Gölgelerin İçinden: Giriş (İkinci Kitap)

Birinci Kitap: Taşların Gölgesinde
İkinci Kitap: Gölgelerin İçinden

GİRİŞ

Havanın bu sabahki yüzü, düne nazaran daha sertti, hatta suratsızdı. Vakit, gün ortasına keyiflice kurulmuşken, sahile, sakinleştirici etkisi olan, nazikçe, yoğun bir şekilde öpücüklerini konduran rahatlatıcı meltem sayesinde ortamdaki hava, biraz daha yumuşamış, hatta zaman, akşama yakınlaşırken neredeyse gülümseyecekti. Güneş, sımsıcak elleriyle denizin yüzünü okşuyordu. Kıyıya paralel yüksek kayalıklar da bundan nasibini alıyordu.

Sahilin uzunluğuna yakın yüksek kayalıklar, yataylamasına bazı yerlerde, diğer kısımlarına göre yerden seviyeleri alçalıp yükselirken, kıyıya doğru kimi yerde içine kapanıp uzaklaşmış, kimi yerde ise kendini kıyıya yakınlaştırarak adeta dışa vurmuştu. Sahilin her iki uç tarafını, bu kayalıkların devamı, denize dikine, burnu havada bir şekilde sınırlamıştı. Nerdeyse dört insan boyuna yakın yükseklikleri vardı. Sahilden gitmek isteyen biri, bu uç kısımlardan denemek isterse, ya denize dik kayanın üzerinden tırmanıp geçecekti ki bunun için çok sarf etmesi gerekti, ya da etrafından dolanıp, yüzüp geçmeye çalışacaktı ancak bu aşamaya dalgalar müdahil olabilir ve bu durumu icra edene sürpriz yapabilirdi. Dolayısıyla sahilin bu kısmına ulaşım sadece denizden oluyor gibi görünüyordu, kanatların yoksa şayet.

Yüksek kayalıkların kıyıya bakan yüzleri, çoğunlukla düz ve kaygandı. Tırmanmak isteyenler fazlaca beceri göstermek zorundalardı. Onların arkasında ise geriye, karaya doğru yine değişen yüksekliklerde uzunca bir şekilde yeşil tepeler uzanıyordu… Daha da geriye doğru devam edildikçe, bu zirvelerin bazılarının üst kısımlarının, birbirlerine bakıştığı yerlerin arasındaki çukur noktalarının ortalarından bir nehir geçiyorken, onun kenarlarında da, bir arada bulunan köy görünüyordu.

Marjuarane’nin kız kardeşi Anna Laira, turkuaz rengine yakın gözlerini açtı. Sanki bunu yaparken biraz zorlanmıştı. Kafasını kaldırmaya çalıştı ancak boynundaki ağrıdan kaynaklı, yüzünü buruşturdu. Bu esnada, yaptığı hareketinden dolayı, sırtına kadar uzanan siyah saç telleri, sanki gözlerini yeni açmış miskin bir insanın davranışı gibi bir tavırla, uyuşuk bir şekilde, hareket etsem mi etmesem mi diye bir hal içindeydi. Zira belli bir zaman dahilinde hareketsiz kalmışlardı. Anna Laira, yüzü koyun, yere yatmış pozisyonundayken ayağa kalkmaya çalıştı ancak buna muvaffak olamadı. Çünkü sahilin, kumlu ve küçük çakıllı olan bulunduğu yerdeki yüzeyine, iki avucunu birbirine paralel bastırıp kalkmaya çalışıyordu ki, bunu zorlanarak icra edebilmişti. Velhasıl kollarındaki ağrılar, sanki işçi pazarındakiler gibi kendini öne çıkarıp, biz de buradayız, diye bas bas bağırarak, yüz üstü tekrar yere kapaklanacağı sırada, güçlükle de olsa bedeninin kontrolünü diğer taraflarındaki acılara rağmen aynı şekilde ele alarak yanlamasına düştü. Akabinde, yeniden, kollarında, bacaklarında, sırtında, bedeninin her tarafında, tarifsiz acılar hissetti. Nitekim, ayağa kalkamadı. Kimi yerleri ıslak ve çamurlu, kimi yerleri yine yaş ve kumlu, bazı tarafları kurumuş, kirlilikle kaplanmış, bazı tarafları iyice keçeleşmiş, eskiden bakımlı olan saçları, O, yan yatmış konumda etrafa bakmaya çalışırken, sanki içip içip sarhoş bir insanın sabah ayılması gibi, miskinlik mertebesinden, bu şekle gelerek, terfi edip salınmaya çalıştı ama…

Üstündeki, soğuk havalara uygun kumaştan yapılmış uzun kollu, açık renk bluzun, hemen hemen her tarafında ıslaklık göze çarparken, ayrıca çamurlanmış ve de oldukça lekelenmişti. Esnek dokulu, koyu renk pantolonu da bu kirlilikten nasibini almış, sanki zincirleme yuvarlanma hareketine maruz kalmışcasına üzerinde izler barınıyordu ki bu kalma durumu, alt giyiminin üstünde bazı yırtılmalara sebep olmuştu tıpkı bluzda da olduğu gibi.

Çıplak ayakları, minik yaralara ev sahipliği yapıyordu. Bulunduğu yer, şu anda, denizin dalgalarının yaladığı bir kıyıydı. Etrafındaki kumlar üzerinde, eşi Damierdan’ın gemisinin irili ufaklı her türlü parçası arzı endam ediyordu ancak hemen hemen hepsi ağır yaralar almıştı.

Anna Laira, bütün hissettiği acılara zor da olsa direnme çabasında yeniden ayağa kalkmayı denedi. Bu sefer güçlükle de olsa başardı bunu. Sanki yeni doğmuş bir bebeğin apalaması gibi, zor kötek adımlarla ilerlemeye çalışıyordu ki denizin dalgaları dile gelip Ona adeta, “Dur!” dedi. Sahile kondurduğu öpücükle, araya kadını da karıştırarak, Onun ayaklarına temas etti ve bir kez daha Anna Laira yere düştü. Ardından, yüzü, acı ile sarmaş dolaş, yeniden ayağa kalktı. O güzel yüzünün bir çok yerinde, neresi olduğu fark etmez, ıslak çamur parçaları, kum parçaları, sanki yaş pastanın üzerine konulan mumlar gibi kendilerine müdahale edilmesini bekliyordu. Onlardan bazıları, bir dokunulsa, kendisini yere atacaktı. Şu anda üzerinde irili ufaklı, kimisi kurumuş ve dökülmüş, kimisi kurumuş ama daha dökülme aşamasına ulaşamamış ancak üzeri katılaşmış minik yaralar, yer fark etmeksizin, Anna Laira’nın narin ellerinin üzeri dahil zarif parmaklarına doğaçlama dağılmıştı. Nitekim, bazı yerleri kirlenmiş avuçlarıyla, yüzüne öylesine dokundu ve yanaklarındaki, alnının bazı kısımlarındaki, çenesinin altındaki ve yüzünün diğer kısımlarındaki, çamur ve kumları temizledi. Bu esnada endişeli bakışlarına bir hareket takılmıştı. Sahilin biraz daha gerisinden zorlukla adım atarken, ileride bir yerde, sanki, kumlara yüzü koyun yatmış bir şekil mi görmüştü. O zarafet yüklü kirpiklerini bir kez daha hareket ettirdi. O esnada onların üzerinde sere serpe uzanmış minnacık kum taneciklerinin rahatı bozulmuştu ve maalesef onlar yere doğru düşerken, bazıları şansına, yanakların kıyısında kendine yer edindi. O, kayıp tanrılara dua ederek, kalbinin atışlarının hızlanmasının verdiği heyecanın, bakışlarına bunu anlık mutluluk kokan bir telaşla yüklemesiyle, “Lütfen, Damierdan olsun. Lütfen,” diye umutla, ve bu düşünceden dolayı yeni bir hızla, düşe kalka o tarafa doğru ilerledi…

Damierdan ve Anna Laira, sahip oldukları daha doğrusu eşine ait olan yelkenli gemiyle, Onun daha önce de denize açıldığı tayfalarla, bir büyücüyle ve arkadaşı kaptanla, Batıdaki Chrubergine şehrindeki limandan, Meshinacro denizine açılarak güneye gitmek için ayrılmıştı. Kendilerine, güneydeki bir kişi, hazineden bahsetmişti. Söylediğine göre, beyaz bir ejderha ininden ayrılmış ve doğuya gitmişti. Ancak uzun süredir kendisinden haber alınamamıştı. Bundan dolayı ikisi, diğerleriyle beraber, hedefledikleri yöne gitmek için yelken açmıştı. Denizdeyken bir gece vakti Damierdan’ın gemisi çok şiddetli bir fırtınaya yakalanmıştı…

Anna Laira, zor kötek ilerlerken vücudundaki acılar birbirlerine selam verip kendi aralarında gezinirken, minik kum taneciklerinin keyif sürdüğü kirpiklerinin altındaki gözlerinde umut dolu bakışlarla, ileride fark ettiği harekete doğru adımlarını güç de olsa hızlandırma çabasındaydı. Kimi yerleri ıslak, kimi yerleri kuru kıyafetlerinin sınırlarından aşağıya kendini bırakan kumların ve yaş çamur kırıntılarının eşliğinde Marjuarane’nin kız kardeşi, kalbinde: “Lütfen Damierdan olsun, Lütfen,” şeklindeki yakarışıyla bir o yana bir bu yana, bazı yerleri yırtılmış ve hırpalanmış pantolonun içindeki ağrıyan narin bacaklarını zorlukla bir sağa bir sola, götüre getire hedefine ulaştı. Bu arada ıslaklık ve kurumuşluğun kendine yer edindiği pantolonuna yapışmış kum tanecikleri de yere düşmemek adına büyük çaba sarf ediyorlardı ancak bazıları bu konuda, diğerlerinin tıpkı, bazılarının, “Sen yaparsın, sen şöylesin, sen böylesin, kim tutar seni, gibi”, bütün sahte desteklerine rağmen hiç de başarılı değildi.

Anna Laira, sarf ettiği çabadan kaynaklı -hedefini gördüğü mesafe ile varışı arası kısa olmasına rağmen- sanki uzun bir yolda yürümüşcesine yorgun dizlerini, fark ettiği ayak hareketinin olduğu yere, kumların yoğun olduğu kısma dikeylemesine, umarsızca bıraktı. İnce ve zarif ellerindeki ufak yaralar, gelişi güzel düşünülerek temeli atılmış binalar gibi derisinin üzerinde oraya buraya yerleşmişti sanki. Onları, hareket eden bacağın sahibinin üzerine götürerek, yüzü kuma gömülmüş bedenin kendisininki gibi yıpranmış, hırpalanmış, üstündeki oraya buraya dağılmış ıslaklığın, yer yer çamurlaştırdığı ve de rengini daha da koyulaştırdığı kıyafetini, yine büyük bir gayretle tutarak, onu çevirmeye çalıştı. Bunu başardığında yüzünde zorlama da olsa keyifle, elleriyle yaşayıp yaşamadığının kontrolüne yaptı. Baktı ki, nabzı az da olsa atıyor, onun, yer yer kumlarla bezendiği, uzun, hem uçları ıslak hem de kuru saçlarıyla örttüğü, yüzüne dokundu ve acıyan parmaklarıyla saç tellerini hareket ettirdi ki onlar, yerini hiç yadırgamayan misafir misali kum tanelerini, yere doğru süpürmüştü. Anna Laira yüzünde mutlulukla, Damierdan olduğunu anladı.

Denizin, haleti ruhiyesi belli olmayan ve her ne sebeple olursa olsun değişen insanlar misali, dengesiz dalgalarını, güneşin ufak ufak kızıllığını giyinmeye başladığı sahnede, tıpkı yaramaz çocuklar gibi sahille buluşturduğu – bu karşılaşmaya enkaz haldeki geminin yan gelip yatmış parçaları ve koleksiyoncular da dahil- yere gönderirken, alımlı kadın, içindeki sesin yankısı, “Öp onu, öp onu,” diye ısrarlı çağrısına onay vererek, çatlak ve kuru dudaklarını, Damierdan’ın benzer görünüşteki dudaklarına yavaşça dokundurdu. Sakince ve nazikçe yaptığı bu hareket, her hangi bir şehvani duygudan bağımsız, içtenlikle bezeli düşüncelerinin yansıması olarak kocasını daha iyi duruma getirebilmek içindi. Damierdan’ın kuru ve çatlamış dudakları, hem aşırı sevgi dolu hem de umutla öpüşün ardından az da olsa ıslanarak, bunun getirisi olarak ta nabzı biraz daha hareketlenerek hızlanmıştı adeta. Yarılmış dudaklarındaki çatlakların içinde gezinen minnacık kum taneciklerinden bazıları da bu hayat dolu dokunuşa maruz kalmıştı. Anna Laira yeniden, yüzüne yerleşmek için yola çıkmaya hazırlanan, kalbinden başlayıp bakışlarında devam eden heyecanın, şeklen tam olmasa da gülümsemeye yaklaşan dönüşümüyle bir kez daha dudaklarını, eşinin az da olsa ıslanmış dudaklarına tekrar dokundurarak, can suyu misali onun nabzının atış hızını ve titreşimlerinin yükselişini daha da arttırdı. Nihayetinde eşi, ellerini hareketlendirip gözlerini yavaşça sanki yeni doğmuş bir bebeğin dünyaya bakışı misali açıyordu. Tıpkı, soğuk havalarda dışarı verilen nefesin cama üflenip oluşan buğunun ardından dışarıya bakarmış gibi görüşüyle, az da olsa gülümseyen bir yüz seçebilmişti. Anna Laira, eşinin yeniden hareketlenen ellerinden birini tutarak, kayıp tanrılara dua ederken kalbinde, bedenindeki tüm acıları bir anlığına unutarak gözlerinde yeniden filizlenen umutla, içinde derin sevgiyle, gözyaşlarına salık vererek Damierdan’ı yeniden, bu sefer daha da heyecanla öptü. Kocası artık son, biraz da uzun öpücükle daha da canlandı ve gözlerini tamamen açtı.

Daha net gören kahverengi gözleriyle, sahildeki kum ve bazı çakıl taşlarının yatağında sırt üstü uzanmış pozisyonuyla, karşısında gördüğü turkuaz rengine çalan gözlere sahip, ince ve narin burunlu, oval yüzlü, az da olsa yanaklarında ve kulaklarının yakınlarında, kum ve kurumuş çamur parçaları görünmesine rağmen güzelliğini bozamadığı, bakışlarından çıkan yolcular, daha öncesinde giyindiği kendisine dair endişe ve korkudan sıyrılmış ve umudu, kendisini yeniden görmesiyle heyecanı kuşanarak, onun bakışlarına doğru gelmesiyle ve O da, kalbindeki, ruhundaki derin sevgiyle ve aşkla onları karşılayarak, yuvarlak ve bazı yerleri kirlenmiş yüzünde gülümsemişti. Eşinin yeniden kıpırdanışını, çıplak ayaklarının hareketini fark edince, gözleri daha da ışıldadı. Damierdan yattığı yerden ve sırtını az da olsa rahatsız eden kısımdan kurtulma çabasıyla kafasını ileriye doğru kaldırma amacıyla hareket etmeye çalıştı ancak boynundan başlayarak, bedenin her tarafına yayılan acıların, savaşta piyadelerin öne sürülmesi gibi saldırısıyla başarılı olamadı. Güzel yüzlü eşi, ona yardım etme düsturuyla, üstünde ufak yaraların cirit attığı ellerini, kendisinin geniş omuzlarına nazik ve yavaşça az da acı verse de dokundurdu ve yatar halden kocasını, oturur pozisyona getirmeye çalıştı. Damierdan, her ne kadar eşi, yumuşakça temas etmiş olsa da omuzlarına, dokunuşun verdiği acıdan kaynaklı, yüzündeki kaslardaki kontrol mekanizması, tıpkı işinden kaytarıp orada burada arazi olup, ağzını sallayanlar gibi devreye girmemiş ve O da, istemsizce yüzünü buruşturmak zorunda kalmıştı.

“Ne oldu. O kadar da yumuşakça dokundum ama… Canın mı acıdı,” dedi üzülerek bunu gördüğünde. Damierdan güçlükle de olsa doğrulmuştu.

“Üzülme, o kadar da acımadı. Yüzüm işte, istemsizce… Neyse… Görüyorum ki, sende de bendeki gibi acılar, her zerrende parti veriyor,” dedi, kısık sesle. Daha sonrasında birkaç kez öksürdü.

“Aynen bir tanem. Ama seni görünce hiçbir şey kalmadı bende,” dedikten sonra karısı, onun acıları, ağrıları ve kendisinin de aynı şekilde her tarafında ağrıları olmasına rağmen dayanamadı ve gözyaşlarıyla kocasına sarıldı. Damierdan irkilse de, bu acılı kucaklaşmaya sevgiyle karşılık verdi ve güzel eşinin gözyaşlarını sildi. Ayakları çıplaktı, üstündeki, dünyanın kuzey kıyılarının tamamına hakim Ascander Denizinin doğu tarafındaki kıyısına dik uzanan, Monhasel dağlarının eteklerindeki kasabada bulunan bir satıcıdan aldığı, o civardaki yaşayan değerli bir otçul hayvanın derisinden yapılan sert dokulu yeleğin, büyük bir kısmı zarar görmüş ve çamurlaşmıştı, altındaki kumaşı oldukça ipeksi yumuşaklıkta ve görünüşe göre pahalı, gri renkteki üst giysisinin de kollarının üst kısmındaki işlemelerin uç tarafının bağlandığı orta kısmı yırtılmış ve ön yüzeylerinde oldukça yıpranma mevcuttu ve pantolonu da baya hor görülmüş ve de hırpalanmıştı. Dizleriyle paçaları arasında bazı yırtıklar bulunuyor ve baldır tarafları da oldukça çamurlu gözüküyordu. İkisi yan yana otururken kumlu ve taşlı sahilde, günbatımı yerini alırken sakince, denizin köpüklü dalgaları kimi zaman yumuşakça, kimi zaman hınzırca, kimi zaman tatmin edici sertlikle ikilinin çıplak ayaklarından başlayıp, üstlerine doğru ilerleyip geri çekiliyordu. Koleksiyoncular, biraz daha kendilerine geldiler. Anna Laira’nın dağınık ve pejmurde saçlarını, sağ taraflarından gelen meltem savurma çabasındayken, Damierdan, “Biz bu hale nasıl geldik,” dercesine O’na baktı.

“İkimiz, geminin güvertesinde konuşurken bir anda nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde yoğun ve şiddetli dalgalar bize doğru, sanki açlıktan bitap düşmüş, gördüğü yemeğe saldıranlar gibi üstümüze çullandı,” dedi hala tam olarak ne olduğunu anlayamayan bir bakışla. Sonrasında ellerini kumların içine daldırmış ve avuçlarındaki deniz kabuklarını almıştı. Sevdiğini sağ bulmasından kaynaklı, tıpkı, anne babası hayattayken abisi Marjuarane, bir gün ansızın ortadan kaybolmuş, sonrasında Manilla ve Soriol ile beraber habersiz gezilerinden geri döndüğünde, onu yeniden gördüğündeki gibi yüzünde çocuksu sırıtışlarla, elindeki farklı desenli ve renkli deniz kabuklarını ona gösterdi.

“Halbuki daha önce de denizlere açıldığım dostum, kaptanla konuşmuştuk. Rehirda, bize çok da uzakta olmayan bir fırtınanın olabileceğini, bunun gerçekleşmemesi adına rotadan biraz sapabileceğini söylemişti. Sanırım yanılgıya düştü,” dedi sesinin tonu normale biraz daha yaklaşıyordu. Eşinde, yeniden vücut bulan enerjiye katılarak, ondan nazikçe sataşmayla kabukları almaya çalıştı. İkisi de birbirlerine yeniden kavuştuklarına seviniyordu. Bedenlerinin her yerindeki ağrılar bile şu an için bu sahnede dekor bile olmazdı.

“Ya da fırtına, yön değiştirdi,” dedikten sonra, Anna Laira, dışı, mavimsi, küçük bir deniz kabuğunun üstüne, pespaye saçının ucunu dolamaya çalışıyordu.

“Olabilir… Tam, sen bana, abinle ilgili bir şey anlatırken aniden gelen dalgaların şiddetiyle, geminin tüm kemikleri, darbe aldıkça önce çatlamaya, omurgası da dahil kırılmaya ve nihayetinde parçalanarak, seni, beni, oraya buraya savurdu. Diğerlerine ne oldu hiç bilmiyorum,” dedi düşünceyle. Aksine hemen ardından sevdiğinden deniz kabuğunu alma çabasıyla yumuşakça hamle yaptı, yeni bir enerjiyle muzipçe sırıtarak.

“Bağrışlar, çığlıklar, feryatlar… Oradan oraya dağılan eşyalar… derken, sen de ben de, geminin kırılmış, küçüklü büyüklü, ahşap parçalarından birine tutunmasaydık…”

“Büyük ihtimalle, oldukça büyük ve sağlam bir dalga, bizi ve geminin kalan parçalarını bu sahile artık her neresiyse, postaladı. Sonrasını hatırlamıyorum.”

“Halimiz ortada hayatım, üstümüze, başımıza baksana… İkimizin de her tarafı ağrıyor.”

İkisi, birbirlerine destek olarak, güçlükle de olsa ayağa kalktılar. Önlerinde uzanan, daha çok koyu turuncu kumların iştarikiyle ya da günbatımının ortaklaşmasıyla, ikisinin daha çok da gökyüzündeki üyenin payıyla iki rengin karışımı bir sahil görünüyordu. Bu birleşmeye farklı olarak, az da olsa mat renklerdeki yuvarlak ve küçük çakıl taşları hisse koysa da, değişik desenlerde deniz kabukları da, eh işte, çorbada benimde tuzum olsun tadındaydı. Kumların üzerinde, çoğunluğu, dalgaların üzerinden defalarca gezdiği geminin enkazından kurtulan parçalar, bazen bu geçişle hareket edip yalpalıyor, bazen de umursamaz bir tavırla başka tarafa sürükleniyordu. Arka taraflarında değişik yüksekliklerde bulunan kayalıkların, kendilerini geriye doğru, aralığı uzun girintili, çıkıntılı yaslamasıyla, sağ ve sol taraflarında, bakış mesafelerinin son hizalarında denizi sınırlayan, gerilerindeki yüksek kayaların devamı niteliğinde, suya doğru yatmış, üç, dört ortalama insan boyundaki bir nevi uzantıları görünüyordu. Denizin dalgaları her iki taraftan kayalıkların sırtını kimi zaman yavaşça sıvazlıyor, kimi zamansa tırnaklarını batırıyordu. Ayrıca dalgaların dokunamadığı kayalık kısımların ön taraflarında bazı yerlerde, küçüklü büyüklü, kuru yerleri gri tonlarda kayalar bulunuyordu. Deniz, kimi zaman onları da yumrukluyordu ya da hafifçe kollarıyla sarıyordu. Hatta bir tanesinin sırtının kumlu yüzeye yakın kısmına, renkli, minik deniz kabukları bırakmıştı bir jest olarak, önceki hırçınlığına özür maiyetinde.

“Hayatım, sen kendi tarafına bak, ben de benim bulduğum tarafa. İşe yarar bir şeyler bulabilir misin? Örneğin bot ya da ayakkabı, kıyafet ya da başka kullanılabilecek şeyler. Gerçi, akşamda yaklaştı iyice. Belki, kasayı da bulabilirsin. Kayaya falan çarpıp dağılmış olabilir,” dedi Damierdan ve güç de olsa dengede kalmaya çabalayarak eşinin tersi ikametinde yürüyüşüne başladı. Ortalıkta ikisinden başka bir canlı, -bulundukları yeri esas alırsak- görünmüyordu. Ama sahilin öbür taraflarında, geminin diğer sakinleri olabilirdi. Anna Laira, yavaş ve sakin adımlarla, ilk etapta dalgalardan uzak durarak şu anki arayışına başladı. Diğer taraftan Damierdan’da, kendi bölümünde ilerlerken, içi az da olsa su dolmuş, boş vermiş bir edayla sürünen bir bot buldu.

Anna Laira, sahilin kendi tarafındaki yerde kumların üzerinde, kimi zaman kayarak, kimi zaman dengesini kaybederek, düşme pozisyonda kalarak, güç de olsa ayakta durarak, bazen fark ettiği işe yarar bir şey, örneğin: giysi gördüğünde denize yakın giderek, dolayısıyla dalgalarla çıplak ayakları tekrar buluşarak, bazen de daha geride kullanabilecek bir şey olup olmadığını araştırarak oralarda yürüyordu. Artık kızıllık, sahile elveda derken, son bakışlarında, denize yakın dalgaların daha da yoğunlaştığı yakınlarda, karaltılı aydınlığın son kırıntılarında bir ışıltı çekti dikkatini. Eğilip, pantolonunun o kısımlarında yırtılmalar, zedelenmeler göze çarpsa da dizlerini, suyun içine doğru, birleşik ve dikey olarak bırakıp, o minik parçalanmış yerlerden giren ve ellerindeki ufak tefek yaralara tuzlu su dokunsa da acısına dayanarak avuçlarını kuma daldırdı. Orayı ve etrafını biraz daha derine doğru bir nevi ufakça kazdığında, gemide bulunan kasadaki değerli mücevherlerini ve altınları buldu. Görünüşe göre, yakınındaki kayaya çarpıp dağılmıştı kasa. Hemen hemen değerli olanların çoğunu bulduktan sonra, gövdesi kumun üzerindeki kayanın yanında bir parıltı daha, bakışlarının kapısını çaldı. İçindeki merak duygusunun aşırı ve kapıdan kovsan, bacadan girer çağrısıyla ve koleksiyoncu olmanın mütemadiyen itişiyle kapıyı açtı. Avuçlarında tuttuğu ufak bir deniz kabuğu ya da orta boy çakıl taşı büyüklüğünde, ilk görüşünde renksiz bir taş gibi görünüyordu. Artık kararmaya başlayan havada daha da odaklanarak, önemseyerek baksa da, değerli olduğunu – Damierdan’dan edindiği, koleksiyoncu gözlemlerine, dayanarak- anlamıştı ama ne rengini ne de hatlarını seçemiyordu. Yine de içindeki ses, katiyetle onun bir elmas parçasını olduğunu, ona ifade etmişti. Oraları araştırırken, yüksek kayalıkların, ikisinin ilk bulunduğu yerin biraz yürüyüş mesafesi ilerisinde, kıyıdan içe doğru daha pervasızca, rahatça sırtını dayadığını fark etti.

Karanlık, sahnede dekor olarak yerini almış ve ay ışığı yavaş yavaş perdeye yaklaşıyordu. Anna Laira bulduklarıyla – değerli mücevher ve altınları, işe yarar kıyafetler, sağ kalmış kesici silahlar…- yarı sürüyerek, yarı tutarak tekrar eşinin yanına döndüğünde, biraz korkuyla karışık şaşkınlığa uğradı. Zira ortam çok da aydınlık olmadığından kocasının yanındaki karaltıları seçemiyordu ve ihtiyatla geride durdu. Damierdan, onun bu halini görünce:
“Endişelenme hayatım, bu insanlar bizim çalışanlar, tayfalar. Daha önce de onlarla denize açılmıştım. İkimiz gibi onlar da enkazdan, eh, yaralı, bereli de olsalar kurtulmuşlar,” dedi eşinin yanına gelerek.

Sonrasında ay ışığının tamamıyla yüzünü denizin üstüne dönmesiyle, gülümsemeleri ondan, sahilde şu anda, Anna Laira’nın tanıştıktan sonra eşini ve diğer üçünü bulduğu kıyıdan uzak, dalgaların ulaşmadığı geniş açıklığın olduğu yere yansıyordu. Enkazdan kurtulanlar da, ikisi gibi insandı. Onların kıyafetleri de hırpalanmış, yıpranmış, kimi yerleri yırtılmış, parçalanmıştı.

Damierdan, botların içindeki suyu, az da olsa kumu boşaltıp tam ayaklarına acı da olsa uyacak mı diye, denge de kalmaya çabalayarak giyecekti ki, onun komikliğe yakın hareketlerini fark edipte yakınlaşan biri, kendisini tanıyarak yanına gelmişti. Hiç duraksamadan, bazı yerleri geminin kıyıya vurmasının enkazından kaynaklı sürüklenmeden dolayı, derisi yüzülmüş, bazı kısımları kanamış ve de kabuklaşmış, yüzölçümleri ufak da olsa acısı büyük yaralarla, yüzünde gülümsemeyle: “Efendi Damierdan,” diye seslenmişti. Az da olsa irkilse de bu sesin sahibini tanıyarak, botları yere atmış ve onun geldiği yöne doğru bakmıştı. Sonrasında, ikili kucaklaştı, ağrılarla baş ederek. Onlar, beraber daha da ileri gittiklerinde diğer ikisini buldular. Biri kıyıdan daha gerilerde yan yatmış ve sırtı küçük bir kayaya dayanmıştı, diğeri ise suyun yamacında, giysilerinden az da olsa sular damlayarak ayağa kalkmaya çalışıyordu.

Damierdan, karısına, onların en güvendiği tayfalardan ve karaya çıktıklarında en güvendiği yardımcılarından olduğunu söyledi. Sonrasında da tanıttı.

“Kısa kıvırcık saçlı ve dar yüzlü, uzun boylu olan Teclanne, diğeri fiziken biraz daha tombul ama çok dayanıklı yapıya sahip Naphe ve üçüncüsü de sakallı ve de köşeli yüzü olan, biraz sert mizaçlı Tepprain,”

Bir nevi yardımcıları olan üç kişi, Leydim, babında reverans yaptılar. Anna Laira paha biçilmez gamzeleriyle içtenlikle belli belirsiz, onlara karşılık verdi. Tam olarak tanımlamaları, kararan havanın şu anki durumundan, çok da seçememişti. Daha sonra, geminin ahşap parçalarından kuru olanlardan bazıların alıp, onları yakıp ısınmaya çalıştılar. Tuttukları balıkları da pişirerek yediler. Burası, sanki kayaların iki taraflı kapanına kısmış olduğu bir yer gibiydi. Ay ışığı, incilerini denize dökmeye devam ederken ve onun yüzeyi bunları, şu an için, yorgunlukla ve bedenlerindeki acılarla, ağrılarla, üzerlerine yeniden giydikleri nispeten kuru elbiselerle uyuyan beşlinin uykularına ikram ediyordu. Ay ışığının tellerinden biri de, Anna Laira’nın uyurken sağ ve sol tarafa döndükçe cebinden kıyısına doğru ilerleyip, oradan sarkan, ilk başta renksiz gibi görünen ama dış yüzeyine dokundukça mavimsi gri bir elmas olduğu anlaşılan kristal, karanlıkta belirginleşiyordu ve daha da parlıyordu.

Sabah, rüzgarın sert dokunuşuyla uyandılar. Diğerleri uyuşukluklarını üzerinden atmaya çabalarken Damierdan’ın kulakları, ağır tonlu seslerin hücumuna uğradı. Öbürlerini uyardı ve onlar, hemen bu ikaza ayak uydurarak ve sonucu olarak, arka taraflarındaki kayalıklara sırtlarını dayayarak saklanma çabasında sessizce kenarından ilerlemeye başladılar. Öndeki yüksek kayalarla yerden seviyesi artan ve azalan tarafın, üzerinde yeşilin farklı tonlarında çalılıklarla, bodur ve küçük ağaçların kapladığı -eni dar ama mesafesi uzun aralığı es geçersek- bir nevi birleşme noktasındaki tepelerden birine, büyüklüğü kendi türlerine göre ortalama siyah bir ejderha iniş yapmıştı. Hızlıca, ağaçları ve çalılıkları eze eze kayalıkların ucuna, yani sahile bakan en yakın yerine gelmişti. İçindeki biriktirdiği öfkeyi, geniş ağzından alevler saçarak dile getirdi. Denizin sahile vuran dalgalarında yansıyan bu ateşin az da olsa uzantılarını beşli görmüştü. Aceleyle daha da geriye giderek arkalarındaki kayalıklardaki içe doğru açıklığı fark ettiler. Burası uzaktan görünmeyen ancak yakınlaşıp yanlamasına bakılınca belirginleşen kısımdı. Hiç vakit kaybetmeden sanki bir mağara ağzı gibi olan yerin başlangıcından içeri girdiler.

1 Beğeni