Gökçe'nin Yolculuğu

Gökçe’nin Yolculuğu

Ne et kemik ne hayâl, ne çizgiden ne de sayısal; tıklım tıklım tribünleri, Roma’ nın kolezyumlarını andırır coşkusuyla kendinden geçmiş ya da en ilkel haliyle kendini bulmuş kırkbin kişilik tek bir organizmaymış gibi dolduran seyircilerin altında maç devam ediyordu. Büyük kesme taş bloklardan oluşmuş, bu taş blokların en tepede bakımsız ama dimdik ayakta demir parmaklıklarla birleştiği ve taşlar gibi ve parmaklıklar gibi büyük bir stadyumdu. Ayırt edici sesler ya da sloganlar duymak imkânsız. Bu kırkbinkişilik orkestradan çıkan bir uğultu, vınlama. Ve bu orkestranın uğultusunda oynanan maç –artık ne maçıysa– sadece sesin devamlılığını sağlamaya yarayan basit bir araç gibi. İy bu uğultuda bir soluk, kırkbinde bir kafa, seksenbinde iki kol. Koronun bedenlerinin, kafalarının, savrulup duran binbir kolunun dalga dalga yamaçtan yukarı tırmanıp da stadyumun son sıra taşlarını dövdüğü noktada İy korodan sıyrıldı, o anda ve o mekanda ne yaptığı belirsiz gezgin bir serüvenci gibi stadyumun taşına geçti. Altındaki düzlüğün üzerinde keskin bir uçurum gibi yükselen stadyum tribünlerinin sarı kesme taşlarından bir taş İy. Zirvesinde kısa bir an dikildi ve hiç vakit kaybetmeden boşluğa atladı şöyle diyerek: “bakışsız bir kedi kara”. Saçlarının tepesi karman çorman ve içiçe yükseliyordu göğe doğru, her maceracının saçı gibi, sık dokunmuş bir orman gibi.

Orman dalgalandı, demin bir kara çam ormanıyken, şimdi nehirde yükselen bir longoz ormanıyken, şimdi bir yosun kolonisi, yosunların denizin cismini zikretmesi gibi dalgalandı da dalgalandı, stadyumun uçurumluk ettiği düzlük bir denizdi kara mavi. İy denizin yüzeyinden dibe doğru huzurlu beyaz bir burgaç, başkaca da bir ses çıkarmadan ilerledi.

Mesela şaşkın değildi, ya da hırslı mesela. Neredeyse neşeli bir hali vardı, ama ne şölen neşesiydi bu ne de panayır, ne sarhoşluk vardı bu neşede ne de kendinden geçmişti, üçgünlüksakallı içe gülünmüş bir kahkaha, teneke kutular tekmeleyen çocuklar gibi. Her nasıl bir aletse o, koy bu anın üzerine pergelle kerteriz alır gibi, tam bu andan geçen bir dilimini çıkar kapsadığı kadarıyla varolan herşeyin ve kapsadığı kadarıyla varolmayanların, bir varlıkzaman plağı… İşte bu dilimde bir sinek, yolcu almakta olan bir uçağa yanlışlıkla İstanbul’dan bindi ve on sekiz saat sonra, uçağın kapısını tekrar bulur bulmaz New York’a indi, işte tam bu andan geçen bir dilim alınırsa, bu dilimde İy denizin dibindeki yumşak kuma değdi. …ya da topacı.

Eğer bütün bu sahne, yani oynanan maç ve onun tarafları, seyirciler ve seyircilerin arasındaki farklı eğilimler, ağır taş stadyum ve dibindeki deniz , İy ve sonbahar havası gibi duran, koyu, bulutlu gökyüzü farklı yoğunlukları ve renkleri olan gazlardan oluşmuş bir nebula olsaydı, İy’in yaptığı koyu, yoğun ve neredeyse parlak birşeydi. Ve belki seyircilerin bu kadar anonim algılanmasının sebebi de bu hareketti. Aynen seyircilerin oyuna yaptığı etki gibi. Çünkü seyirciler o kadar yek vücut bir organizmamıydı emin değilim, “bakışsız bir kedi kara” diye bağıranın İy’ mi yoksa bütün bu sahne mi olduğundan emin olamadığım gibi.

-o-

Gökçe yürüyor. Çeşitli şehirler fonunda. Bir şehrin fotoğrafı nasıl çekilir.

Bir süre için ya da kısa bir süreliğine Anadolu’ da merdiveninin boşluğuna sığınmış resepsiyonlarının üstüne kurulmuş bütün kent otellerin as otellerin fotoğrafını çekmek istedim. Odalarında bir iki günlüğüne yatan, kalkan insanların, çok uzun pozlamalarla, silüet insanlar ve katı, net, beton, taş binalar. Fotoğrafın ilk zamanlarında çekilen şu güpe gündüz boş Paris sokakları ve içlerinden süzülen hayalet kalabalıklar gibi. Şehir hareket etmez çünkü. Binalarla ilgili en şaşırtıcı şeyde budur ve sürekli reddedilmesine rağmen gizli bir genel kabülü vardır bu durumun. Şehir genişlemez, yollar bir yere gitmez, şuradan buraya bir yokuş inmez. Yokuş durur hep, insanlar iner yokuştan eylem insanındır, fakat götürdüklerinden korkup da eylemenin yokuşa yamayıverirler inmeyi çıkmayı, getirdiklerinden de mahrum kalırlar böylece, eylemek de tutuklu kalır böylece asfaltın içinde. Yokuş inip çıkmaz çünkü genişlemek gibi bir arzusu yoktur şehrin, insanlar yeni binalar yaparlar, ve yoksa daha sonra o binalar, yıkılmışlardır. Çökmek bir yapının gerçekleştirdiği tek eylem gibidir. Ama bu da yapının eylemi değildir ki, temelinin metalini oksijen, ahşabı hidrojenle aşınıp dağıldığı için çökerler. Ve yine yapılırlar insanlar tarafından, ve yine tutamazlar bunu ellerinde kuşlar, böcekler, cinler, uzaylılar, tanrılar tarafından yapıldı diyerek. Kendini gerçekleştirmek ve özyıkım kişiliğin ve hareketin kavramlarıdır. Organik, kimyasal, soyut, sayısal, arzu, devinim, ekoloji, düşler, sanrılar, kutsallık, roller, oyunlar, hisler… mekanın ise kendini tasarlatmasından söz edilir ve burada da devreye yine, tasarlayan ve uygulayan yani hareket eden öğeler girer. binaların hareket ettiği yerler varsa buraların veya bu anların çok özel bir takım koşulları ve karışıklığı olduğu düşünülebilir. Hatta bu koşulların varlığı, soyut, düşünsel bir düzlemin dışında hareketli bir ilişki kurulamayan ve hep orda olmasına alışılmış olan yapı, mekan, binanın hareketi için şarttır. Miyazaki’ nin belirsizliğin içinde yürüyen ve tek dış kapısı farklı şehirlere açılan şatosu gibi. Balkon kapıları iç kapılardır tiyatro salonlarında locaların sahneye değil salona dahil olması gibi. Yürüyen şatonun balkonları ise mevzubahis şehirlere değil, binanın hareket ettiği geniş kırsal alana açılır ve bu yapısıyla, özellikle de uçabilen ev sahibi düşünüldüğünde birer dış kapıdır. Evin dış kapısı ise birkaç dünyayı içinde barındıran dev bir odaya açılan bir iç kapı gibidir. Aynı anda bütün bu şehirlerde olan şato bile tıpkı Şatov’un Stavrogin’e, Kirilov’a ve Marie Şatov’a ihtiyaç duyması gibi; büyücüsüyle ve onun esir aldığı ateşle birlikte hareket eder. Zira binalar hareketsizdir ve bu belki de en şaşırtıcı özellikleridir.

Oysa Gökçe yürürken neredeyse bunun tam tersi oluyor. Gökçe neredeyse sabit ve şehirler arkasından geçiyormuş gibi.

Bir adımını labirent gibi sokakları olan taş bir şehirde atıyor öbürünü evleri birbirinden kaçarca yerleşmiş bir köyde. Bir adım atıyor ve uzay üssünde, öbürünü attığında işçiler çekiçlerle vura vura gemi inşa ediyorlar. Uçurum dibinde kulübeler, kumdan apartmanlar, kalabalık alışveriş merkezleri, aralarında binlerce senelik farklar, hepsi şimdide toplanmış, Gökçe’nin fonundan geçiyorlar.

Çok yavaş bir hareketle kendi etrafında süzülerek yükseliyor Gökçe.

İşte tam da bu hareketten alınmış bir ilhamla Cemal Süreyya, Bir şehrin dışarıdan görünüşü’ nü yazdı.

-o-

Bulutların üzerinden geçerken şehirler aktı altından. Denizler, pasifik adaları, çöller, denizler, şehirler, denizler, denizler aktı.

Denizlerin altında; su altında kalmış şehirlerin sokaklarında balıklar dolanıyordu sürülerle, Kuşlar için yapılmış yuvaları mürenler mesken tutmuştu.

-o-

Martıların delirmediği bir yerdi. Yavaş yavaş aydınlanan gecenin içinde konuşur ve anlar gibi çığlıklar atıyorlardı. Yerler ıslaktı, şehir pusluydu ve günün ilk ışıkları; yatağın üzerinde dehşetli bir ifadesizlikle oturan Gökçe’ nin üzerine vuruyordu.

Beyaz, kısa, saten bir gecelik vardı üzerinde. Gecelik Gökçe’ nin üzerindeydi. Gökçe, yatağın. Yatak, pencerenin kenarındaydı ve pencere çıplaktı. Uzundu, genişti ve çok az bölünmüştü; bütün şehri, yokuş boyunca sıralanmış evleri, ağaçları ve üzerlerindeki gökyüzünü görmek istercesine. Şimdi de hâlâ karanlık olan gökyüzünde seyahat halindeki gri, beyaz, yoğun bulutlara bakıyordu; hızla yol alan bu bulutlarla gölgelenen ay ışığına, yatakta oturan kızın üzerinde gölge oyunları oynama şansı vererek. Gökçe ise hiçbiryere bakmıyordu. Veya şöyle de denebilir: Gökçe hiçbiryere bakıyordu.

Tam bu noktada; gemilerin çağıran kampanaları, martı seslerine karışırken, Simber, odanın kapısında gözüktü. Girip girmemek arasında kararsızmışçasına odaya göz gezdirdi; bilinçli ya da bilinçsiz, patlayıncaya kadar sıkışmaya ayarlanmış gazla dolu bir makineydi oda. Yatak pencere boyunca uzanıyor ve baş tarafı duvarla birleşiyordu. Yatağa rağmen hâlâ bir iki metrelik boşluk olan ayak tarafındaki duvara, beyaz bir banyoda, beyaz bir küvette intihar etmiş genç bir kadının fotoğrafı çerçevelenip asılmıştı. Küvetin kenarlarından kan sızıyordu. Duvarın dibinde bir abajur, üzerine atılmış şalın etkisiyle odayı çok yoğun bir ışıkla dolduruyordu. Pencerenin tam karşısındaki duvarda genişçe bir kapı ve yanında da Che Guevera’ nın Küba meclisinde kürsünün üstüne oturmuş, bacaklarını aşağı doğru sarkıtmış, rahat bir halde yaptığı bir konuşmanın fotoğrafı duvara dayalı duruyordu. Bu sebeple cam açıkken içeride daimi bir rüzgâr olurdu. İsimlerini hak eden karalamalar oraya buraya yapıştırılmıştı. Son günlerde ise gelişigüzel ortalığa saçılmaya başlayan çalakalem yapılmış bu eskiz yığını odanın kendi zamanını gösteren bir takvime dönüşmüştü ve üç gündür yeni bir karalama yerdeki tek tük kıyafetlerin arasına katılmamıştı. Bu üç günde ara sıra içeri giren Simber ve çok ufak hareketleri bir de gökçenin dumansı hareketleri dışında odanın coğrafyasında bir değişiklik olmamıştı.

“bir şeyler yesen artık Gökçe” dedi Simber. Ve bir cevap alamadı. Gözü odayı oluşturan parçaların arasına bir ay önce dahil olmuş formalheditle mumyalanmış fareye takıldı. İlk geldiğinden beri sevmemişti bu küp içindeki fareyi. Hassas bir dengede duran Gökçe’ nin ruh halinin ne tarafa devrileceğinin apaçık, saydam bir göstergesiydi.

Orada bulunuşunun bir ilgi şovuna dönüşebileceğini görünce sakince ayağa kalktı.

“bir şey istersen seslen yeter.”

Aynı sakinlikle çıktı odadan.

-o-

Simber’ in odası, Gökçe’ nin odasının hemen yanında uzunca bir koridorun sonundaydı. Yerdeki rahat görünümlü mindere bıraktı kendini. Bir ayağını baldırının altına alıp diğerini onun dibine doğru çekerek katladı, ellerini dizinin üstünde kenetleyip yanağını ellerinin üstüne koydu. Yüzü olduğundan daha uzun görünüyordu ve duvardaki Birdy filminin afişine dönüktü. Gözlerini kapadı. Bir yerlerden piano sesi gelmeye başladı. Piano sesine yan odadan hızlı ve rastgele toplanan, buruşturulan kâğıt, fermuar, net ve hızlı hareket eden adım ve savrulan kumaş sesleri karıştı. Yan tarafa geçip geçmemek arasında kararsız kaldı kısa bir an ve hemen henüz bir tehlike olmadığına karar verip dikkatle sesleri dinlemeye başladı. Fermuar tek hamlede, yüksek bir sesle kapandı, adımlar koridora çıktı. Evin kapısı açıldı ve kapandı. Adım sesleri tekrar koridora dönmedi.

Simber hızlı bir şekilde çıktı odadan.

Gökçe’ nin odası şimdi neredeyse boştu. Odayı kişiselleştiren hiçbirşey kalmamıştı. Simber koridoru aşarak kapıya doğru seğirtti. Kapıyı açtı; apartman boşluğu.

“Gökçe!”

Apartman boşluğu.

-o-

Fındıklı parkında hava neredeyse aydınlanmıştı. Bankların üzerinde boylu boyunca duran naylonlar hareket etti. Altından saçları omuzlarında, haftalık sakalıyla genç bir adam çıktı. Doğruldu ve oturdu. Gökçe, geceliğiyle ve elinde bir bavulla indi deniz kıyısına. Arkasında kızağa alınmış sandallar tereddütsüz attı bavulu denize. Adam parktan çıkana kadar izledi Gökçe’ yi, sonra Türk aksanlı İngilizce siyle şöyle dedi:

“we are the music makers we are the dreamers of dreams… âlâ”

Koyu bulutlar giderek seyreldi, tramvaylar çalışmaya başladı ve cadde arabalarla doldu.

-o-

Radyo spikeri canhıraş anlatıyor. Irak savaşı. Kara çıkartmasının ilk günü. Bir televizyon haberi ve radyodan yayınlanıyor. Bunun için de yer yer anlaşılmaz. Tek bir hareketle kapatılır genelde radyolar. Öyle de oldu. Hasan boynunda asılı duran fotoğraf makinesini Alp’ e doğrulttu, net ayarını yaparken konuşmaya başladı.

“Peki hafız nereye özgürlük götüreceklerini nasıl anlıyorlar?”

Alp kafasını bir an için Hasan’ a çevirdi. Hasan deklanşöre bastı.

“Kola satışlarından, bir yerde az kola içiliyorsa ihtilal yaptırıyorlar, hiç içilmiyorsa savaş açıyorlar… görebiliyormusun?”

Araba Akm’ nin önününe yaklaşmıştı.

“Hayır.”

Park ettiler ve salon tarafına bakarak beklemeye başladılar. Çok geçmeden arabanın yol tarafındaki arka kapısı açıldı, İrfan bindi arabaya.

“Selamun aleyküm”

“”vay ters köşe”

İrfan’ ın yaşını kestirmek çok güçtü. Kahverengi saçlı, gür bıyıklı, gözlerinin altında iri torbaları olan bir adamdı. Otuz yaşında da olabilirdi elli yaşında da.

“On iki buçuk muydu sizin?”

“İEvet”

“N’aber irfan abi”

“Ne olsun be güzelim çocuğu biliyosun işte hala o dava, perişan olduk valla. Ama çözücez.”

“Teşhis koydular mı bari?”

Araba İrfanı, Hasan’ ı, Alp’ i, İrfan’ ın küçük kızına konulan lenf kanseri teşhisini, hepsinin birbirine duyduğu tanımsız bir gerilim içeren samimiyeti taşıyarak Taksim Meydanı’ na doğru hareket etti, bir u dönüşü yaparak Beşiktaş yönüne döndü ve Marmara Oteli’ nin önünde durdu. İrfan arabadan indi, Alp ve Hasan yollarına devam etti.

-o-

Kuzeye doğru ilerledikçe şehir değişir. Önce uzamaya başlar binalar, on metre, daha sonra yüz metre daha. İnsanlar görünmez olur ve yerlerini birbirlerinin altına giren, üstüne çıkan ve giderek genişleyen yollara bırakırlar. Yollarda ardı arkası kesilmeyen arabaların sahnesidir.

Biraz daha ilerleyince hiç bina kalmaz, yollar boşalır. Bir anda, tam olarak bir anda aniden orman başlar.

Sola, ormanın içine doğru yönelen bir ormana girdiler ve asfaltta geride kaldı, tek bir hareketle iki yüzyıl öncesine açılan bir zaman tüneline girmiş gibi. Koyu tonlarda, çok detaylı işlenmiş bir gökyüzü tablosu gibi sonbahar ışığı, ağaçların, dallarının, yapraklarının arasından Hasan’ ın ve Alp’ in yüzüne geliyordu.

“çok mantıklı.”

“ama sinir bozucu.”

“düşün uzaylısın… yani düşününce biz de uzaylıyız tabi ama… diyelim ki dünya dışı bir uzaylısın. Dünyayı dışarıdan görüyorsun. Yapay ışığı. Ve bu ışık belli bir yerde yoğunlaşmış. Tabii ki oraya inersin önce. İkinci bir ihtimal İngiltere’ ye inmek.”

“Bak İngiltere’ ye inerim”

“Tabii aynı kültür kökeni aynı ışık. Türkiye’ de olur. Yukarıdan bakınca köprüye benziyor. İstanbul tabii ışığın başladığı yer.”

“İstanbul’ a inen bir uzaylı olsan ne yapardın önce?”

“bilmem İstanbul’ a inen bir uzaylı ne yaparsa onu yapardım.”

Geniş bir düzlükte arabadan indiler ve ormanın içlerine doğru ilerlemeye başladılar.

Neredeyse loştu ve neredeyse öğlen olmuş olmasına rağmen sisliydi orman. Hasan yüzüstü yere uzanarak sisler içindeki ağaçların fotoğrafını çekti. Kalktığında kıyafetlerine ve saçlarına dallar ve bazı kuru yapraklar takılmıştı. Üstün körü silkelendi. Alp de durmalarından faydalanarak bir süredir sarmakta olduğu sigarayı tamamladı.

“Buradan hiç çıkmamalıydık yahu, kafamızı güzelleştiren otları kemirip sincaplar gibi ağaç kovuklarında sikişmeliydik.”

Dedi Hasan.

Alp sigarayı yakıp Hasan’ a uzattı;

“İnsanlar gibi.”

“İnsan canavardır abi.”

Sigaradan bir nefes alıp üfledi ve ormanın derinliklerine doğru bağırdı:

“Yaşasın Aleksi Zorba!”

Bağırdığı yönde bağırdığı anda, tek kişilik bir ayinin ortasındaki bir şaman gibi dizleri üstünde, ağaçların arasından gökyüzüne bakan Gökçe’ yi gördüler. Hasan, ne yapacağını bilemez görünen Alp’ i abartılı bir reverans hareketiyle uyardı ve Gökçe’ ye doğru yürüdüler. Son ana kadar onlara bakmayan kız, ikili saygılı ve şaşkın yanına oturunca kafasını çevirdi ve baktı.

Şaman ayinine katılanlar üç kişi oldu.

-o-

Barmen kız kanyaklı kahveyi hazırlarken önümdeki shot votkayı yuvarladım.

“Kışları barda karabiber bulundurmalısınız”

dedim.

Barmen gülümsedi. Bir kadeh kırmızı şarap ve konyaklı kahve donanımımla masaya yöneldim. Simber, Gökçe, Hasan ve Alp oturuyordu. Şarabı Hasan’ a, kahveyi Gökçe’ ye verdim ve kendi kahvemi almak üzere bara döndüm, barmen kız elindeki yeni alınmış ve henüz açılmamış baharat paketini salladı.

“İskandinavya’ da soğuk algınlığına karşı ilaç olarak kullanılıyor votka-karabiber”

dedim.

O da başka tarifler vermeye başladı. Bir an dönüp masaya baktım.

Gökçe bir şeyler anlatıyordu. Ufak salonun hoparlörlerinden Air’ ın, Le voyage de Penelope’ u yayılıyordu.

-o-

“ die welt ist die gesamtheit der tatsachen, nicht der dinge”

Yokluğun fotoğrafı nasıl çekilir? Bir şeyin, bir kişinin, bir kavramın, duygunun, mekanın yokluğunun. Tarif edilemezliğin, görünmezliğin, yokluğun, tarif edilemez, görünmez, yok kılmanın. Yokluğun ve yokluğun tartışmalı varlığının etrafında yaşayan kocaman bir edebiyat, müzik, sinema. Şiir var. Sayfalarca mürekkep, metrelerce pelikül, senelerce tartışma, yüzlerce teori, gecelerce acı,… fotoğraf istemese de yokluğu da kaydeder. Daha da ötesi mesela bilet atarak sadece otobüse binilmez, kanatlarımızın olmayışına da bineriz. Denize dalıp da nefesini tutan herkes akciğerlerinin suya dayanıksızlığını da tutar. Yokluk o kadar çoktur ki yoklara bakmak pek olası değildir, rahatsız edici boyutlarda değilse de a priori kabul edilir. Çöplükte oynarken çekilmiş iki çocuğun fotoğrafı neyin yokluğunu gösterir? Paranın? Güvencenin? Anlayışın, yardımlaşmanın? Erkek kardeşine korumak isteyerek ya da sahiplenerek sarılmış kız çocuğunun, yani çöplükteki bu iki çocuğun fotağrafını çeken kadın fotağrafçıyla beraber çekilen fotoğrafında, küçük kızın kadın fotoğrafçıya, tetikte ve öfkeyle bakışı neyin yokluğudur? Güvenin? Sevginin? Deklanşör farkıyla değişiyorsa eğer bakışlar, var olmayan diğer fotoğrafla arasındaki fark neyin yokluğudur? Sabrın mı? Bakışın mı? Başlı başına bu yokluğun fotoğrafı mı, yoksa rahat bir evin yokluğu mu? Maddi bir derdin olmayışının yokluğu, bilginin yokluğu? Kuşlar grip olunca binlercesi öldürüldü ve çöplüklere atıldı. İnekler etleri daha lezzetli olsun diye daha önceden yenilmiş olan başka ineklerin toz haline getirilmiş kalıntılarıyla beslendiler ve hastalanınca sindirilmeleri ölümcül olduğu için çöplüklere atıldılar ve yakıldılar. Kızıl tehdite karşı napalm, sarı tehlikeye karşı atom bombası, Yahudilere gaz odası, anarşistlere Franko tankları, Londra’ ya Alman, Berlin’ e İngiliz bombası, Devlet-i Âli’ nin yüce menfaatleri uğruna kardeş katline uygundur yasası. Halepçe’ ye kimyasal, Bağdat’ a konvansiyonel, İkiz kulelere aerodinamik, Kerkük’ e süpersonik, Youtube’ a sayısal. Afrikalılar Amerika’ya, Cezayirliler Fransa’ ya, Mol-la-lar İ-ra-na, Komünistler Moskova’ ya, lütfen herkes bir kıta yana kaysın.

.

.

.

“Kan var kelimelerin ardında”, bu sebepten mesela, Ermeni taş ustalarının yokluğunun fotoğrafı çekilmeden, bir binanın fotoğrafı çekilemez. Gotik mimariden İkitelli’ nin sıvasız apartmanlarına kadar bir çıkarma işlemi. Köşesiz, en temel bileşenleri dışında hiçbirşeyi olmayan binalar. Düz bir çizgi. Huzur mimarisi. –yeni bir şey yok. –nasıl yani? –bilmediğimiz yeni bir şey yok. – Evet,… belki. Bir de dört beş sayfa boyunca sessizliğin yokluğu var. – Doğru. Bombalar, cepheler, savaşlar. -Yazılamayanlar. –Yazılamayanlar var mı yok mu? –Bilmiyorum… Sanırım ikisi de. Önemli mi o kadar? Evlerin içindeyse daha ufak şeylerin üzerinde birikmiş arayışlar, beklemeler. Gotik katedrallerin gargoylelarını ve masalların ejderhalarını. Fotoğraflar yokluğu da bazı şeylerin siner.

Peki ama bir şeyin yokluğunun fotoğrafı nasıl çekilir. Yıkılan bir mekânın mesela. Artık orda olmayışı ama bir zamanlar olmuş olduğunun fotoğrafı demek istiyorum. Sadece oranın bir zamanlar var olmuş olduğu boşluğa ya da yerinde yükselen yeni yapıya fotoğraf makinesini doğrultup deklanşöre basarak nasıl çekilir?

“die welt ist alles was der fall ist.”

2005-2018
Yeşil Ev, Gayrettepe, Okmeydanı