra, önünde bir şehrin surları uzanıyor. Surlar alışılmışın dışında bir tasarıma sahip, duvarlar bir aşağıya bir yukarıya kıvrılıp duruyor. Bilmediği bir diyarın gezginleri için bu tip şeylerle karşılaşmak çok da sıra dışı olmasa gerek. Ferdi Bey de öyle düşünüyor, pek takılmadan geniş kapılardan içeri giriyor.

Kasabanın içerisi tıklım tıklım insan kaynıyor. Sonunda insan yüzü görmenin sevinci Ferdi Bey’i sarıyor ama ne yapacağını kendisi de bilmiyor. Caddeleri ve sokakları karış karış adımlarken yabancı binaların arasında bir tanesi dikkatini çekiyor. Başta diğer yapılar gibi beyaz renkli taştan yapılmış gibi gözüken bu yapı, yaklaşınca görülüyor ki aynı renkteki keresteden yapılmış. Üzerinde “Mesut Han Hanesi” yazan bir tabela var. Bir merakla içeri giriyor.

Hanın içinde sırayla dizilmiş masalar ve sandalyeler var. Bir de hancının bulunduğu tezgahın önünde birkaç iskemle duruyor. Bu yeni misafirimiz bir iskemle çekip hancının, herhalde adı Mesut olsa gerek, karşısına oturuyor. “Selam.” diyor Ferdi Bey, Hancı Mesut başta bir garip bakıyor, o da “Selam.” diyor. Kısa süreli bir sessizlik peydah oluyor. Hancılar için yeni müşteriler görmek her gün olan bir şey. Ama işte bu müşteride bir şeyler farklı. Sessizliği de bu yeni müşterisine ilgiyle bakan Hancı Mesut’un “Sizi daha önce hiç görmedim, buralı değilsiniz herhalde?” sorusu oluyor. Ferdi Bey aklındaki derin düşünceleri sebebiyle abuk subuk bir cevap veriyor “Evet, Osmanlılıyım ben.”.

Mesut, hem cümlenin bozukluğuna hem de ilk defa duyduğu yerin adıyla şaşırıyor, “Osmanlı mı?” diye cevap veriyor. Hemen ardına ekliyor “Burası Atamanlı güzel kardeş, Osmanlı diye bir yer vallahi hiç duymadım.”. Aptal bir telaşa kapılan Ferdi Bey sinirleniyor “Ne Ataman’ı beyefendi, Osman diyorum Osman!”. Hancı Mesut ne diye sinirlendiğini anlamadığı müşterisine şöyle bir bakıyor. Bir iç çekip “Bak kardeş, belli ki garip adamsın, sen iyisi mi saray efsuncusuna bir git, o sana çare bulur.” diyor. Kafası bulanan Ferdi Bey biraz toparlandıktan sonra “Peki.” diyor. İskemleden kalkıp hemen çıkıyor. Anlaşılan bu topraklarda geçirdiği süre boyunca insanlarla iletişim kurma yeteneğini bir hayli kaybetmiş.

Her neyse, bu durumu kafaya takmadan yeni güzergahına doğru yola çıkıyor: Şehrin ortasında görkemlice yükselen saraya doğru yavaşça ilerliyor. Acele etmeden, çevresindekileri inceleye inceleye yola devam ederken karşısında saray surlarını buluyor. Yine o eksantrik tasarım gözlerinin önüne serilirken surun büyük kapılarına bir bakıyor. Üzerinde yalnız bir devin kullanabileceği iki kapı kolu var. Kapının hemen yanında iki tane muhafız var. Bu tip durumlar bilmediği diyarları keşfedenler için sıra dışı olmasa gerek. Ferdi Bey de öyle düşünüyor, göründüğünden hafif olan kapıları açıp içeri giriyor. Peki ya muhafızlar? Geri dönüp onları inceliyor ve her ikisinin de gözlerinde çizik var. Demek gözü görmeyen adamları muhafız yapmışlar. “Pekala.” diye düşünüyor Ferdi Bey. Kapıların ötesinde güller kokan bir cennet bahçesi var. Buranın tadını çıkarıp taşlık yoldan ilerleyip en sonunda koca sarayın kapısına varıyor. Hemen kendine çeki düzen verip fesini düzelttikten sonra kapıları aralayıp içeri giriyor.

İçerisi görece büyük bir salon; salonda bir taht, tahtın yanında pek yakışıklı bir vezir, yerde kırmızı halı ve ihtişamlı mermer sütunlar bulunuyor. İçeriye giren Ferdi Bey, birkaç adımın ardından ne yapacağını bilmiyor, saygıdan dolayı vezirin önünde eğiliyor. Eğilmiş vaziyette konuşuyor: “Selamlar olsun size. Bendeniz buraya saygıdeğer kralımız ile görüşmek için gelen bir garip kulunuzum.” ama hiç bir hareketlilik yok. Daha önce herhangi bir hükümdarla konuşmadığı için “Acaba saygıda kusur mu ettim?” diye düşündü. Bir kez daha konuştu “…bir garip kulunuzum.”. Yine cevap gelmeyince yine tekrar etti. En sonunda vezir cevap verdi “Aptal mısın be adam? Kral zaten karşında duruyor ne diye tekrar edersin?”, cevabının ardına yanındaki tahta oturdu. Oturmasıyla beraber taht değişim geçirdi ve yürüyen bir taht haline geldi. “Ne garip şey!” diye düşündü Ferdi Bey, oysa bilmiyordu ki asıl garip kendisiydi.

Sonra aklına geldi, “Yahu sen de Ferdi, ne kralıyla görüşmesi sen saray efsuncusuyla görüşeceksin.”. Boğazını temizledi, fesini de düzelttikten sonra söze girdi: “Efendimiz, buraya saray efsuncusuyla görüşmeye gelmiştim.”. Yürüyen tahtın üzerinde oturan yakışıklı vezir karşısındaki adama bir baktı, kamburu çok rahat görülüyordu. Tesadüf o ki kamburların bu ülkede şans getirdiğine inanılır. Başta bu garip adama yardım edip etmeme konusunda tereddüde düşen vezir, böylece rahat bir nefes aldı, ekledi: “Peki, gel peşimden bakalım.”. Beraber saraydan çıkıp şehrin dışına doğru yürümeye başladılar.

Surların dışına çıktıklarında ufak bir kulübeye vardılar. Tıpkı o han gibi keresteden yapılmış bu kulübenin garip bir havası vardı. Yine de bu tip şeyler bilmediği diyarlarda dolanan gezginler için doğal bir olay olsa gerek. Ferdi Bey de pek takılmadan veziri ve bindiği yürüyen tahtı takip etti. Beraber kulübenin kapısına geldiler. Yakışıklı vezir tahtı biraz alçaltıp kapıya tıklattı. Hemen sonra şiddetli bir rüzgar kapıyı açtı. Böylece içeri girdiler.

Kulübenin içi pek geniş değildi. İçeride bir soba, sobanın üzerinde bir yastık ve bir yorgan vardı. Küçük bir pencerenin hemen yanında bir masa ve bir sandalye vardı. Ve kulübenin tam ortasında ise yaşlı bir adam duruyordu. Yaşlı adamın ak sakalları o kadar uzamıştı ki yüzünden çıkıp yere bir halı gibi değil, bizzat halı olarak seriliyordu ki ihtiyar adam da zaten sakal halısının üzerinde çömelmiş oturuyordu. Vezir yan köşeye geçti, Ferdi Bey’e karşı “İşte bu adam bizim saray efsuncumuzdur. Pek alim bir kimsedir, ne işin varsa göresin.” dedi. Ferdi Bey’in aklında farklı sorular vardı. Mesela saray efsuncusu neden sarayın dışındaydı? Ya da “Han Hanesi” ne anlama geliyordu? bunlar pekala önemli sorulardı ama şimdi daha önemli bir iş vardı. Bir an önce halledilmesi gerekilen bir iş.

Ferdi Bey efsuncuyu selamladıktan ve fesini düzelttikten sonra, pek uzatmadan asıl mevzuya geldi: “Belki sizin de gördüğünüz üzere ben buraların insanı değilim, yurdum başka yerdedir ama nerededir bilmem. Sizin bana çare olabileceğiniz söylendi. Eğer mümkünse beni tekrar eski yurduma gönderebilir misiniz?”. Yaşlı adam gözlerini kıstı, sakallarını okşadı ve Ferdi Bey’i incelemeye başladı. “Hmm…” dedi, şöyle bir yaklaştıktan sonra garip bir kelime söyledi. “‘Bolakus’ veya ‘Abaküs’ tarzında bir şey dedi herhalde.” diye düşündü Ferdi Bey. Tabi bunu düşündüğü anda kendini farklı bir yerde buldu. Çevresine şaşkınca baktı. Küçük bir odanın içindeydi ama odanın duvarları ihtiyarın sakallarından yapılmıştı.

Bu garip odanın içinde dururken bir anda kafasına bir çakmak düştü. Çakmağın ardı sıra inanılmaz kötü bir koku odayı doldurdu. Aklına gelen ilk şeyi yaptı: “Çakmak varsa çakmak gerekir.” diyerek yerdeki çakmağı ateşlemesiyle beraber oda patlayıverdi. Patlamanın ardından ayıldı, kendine geldi.

“Vah.” dedi. Şimdi yerde uzanıyordu. Sırtında kaldırım taşının sertliğini hissediyordu. Hemen önünde Galata Kulesi gökyüzüne doğru yükseliyordu. Kendisi saran kalabalığın gözleri de bir anda korkuyla doldu. Ferdi Bey, tıpkı kendini o yemyeşil tepenin üzerinde bulduğunda yaptığı gibi yavaşça doğruldu. Fesini düzeltmek için elini başına götürdüğünde bir şeylerin farklı olduğunu fark etti. Kendinden dehşetle uzaklaşan bir adamın gözünden vücudunu gördü. Ne olmuştu bir anda ona öyle? Fesi aslan yelesine dönüşmüş, kravatı kılıç gibi keskinleşmiş, şalvarı ise onu çepeçevre saran bir kürk oluvermişti. Sonra gözünü kan bürüdü. İçinden yalnız öldürmek geliyordu. O andan sonrası yalnız bir izdihamdı ki Ferdi Bey de tam olarak ne yaşadığını bilmiyordu.

Geçtiği her yeri kırmızı boyayarak ilerliyordu. Bir süre sonra önünü tüfeklerini ona doğrultan askerler kesti ama bu hayvanlaşmış Ferdi Bey’i durdurmaya yetmedi. Hemen yandaki binanın çatısına atlayıp İstanbul’dan, o güzel şehirden uzaklaşmıştı. Ferdi Bey’in önünde artık yeni bir macera vardı ki burada onun ayrıntılarına girmeyeceğiz. Özetle Ferdi Bey, uzun bir süre benliğini kontrol edemeden önüne çıkanı kesip biçiyordu. Tüm Avrupa ülkelerinde dehşet saçtıktan sonra tekrardan eski haline dönmüştü. Artık o eski Ferdi Bey geri gelmişti ancak bu yaşandığında kendini Afrika çöllerinde bulmuştu. Daha önceden de Ferdi Bey’in bu tip koşullarda erzağı ve suyu nereden bulduğunu meslek sırrı gibi sakladığını söylemiştik. Bu bilgileri sayesinde kurtulmuş ve yeniden vatanına geri dönmüştü.

Burada kısa bir süre çalıştıktan sonra, 1909 senesinde İngiltere’nin öncülüğünde başlayan Coğrafi Keşifler’e katılmış, Amerika’da kendine yeni bir hayat kurmuştu. Kendisi kalan ömrünü huzurlu bir biçimde geçirmiş ve bir aile sahibi olmuşsa da içindeki o dehşetengiz yaratık, çocuklara ve torunlarına geçmiş ve uyanmak için doğru zamanı beklemektedir.

Ama şimdilik, Ferdi Bey’in burada hikayesi sona eriyor. Ölüm kendisini almaya geldiğinde pek korkmuştu. Yine de bu tip şeyler fani insanlar için tabii şeylerdi. Ferdi Bey de öyle düşündü, artık rahatça veda edebilirdi.