General drag

GENERAL DRAG

Uzun boylu adam, oturduğu kaptan koltuğunda düşünüyordu. Parmakları istem dışı olarak kontrol panelindeydi. Az önce yaptığı kaçıncı sıçrayıştı, bilemedi, üçüncü sıçrayıştan sonra saymayı bırakmıştı. Üstelik kurtulamamıştı hala, düşmanları peşindeydi. Korkuyordu, yakalandığında mahkemeye çıkarılacağını ve hesap vereceğini de biliyordu. “Ben, sadece halkımı ve kendimi korudum” dese hakimi inandıramazdı. Şimdi uzayın bilinmez bir yerinde yolunu kaybetmiş, hedefini yitirmiş halde bekliyordu. Eee, kendisi yolunu kaybettiyse diğerlerinin onun nerede olduğunu bilmeleri mümkün müydü? Tam yeni hesaplamaları yapmaya çalışıyorken arkasında ki uzay boşluğundan gelen hafif bir şok dalgası hissetti, yerini bir kere daha tespit etmişlerdi. Daha çok daha hızlı hareket etmesi gerekiyordu.

General Drag, ne yaptıysa kendi halkını kurtarmak için yapmıştı. Tamam, yaptıklarının iyi şeyler olmadığını biliyordu ama bu tür işleri de birinin yapması gerekiyordu. Ve bu savaşı önce onlar başlatmıştı. Uzun boylu zayıf bedenli ve beyaz tenli bu adam oturduğu koltuğun sağındaki klavyeye eğildi. Halkının bu tür teknikleri öğrenmesi zaman almıştı. Hesaplamalarını tekrar yaptı. Biraz ötedeki ekranda beliren sayılar sürekli akıyordu. Kafasını kaldırıp tam karşısındaki büyük ekrana baktığında galaksinin dış bölümünde bulunan kırmızı cüce yıldızını ve o yıldızın çevresinde dönen gezegenini; Cullia’sını bulmakta zorlanıyordu. Son savaş ve son mağlubiyetin ardından içgüdüsel olarak sadece kaçmak istiyordu. Düşmanları olan İlligia’lılar da çok kayıp vermişlerdi ama kendileri büyük bir soykırım yaşamışlardı. Geriye kalan tek tük ırkdaşlarını kurtarmak için kaçmaktan başka bir şey düşünemiyordu. Zavallı Cullia’lılar, türünden geriye kalanlar mahkum hatta köle olacaklardı. Tek suçunun yaşadıkları bu son savaşta bütün kuvvetlerini ileri sürmek olduğunu biliyordu.

Adam başını ellerinin arasına aldı bir zaman. Sıçrayışın gerçekleşmesi için bilgisayarı ile gemisinin tekrar bütünleşmesi gerekiyordu. Küçük komuta kabininde belli belirsiz bir ses vızıldıyordu. Kendisine kalan bu birkaç saniyede düşüncelere daldı. Soluk kırmızı yıldızlarının çevresinde dönen tek bir gezegenin sakinleriydi. Kırmızı güneşlerinin ışığında doğmuşlar büyümüşlerdi. Uzun boyluydular, yeteri kadar ışık almadıkları için derileri beyazdı, öyle ki bazıları kağıt gibiydi ve damarları görünüyordu. Ve bir gün onlar gelmişlerdi, İlligia’lılar. Uzak sayılamayacak yakınlarında olan ve geceleri göklerini soluk ışıklarıyla aydınlatan komşu yıldızlarının sakinleriydiler.

Ne kadar sinsi hareket etmişlerdi İlligia’lılar; önceleri dostane yakınlaşmalardı tavırları, bilim yardımları, kültür destekleri, sanat aktiviteleri yapmışlardı. O geçiş dönemi mutluydu ve huzurluydu. Ardından istekler sıralanmaya başlamıştı. Önce ticaret yapacağız, kültürlerimizi paylaşacağız diyenler küstahça hayatlarına yön vermeye çalışmışlardı. Fiziksel ve kültürel baskıya bir zaman dayansalar da, otoriteyi sağlamak için askeri baskı eklenince yer yer isyanlar başlamıştı. İş, kendilerini, uygarlıklarını korumak için savaşma noktasına varmıştı. Önce İlligia’lıları gezegenlerinden kovmuşlardı ve ardından çok iyi hazırlanmışlardı, soluk gezegenlerinin tüm olanaklarını kendilerini sömürmeye çalışan bu gezegenden kurtulmak için toparlamışlardı.

Kafasını kaldırdı. İşlemler tamamlanmış olmalıydı. Hemen önündeki kocaman düğmeye bastı. Önündeki pencereye yöneldi. Büyük bir sarsıntı geçireceğini biliyordu ve dışarıdaki yıldızların ışıkları soluklaşmaya başladı. Bu sıçrama işlemlerinden her defasında daha fazla keyif almaya başlamıştı. Zaman durmuş, evren ilerlemeye devam ediyordu. Yıldızlar savruldular bir zaman. Önünde geniş bir boşluk açıldı. Varlık ve yokluk bir aradaydı, yakın ve uzak birlikteydi. Sert bir ivme ile geriye savruldu ama düşmedi. Bir adım geriye attı, dengesini yeniden sağladı. Tüm hücreleri bir an savruldu boşluk içerisinde. Evrenin her yanına milyonlarca Kull dağıldı tüm evren Kull’dan oluşmuştu ve aynı hızda aynı garip hazda bir araya geldiler tekrar. Belki ölçülemeyecek kadar kısa bir sürede duvara çarpmış gibi durdu. Bu defa adımını ileri atmıştı ayakta kalabilmek için. Pencerenin dışında bambaşka bir manzara oluşmuştu. Sistem kendisini onlarca ışık yılı öteye atmış olmalıydı. Tekrar koltuğuna oturdu.

Düşmandan kurtulmuş muydu? Temennisi öyleydi ama adamların bu takibi öyle kolay bırakmayacaklarını da biliyordu. İnce dudakları hafif bir gülümsemeyle aralandı. Onlara da çok zarar verdirmişti. Gücünü kabul ettirmek için zora başvurmuştu. Zor ve şiddet karşı tarafın çabuk pes etmesini sağlıyordu. Bir ara neredeyse kazanıyorlardı. Tek kusurları yarışa geç başlamalarıydı. Kendi halinde yaşayan bir halk rahatsız edilmemeliydi. Koltuğuna oturdu. Elleri mekaniki olarak klavyeye uzandı. Zihni çalışmaya devam ediyordu. Niyeti çevrede biraz daha dolanıp izini kaybettirmekti. Gittiği yerde bir süre inzivaya çekilecek nerede hata yaptığını düşünecekti. Sonra bilgisayarından o işlemleri tersine çevirip kendini hazır hissettiğinde geri dönecekti.

Vericileri bir kere daha taradı. Tüm çevresinde, ışığın ve karanlığın hakim olduğu bölgelerde hiçbir tanıdık işaret yoktu. Tarayıcısının ayarlarını en geniş hale getirdi ve bir kere daha çevresine baktı. Soluk renkli güzel gezegenini aradı, biraz uğraşsa da o kendilerine hayat veren kırmızı cüce yıldızlarını buldu. Soluk nokta olarak binlerce yıldızın arasında öyle mahzundu ki. Demek ki kurtulmuştu peşindekilerden. O halde yapay atmosferden ve bedensel enerjiden tasarruf etmek için uzun bir uykuya yatabilirdi. Gerginlik ve yorgunluk bütün bedenini yormuştu. Kısa bir uyku kendisine gelmesine yetecekti. Daha önce yapması gereken bir iş vardı. Oturduğu koltuktan kalktı. Kokpiti yaşam birimlerine bağlayan kapının yanındaki soğutucunun kapağını açtı. Orada üst üste yığılmış plastik torbalardan birini aldı. Torbadaki kırmızı sıvı, gözlerinin içinin gülmesine yetmişti. Yerine geçti.

Cullia’lılar tam gelişmemiş sindirim sistemlerine uygun bir şekilde sıvı gıdalarla besleniyorlardı. Gezegenlerinde yetiştirdikleri her şeyin sıvısını çıkarabiliyorlardı. Ama General Drag, ani bir karar almış, aç ve yorgun askerlerine, son savaşlarda besin maddelerinin yetersizliği nedeniyle kayıp düşman askerlerinin vücut sıvılarını içmelerine izin vermişti. Bu karar bir devrimdi. Binlerce yıllık beslenme alışkanlıklarına uygun olarak vahşi hayvanların ve bu iş için besledikleri evcil hayvanların sıvıları iyiydi ama yeterli enerjiyi vermiyordu. Üstelik cephede savaşın ortasında bu sıvıları bulmak zordu. Savaşan, savaşacak güçte olan bedenlerin damarlarında akan sıvılar mükemmeldi. Ilık, lezzetli ve enerji doluydu. İşte o zaman bu düşmanlarının kanlarını içmeye ve yedekler almaya başlamışlardı. En sağlıklısı taze ve sıcak olanlardı ama soğuk depolananlar lezzetlerini ve besleyiciliğini yitirse de çok iyiydi. Elindeki paketten derin bir duyum aldı. İçi enerji dolmaya başlamıştı. Koltuğunu hafifçe geri kaydırdı gevşedi.

Aradan ne kadar bir süre geçtiğini anımsamıyordu ama güçlü bir darbe içinde olduğu geminin sarsılmasına yetmişti. İlk aklına gelen en doğru sonuçtu, kendisini bulmuşlardı. Monitörü açtığında düşman gemisini görmüştü. Hemen harekete geçti ve ikinci darbeyi daha hafif yedi. Geminin hızını arttırdı bir yandan da bir sıçrayış daha yapmak için hazırlanıyordu. Aracın kapasitesini en üst düzeye çıkardı. Parmakları hızla çalışıyordu. İletişim ekranında İlligia’lı general Dzavor’un sert yüzü göründü.

“General Drag, Kull gezegeninin ordusunun komutanı, size teslim olmanızı emrediyorum.” Sesinde çok belirgin bir gurur vardı. Alçak herif, gezegenlerinin adını bile doğru söylemiyordu.

“Bir yere kaçamayacağınızı biliyorsunuz, size önerim, hemen teslim olmanız” İletişim kanalları karşılıklı açık olduğu için birbirlerini görebiliyorlardı. Başını klavyeden kaldırdı ve “Asla” dedi etkili ses tonuyla. “Hangi cesaretle kendinizde, beni teslim alacak gücü ve yetkiyi görüyorsunuz.”

“Teslim olursanız size ceza indirimi yapılacaktır Eğer, tahmin ettiğimiz gibi bir sıçrama daha yapacaksanız bu yapacağınız son sıçrama olacaktır. Size adil bir şekilde yargılanacağınız konusunda söz veriyorum.” Son cümle tamamlanmıştı ki iletişim tekrar çöktü, gemisi bir kere daha uzak mesafelere varmıştı. Kısa da olsa zamanı vardı.

Vardığı son nokta, galaksinin aydınlık bir yeriydi. Sarı bir yıldızın yakınlarına gelmişti. Nerede geldiği yerdeki soluk kırmızı cüce nerede burada kendisini yakıp kavuracak kadar parlak ve sarı sıcak cehennem. Monitörüne baktığında kendisini saklayabilecek gezegenler gördü. Yıldıza en yakın olan birinci ve ikinci gezegenler kızgın kayalıktı, Üçüncü iyi görünüyordu ve atmosferi vardı ama fazla aydınlık duruyordu. Uzaklardaki dördüncüye odaklandı. Kayalıktı ve çapı Cullia’ya yakındı da soluk alacak atmosferi yoktu. Hedefi belli olmuştu.

Acil durum mekiği işini görecekti. Dolaptan aldığı birkaç sıvıyı aceleyle mekiğe attı. Dış uzay giysisini giydi. Son hesaplamaları yaptıktan sonra kendisini buralara getiren gemisinden ayrıldı. Yorgun uzay aracı, varacağı son noktaya doğru yol almaya başlamıştı. Mekiği, gezegenin yakınlarında yörüngeye girdi. Kaçak General tüm sistemlerini kapattı. Kendisini izleyen avcılar bir hareket sezerlerse artık hiç kaçışı olmazdı. Yine de bir süre olacakları izlemeliydi. Elde edeceği her sonuç mahkemeye çıkmasından daha iyi görünüyordu. Sadık gemisi, yıldıza doğru artan bir hızla yol alıyordu. General Dzavor’un kendisine teslim olması ve intihar etmemesi için anonslar yaptığına emindi. Yıldızın çekim gücüyle ivmesi artan gemi bir zaman sonra, parlak sarı yıldızın kaçış noktasını geçti. Birkaç milyon birim ötedeki gezegenin yörüngesinde duran mekiği görmemişlerdi. Uzun bir süre durdular İlligia’lılar sonuçtan emin olduklarında geldikleri gibi birden kayboldular. General Drag’da acil durum mekiğinin yönünü gezegene çevirmişti.

Alçalmaya başladı. Sürtünmeden dolayı mekiğin her yanı ısınmıştı. Bu sıcaklık, mekiği, soğuk yıldızın soluk gezegenlerine göre tasarlayanların tahmininden daha fazla olmalıydı ki kontrolü kaybetmek üzereydi. Üstelik Sarı yıldızın ışıkları beyaz ve narin tenini yakacak kadar keskindi. Bir an önce yere inmeli ve kendini bu ışınlardan koruyacak bir yer bulmalıydı. Hızını azaltmaya çalışsa da mekik atmosferde yol aldıkça ısısı arttı. İçerisi cehennem gibi olmuştu. Bir yandan derisine vuran parlak ışınlar canını yakıyor diğer yandan mekiği kontrole çalışıyordu. Birkaç saniye sonrasında mekik tamamen kontrolden çıktı. Yapacağı bir tek iş kalmıştı. Bekledi, bekledi, yere yaklaştıkça her tarafı koyu gri bulutların kapladığını gördü. Bulutların altına girdiğinde gözleri de teni de rahatladı. Kendi gezegeninde yılda bir veya iki defa yağan yağmur burada alabildiğince yağıyordu. Elle kapıyı açmaya çalıştı. Hızı artıyordu ve yere çarpacağı kesindi. Sırtındaki mini roketleri kontrol etti Açtığı kapıdan aşağı atladı. Şimdi yerden birkaç kilometre yukarıda süzülüyordu. Mekiği ileride ormanın bittiği yerde başlayan kayalıklara çarptı ve patladı.

Ak sakallı bir adam ormanda yürürken gök ruhlarına dualar ediyordu. Altın Dağın yakınlarında kayın ormanlarının içerisinde büyük bir obanın şamanıydı. Yaşında, saçlarının ve uzun sakallarının bembeyaz olmasından ve özellikle her iye her ruh ile bağlantısı olduğundan dolayı kendisine Ak Bilge diyorlardı. Böyle havalarda çevrede dolanır, yağan yağmurun toprağa bitkilere ve hayvanlara yararlı olmasını dilerdi. Çakacak şimşeklerden düşecek yıldırımlardan kimsenin zarar görmemesi için dualar ederdi. Söyledikleri, tatlı, ahenkli bir şekilde yükselen ve alçalan sesiyle her an değişen ritmiyle ilahi olarak çevreye yayılıyordu. Adımları dans eder gibiydi ve ıslandıktan sonra istediği güzel sesleri vermese de elindeki davula vuruyordu. Korkunç bir ses bütün korkusunu harekete geçirdi. İleride tepenin dağa dönüşmeye başladığı kayalıklarda büyük bir patlama olmuştu. Bu bildiği yıldırımlardan daha güçlüydü. Öyle ki ilk patlamanın ardından çok daha büyük bir alev topu göğe yükselmiş, kulakları sağır edebilecek bir gürültü bütün ormanda yankılanmıştı. Tengriyi bu kadar kızdıracak ne yaptıklarını düşünmeye başlamıştı. Ardından çıkan yangın yağmurun etkisiyle yavaşça sönmüştü.

Yaşlı adam, kendisinden beklenmeyecek çevik adımlarla yıldırımın düştüğü yere vardığında geride karanlık bir leke kalmıştı sadece. Davuluna daha hızlı vurmaya başladı. Bu yıldırım biraz daha gün batısına düşseydi obasını yerle bir ederdi. Kara lekenin çevresinde ilahiler söylemeye başladı. Sözler, hem Gök Tengriye şükür etmek hem de buraya savrulan kötü ruhları uzaklaştırmak içindi. Bir ara kafasını kaldırdığında gökyüzünden süzülen bir ruh gördü. Bulunduğu yerden beş on adım ilerisinde ayakları yere değen göksel varlık başındaki büyük şapkayı çıkardı.

Küçük birkaç manevrayla yere indiğinde sersem gibiydi. Portatif alıcıları havanın soluk almasına uygun olduğunu söylüyordu. O zaman bu yerde bitkisel hayatın ötesinde canlı formları olmalıydı. Hava kararmak üzereydi, en azından gece boyu parlak yakıcı ışıklara maruz kalmayacaktı. Şimdi kendisine güvenli bir yer bulmalıydı. Birden hemen arkasında bir ses duydu. İlkel dillerden birini konuşuyordu.

Kendi formuna yakın bir beden biçimine sahip biri, arkasında duruyordu. Başını çevirip baktığında varlığın korku dolu gözlerini gördü. Korku, bütün evrendeki canlıların en temel duygularından biriydi. Dudaklarının hareketleri ağzın içinde sürekli hareket eden diliyle birleştiğinde havaya yayılan özgün sesler çıkıyordu. Bu dili anlayacağına ve çok iyi bir biçimde konuşacağına emindi.

“Göklerden süzülerek geldiniz, o zaman bize, Tanrının bir armağanı olmalısınız” dedi yaşlı adam. Karşısındaki yabancı, bir şeyler söyledi boğuk sesiyle. Anlamamıştı söylediklerini, varlık birkaç adım kendisine yaklaştığında elindeki davulu yere düşürdü heyecanından. Bir yandan korkuyordu ama bir yandan da seçilmiş kişi olduğunu düşünüyordu.

“Ben General Drag” dedi iyice yaklaştığında. “Benim adım bu, sizlerin yeni efendisiyim ve buraya sizlere hükmetmek için geldim.” Adım adım yaklaştı, bir an göz göze geldiler, General Kull, korkudan beti benzi atmış yaşlı adamın başını hafif yana çevirdi, dişlerini beyaz, buruşuk deriye sapladığında adamın içi hazla dolmuştu. Bu içtiği düşman kanlarından daha lezizdi. Eğer kendilerine benzeyen bu canlılardan burada kendi dünyası Cullia’dan daha büyük gezegende çok varsa tam bir yiyecek ambarına düşmüştü.

Ak Bilge, dağın taşın ruhlarına hükmeden akıllı şaman, kıpırdayamıyordu bile. İtaat ile isyan, korku ve ümit arasında gidip geliyordu. Az önce süzülerek yere inen bu ruhun çok uzaklardan, karanlığın hüküm sürdüğü ama şimdi yok olmuş bir dünyadan gelmişti. Yine öğrenmişti ki gücü ve kuvveti vardı ama zayıflıkları da vardı. Isırdığı kişileri etkisi altına alma kudretine sahipti ve bu sahiplik kötülükten kaynaklanan bir hazzı da beraber getiriyordu. En kötüsü, örümcek ağına yakalanan sinek gibi kıpırdayamıyor hiçbir şey yapamıyordu. Bitkince yere yığıldığında adamın zafer kazanmış gibi çığlık attığını ve Drag Cullia veya Dra Kula diye bağırdığını hayal meyal hatırlıyordu. Dünyaya çok uzaklardan yeni kötü ruh gelmişti.

1 Beğeni