Gölgeliman, Yeni Dünya’nın parıldayan incisi. Zengin kaynaklara, balta girmemiş ormanlara ve envaiçeşit canlıya sahiplik yapan Yeni Dünya’nın kapısı Gölgeliman. Zamanıyla refahın ve zenginliğin şehri Gölgeliman, şimdilerde adı silinmiş, unutulmuş mağrur bir efsanedir.
Güneş, ufukta bir kol misali göğe uzanan ışıklarıyla koyu mavi okyanusun üzerine doğmaktadır, şehirde hayat başlar. Balıkçı tekneleri birer birer ava çıkarlar, kimi zaman büyük ticaret gemileri de belirir, bu ufak teknelere eşlik edercesine süslerler manzarayı. Göklerde irili ufaklı, en küçüğünün bir kanat genişliği iki arşın olan balıkçı pelikanlar uçarlar. Üstlerinde taşıdıkları sürücüleriyle uyum içerisinde çalışır, gün sonuna kadar sürüyle balık yakalarlardı. Şehrin devasa körfezi, kurulduğu günlerden beridir boş durmaz, bir arı kovanı misali gemiler girip çıkarlar. Tersanelerde işçilerin bağırışları daha gün doğmadan başlar. En ağırından en hafifine tüm yükler özenle taşınır. Şehrin binaları kahverengi tozcevher tuğlasından yapılmadır, çoğunlukla iki katlıdır ve üçgen şeklindeki büyük çatılarıyla alçakta kalan liman bölgesinden en dıştaki yüksek sur bölgesine kadar eğimli yollar boyunca yan yana dizilirler. Şehirdeki hane sayısı hızlı bir artış göstermiş, şehir ilk zamanlarına kıyasla inanılmaz bir genişleme yaşamıştı. Caddeler, sokaklar ve meydanlar gri taşlarla döşeliydi. Döşemeler yer yer desenli demir parmaklıklarla kaplıydı, bunların altında tanzanit, benitoit gibi birçok büyüsel mücevher yerleştiriliyordu. Soğuk havalarda ısınma ve sıcak havalarda serinleme amacıyla yer altından yakılıyorlar ve şehri aşırı koşullardan koruyorlardı.
Şehir, içerisinde olduğu İlkbahar mevsimi gibi canlı bir haldeydi. Caddeler ve sokaklar insan, liman gemilerle taşıyordu. Çevre kentlerden kervanlar ve Kesif Kıta’dan gelen ticaret gemileri halihazırda dolu olan şehri daha da dolduruyordu. Bir huysuz ihtiyar, sokaktaki çocukların çarpmasıyla yere yığıldı. Hiddetli, bağırdı:
—Aptal sürüsü, andaval yığını!
İhtiyarın çığırışlarıyla duran çocuklar ihtiyara dil çıkartıp kahkahalar içinde koşuşup kaçtılar. İhtiyar adam söylenerek yerden kalktı, üzerindeki tozu silktikten sonra bir elinde asasıyla liman bölgesine doğru gitti. Çeşit çeşit geminin dizili olduğu yere vardığında Güneş tam tepedeydi. Oradaki bir yolcu gemisine bindi, yavaş yavaş şehirden uzaklaşırken bir daha göremeyeceğini bildiği şehre dönüp baktı. Büyük bir ciddiyetle kendi kendine söyledi:
—Kış sert geçecek, hem de çok sert.
Kış geldi, şehir karlar altında kaldı. Sahil şeridi boyunca buz parçaları okyanusun soğuk sularında çalkalanıyor, yer yer karaya çıkıyordu. Kent durgunlaşmıştı, insanlar evlerine sığınmışlardı. Tüm bacalardan gri dumanlar yükseliyor, bir süre sonra bembeyaz gökyüzüne karışıyordu. Güneş, bulutların ardında soluk ışığıyla parıldıyordu. Yollar, demir parmaklıklardan çıkan sıcak hava ile ısınıyordu ama bu denli soğuktan korunmak için kat kat giyinmek şarttı. Sokaklarda dolaşan tek tük insanların üstünde kürkten kıyafetler ve şapkalar vardı. Mevsimlerle beraber değişen Gölgeliman, dinlenme dönemine girmişti.
Bu Kış Yeni Dünya’nın öbür okyanusuna bakan Sarmalkent’den ve diğer birkaç uç şehirden hiçbir yolcu şehre uğramadı. Normalde Yeni Dünya şehirleri arasında, kural üzerine, en çok bir hafta aralıklarla haberciler uğrar ve yeni gelişmeleri her yere duyururlar. Yine, onlar da uğramadı. Gölgeliman, sanki hiç keşfedilmemiş topraklarda bir başına kalmıştı.
Şehrin güneyinde ve kuzeyinde sıradağlar yer alır, doğusunda ise uçsuz bucaksız okyanus. O sebeple asıl giriş batı tarafında yer alır. Kentin surları, genel mimarinin aksine ince kesme taştan yapılmıştı. Emniyet ise yerel muhafızlar güçlerinden ibaretti. Barış ve huzur içerisinde yaşayan bu liman kenti, herhangi bir ek güvenliğe ihtiyaç duymamıştı.
Kış mevsimini yalnızlık içerisinde geçiren Gölgeliman şehrinin dışında gür sesli borazanlar duyuldu. Kapılar kapatıldı, eli tutanlar silahlandı. Hiç görüp işitmedikleri koca bir ordu, yerleşkenin dibinde bitivermişti. Baştan aşağı siyah hayvan postu giyiyorlardı, anlaşılmayan bir dilde bağırıp çağrışmaları liman tarafından bile işitiliyordu. Sonra akın akın şehre girdiler, bir sel gibi önlerine çıkan her şeyi yok ettiler. Altın dönemlerini geçiren kent, birkaç saat içerisinde talan edildi. Evler, heykeller, kuleler ve liman yerle bir oldu, herkes kılıçtan geçirildi. Koca bir şehir, şimdi adı bile anılmayan bir harabe haline geldi.
Yıkılmış evlerin arasında iki kardeş, birbirine sımsıkı sarılmış, ne yapacaklarını bilmeden öylece duruyorlardı. Tanıdıkları herkes ölmüş olsa da onların önünde hala bir hayat vardı. Böylece bir kentin yok oluşu, yeni hikayelerin başlangıcı olacaktı.
]---------------------------------------------------------[
Şehrin halihazırda az sayıdaki muhafızları bir anda yok oluverdi. Kentin geniş kapıları da pek dayanamadı. İçeriye siyahlar içindeki akıncılar doluşmaya başladı. İzdiham oldu, herkes sokaklarda kaçacak yer arıyor; evladını, eşini, değerli eşyalarını alıp aklına gelen ilk yerden sıvışmaya çalışıyordu ama nafile. En dıştan en içe doğru birer birer herkes kılıçtan geçiriliyordu. Tüm bunların üzerine çıkan yangın da cabası. Her yeri aç alevleriyle yakıp kül ediyordu. Yalnız dört saat içerisinde güzelim şehir darmaduman olmuş, yıkılmış, kana bulanmıştı. Artık o samimi evlerin yerinde yeller esiyordu, birkaç ufak taş yağını.
Kargaşa esnasında yıkılan evlerinin altında şans eseri kurtulan biri delikanlı diğeriyse beş altı yaşlarında bir çocuk, iki kardeş, dehşet içinde dışarıdaki seslerin kesilmesini bekliyorlardı. Uzunca bir süre öylece kalakaldılar. Gözyaşları içinde, çok değil, hemen yanlarında kol gezen ölümün gelip geçmesini ses çıkarmadan beklediler. Zaman, sanki durmuş, sanki feryatlar hiçbir zaman kesilmeyecek gibiydi. Öyle ki, her şey olup bittiğinde bile o sesler kafalarının içinde yankılanıp duracaktı.
Tersanede yük taşımacılığı yapan delikanlı, ortalığın dinginleştiğine karar verdiğinde üzerlerindeki, şükürler olsun ki, hafif yıkıntıyı dikkatli bir şekilde kaldırdı. Emin olmak için bir kez daha etrafı kolaçan etti. Sonra öylece köşeye sinmiş kardeşini tutup kaldırdı. Çocuğu bileğinden çok sert tutuyordu ama ne o, etraftakilere dikkat kesildiği için ne de kardeşi, yaşadığı korkudan durumun farkına varmamıştı. Delikanlı, yıllarını geçirdiği sokakları tüm bu yıkılmış evlere rağmen iyi kötü tanıyor, kardeşiyle beraber şehirden güvenli bir çıkış arıyordu. Hayatta kalmak her şeyden önce geliyordu. Barınma, yiyecek, içecek, ısınma… bunlar sonrada karşılanabilir ihtiyaçlardı.
Sokakların arasında büyük bir ustalıkla gizlenen abi-kardeş, bir hayalet gibi ilerliyorlardı. Köşeyi döndükleri sıra kısılmış, kesik bir ses duyuldu:
—Ne olur…
Yerde kanlar içinde bir kadın uzanıyor, yanı başında şehre giren yabancılardan biri kemerini çıkarıyordu. Genç, kardeşiyle beraber hızlıca geri çekildi ama istemeden ses çıkarmışlardı. Siyahlar içindeki, belinde kılıcı, iri yapılı korkutucu adam yavaş yavaş sesin kaynağına doğru yaklaşıyordu. Daha demin döndükleri evin duvarına yapışmışlardı. Delikanlı ne yapacağını düşünürken yerdeki biçimsiz tuğlayı görüp eline aldı. Kardeşine bir eliyle koşmaya hazır olmasını işaret etti.
Adam tam köşeyi dönüp onları bulacağı sırada, tuğlayı adamın yüzüne geçirdi. Sımsıkı tuttuğu kardeşiyle beraber koşmaya başladılar. Bu esnada çevredeki diğer işgalcilerin de dikkatini çekmiş olacaklardı ki birkaç metre, belki birkaç sokak ötede peşlerine takılan kalabalığın gürültüsü duyuluyordu. Neyse ki sokaklar hala bildikleri sokaklardı, bu şekilde nereye gideceklerini bildiklerinden hızlıca arayı açıyorlardı. Bir sağa, bir sola sonra tekrar sola… dönüşlerin sonu gelmiyordu. En sonunda kendilerini kovalayan grup da pes etmiş olacak ki adım sesleri kesilmişti. Biraz sakinleştikten sonra yerle bir olmuş şehrin yıkık sokaklarında yürümeye devam ettiler.
Bir süre sonra, bir kapıya rastladılar. Parmaklıklı metal kapı, şehrin küçük giriş-çıkışlarından birisiydi. Pekala ücra bir köşede kalan bu yerden zamanında çok geçmişlerdi. Gerek saklanmak için, gerek oynamak için, bu kapıyla fazlasıyla anı biriktirmişlerdi. Sonra, nostaljik kapıdan geçtiler. Kendilerini yavaştan kararmaya başlamış gökyüzünün altında, şehrin güneyindeki sıradağlara bakarken buldular. Ötede deniz, tüm bu hüzne rağmen huzurlu dalgalanıyordu. Güneş de vadi boyunca uzanan nehrin üzerinde son selamını veriyordu. Onca kovalamacanın ardından sonunda şehirden çıkmışlardı. Nereye varacağını bilmeden, karşılarındaki dağların arasından geçen patikayı takip etmeye başlamışlardı.
]---------------------------------------------------------[
Kış, en çetin dönemlerinin sonrasında bile hala daha çok soğuktu. Her yeri karla kaplamıştı. Hayvanlar inlerine çekilmiş, yiyecekler saklanmış, göletler ve küçük derelerse ufak buz parçalarına dönüşmüştü. İşte abi ve kardeş, evlerini bu şartlar altında terk etmek zorunda kalmışlardı. Nereye gittiğini veya nereye kadar gittiğini bilmedikleri yolu takip ederken bu soğuk mevsim boyunca hiç çıkarmadıkları kürkleri sağ olsun biraz olsun sıcak tutuyordu. Bir süre yalnızca yürüdüler, küçük patika en nihayetinde onları güneydeki dağların yüksekçe bir yerine ulaştırdı. Bir tarafta Gölgeliman’ın harabeleri görülüyordu, diğer bir tarafta ise hiç bilmedikleri topraklar vardı. Yüksekte daha da soğuyan havadan kaçınmak için fazla durmadılar. Tanımadıkları vahşi toprakların içine doğru devam eden patikayı izlediler.
Dağlar, kardeşlerin indiği tarafta daha çok güneşe maruz kaldığından öteki yamaca kıyasla daha çok ısınmıştı. Tabi kuzeyden gelen soğuk havalar da bu dağlar sayesinde, tamamen olmasa da bir ölçüde kesiliyordu. Uzun bir yürüyüşün ardından patika, dağların eteklerinden başlayıp, düzlüklere doğru devam eden bir ormanın içinde son buldu. Bu gizli yol, belki avcılara aitti, belki tüccarlar yolu kısaltmak için burayı kullanıyorlardı, belki de akla hayale sığmayacak olayların yoluydu bu.
Türlü türlü ağaçlarla dolu bir ormanın içinde buldular kendilerini. Kimileri mevsimle beraber yapraklarını dökmüş, kimisiyse hala gür yeşilliklerle kaplıydı. Birçok ağacın dalı, üzerlerine çöken karın etkisiyle yerlere dökülmüş, her yer bu küçük tahta parçalarıyla kaplıydı. Yürürlerken ister istemez dalları çatırdatıyorlar, ses çıkarta çıkarta ilerliyorlardı. Şimdi, arkalarındaki yıkımdan kaçan bu iki kardeş için ilk hedef, barınacak bir yer bulmaktı. Çünkü Kış mevsimini, hangi dönemde olursa olsun dışarıda geçirmek ölüm demekti. Uzunca bir süre dolaştılar, barınabilecek uygun bir yer aradılar, gerekirse geçici bir yer yapmak için uygun buldukları bazı malzemeleri de yanlarına aldılar.
Arayışları devam ederken hava kararıyor, çevreyi görmek iyice zorlaşıyordu. Belki bir mağara bulabilmek adına büyük kardeş, özellikle dağ yamaçlarına yakın dolaşıyordu. Gece dışarıda kalmamak için daha hızlı ve endişeli biçimde etrafına bakınıyordu. Uzaktan, sessizliğin tam ortasında yankılanan gümbürtülü bir ses duyuldu. Ses iyice yaklaşıyordu. Bir süre sonra bembeyaz bir örtü, zifiri karanlığın içinde seçilir hale geldi. Bunun tek bir anlamı vardı, fırtına yaklaşıyordu.
Ufukta beliren bu bembeyaz kütleyi görünce kardeşinin elinden tutup hızlıca koşuşturmaya başladı. Yaklaşan tipiden kaçmak imkansızdı. O sebeple tek umutları saklanabilecek bir yer bulmaktı. Koşuşturmaca devam ederken ağır yürüyüşüne rağmen beyazlık ormanı geçmek üzere, kardeşleri de yutmak üzereydi. Bu sırada, küçüğün gözüne belli belirsiz bir girinti gören kardeş parmağıyla orayı işaret etti:
—Bak!
Ufak kardeşinin sesiyle kendine geldi, gösterdiği yere baktı. Zaman kaybetmeden biraz yüksekte kalan yere doğru çıkmaya başladı. Soğuktan elleri hiçbir şey hissetmiyor, karlı zemine dokunduğunun dahi farkında olmadan kardeşinin işaret ettiği yere doğru koşturuyordu. Tipi bulundukları yere çok yaklaşmıştı, yutulmaları an meselesiydi.
Ufaklığın gösterdiği noktaya yaklaşırken kendi de o oyuğu görebildi. Beraberindeki kardeşiyle beraber hemen kendini girintiden içeri attı. O esnada dışarısı rüzgarın kuvvetli sesiyle dolmuş, etraf bembeyaz olmuştu. Tipiden son anda kurtulmuşlardı. Böylece hem kar fırtınasından kurtulmanın hem de kalabilecek bir yer bulmanın sevinciyle rahat bir nefes aldılar. Genişçe bir mağaraya girmişlerdi. İçeride sönmüş birkaç meşale, tahta masa, sandalye ve yere serili bir sürü uyku tulumu vardı. Anlaşılan geçmişte burayı mesken edinenler olmuştu. Kardeşini hızlıca tulumlardan birine yatırıp üşümediğinden emin oldu. Sonra etrafa saçılan bazı küçük kutuların içine baktı ama hepsi bomboştu. Bulabildiği şeyler birkaç metal kova ve bir parça bezden ibaretti. En kısa sürede erzak ve su bulmaları gerekiyordu.
Bu şekilde günü geçirdiler, sabah olduğunda güneş ışığı mağaranın içine giriyordu. Yattıkları yerde yüzlerine vuran sıcacık huzurla beraber kalktılar. Durmaksızın yürümenin getirdiği yorgunluğu atsalar da açlık ve susuzluk şimdi bastırıyordu. Büyük kardeş dışarıdan bir parça kar alıp metal kutunun içerisine koydu, sonra çevreden bulabildiği kuru dal parçalarını da toplayıp kaldıkları mağaraya getirdi. Dal parçalarını ateş yakmak için bir araya getirdi, kullanılmaz haldeki kovalardan birini yaklaştırdı. Kürkünün cebinden, kalacak yer ararlarken aldığı bir çakmak taşı çıkardı. Zamanında yük taşımacılığı işi sağ olsun birçok metal hakkında bilgi sahibiydi. Kovalar, mumçelikten yapılma olduğu için bir çakmak taşıyla beraber ateş yakmak için kullanılabilirdi. Bu sayede birkaç denemenin ardından dallar alev aldı. Biraz üstüne kovayı yerleştirip içindeki karın erimesini beklerken bir yandan da ellerini ısıttılar.
Kovanın içindeki kaynayan suyun biraz soğumasını bekledikten sonra temiz suyu içip bitirdiler. Bu sayede su sorunu da çözülmüş, geriye yiyecek sıkıntısı kalmıştı. Ne yazık ki bu konuda ne yapacaklarını bilemediler. Çünkü kışla beraber etrafta yiyebilecekleri pek bir şey kalmamıştı. Ayrıca yenilebilir bir şey bulsalar bile bu topraklara yabancı oldukları için tehlikeli türleri bilmiyorlardı. Geriye avlanmak seçeneği kalıyordu ama buna da güçleri yetmezdi. Derelerin ve göllerin buzlaşmasından kaynaklı balık yakalamak da imkan dışındaydı. O halde yapılabilecek tek şey, etrafta gezinip uygun bir şeyler bulmaktı ki bunun da garantisi yoktu. Ama sorunun başka bir çözüm yolu da yoktu.
Böylece iki kardeş, dışarıda yiyecek aramak için gezinmeye başladılar. Etrafta gezinirken karınların guruldaması eşlik ediyordu. Kuru dalların üzerinde kuşlar, kardeşleri merakla izliyorlardı. Soğuk bir rüzgar, bölge boyunca hafif hafif esiyordu. Masmavi, apaçık gökyüzünde güneş, tüm çıplaklığıyla dünyanın üzerinde parıldıyordu. Sessiz ormanın içerisinde bir o tarafa bir bu tarafa geziniyorlardı. Gün boyu dolanıp durdular.
Güneş, temiz hava tatlı bir kızıllığa boyayıp batıyordu. Şimdiye kadar yiyebilecek bir şeye rastlamamışlardı. Hoş, dün geceki fırtınadan dolayı buradan geçen olduysa bile izleri silinmişti. Umutsuzluk içinde, çok geç vakte kalmadan yeni evlerine yavaş yavaş dönüyorlardı. Dönerken, biraz uzakta bir duman gördüler. Dumanın geldiği yere doğru dikkatlice yaklaştılar. Ormanın açık bir bölgesinde, etrafında ağaçların ve hala yeşil kalan bazı çalıların bulunduğu bir kamp yerine ulaştılar. Eğilip çadırların olduğu yeri gizliden izlemeye koyuldular. Türlü hayvanın postundan yapılma koca çadırlarıyla etrafta siyah giysili insanlar dolanıyordu. Bunlar, şehirlerini darmaduman eden yağmacılardan başkası değildi.
Büyük olan düşündü, sonraki birkaç gün içerisinde yiyecek bulmaları pek mümkün değildi. O sebeple hayatta kalmanın tek yolu, yine hayatı riske atmaktan geçiyordu. Bu kamp yerinde erzak ve faydalı olabilecek birkaç eşya daha olmalıydı. Bu riski almak şarttı. İki kardeş, bulundukları yerde karanlığın çökmesini bekledi. Güneş battığında, etraf yalnız ayın gölgesi, ve kampın ateşleriyle aydınlanıyordu. Kardeşine döndü:
—Dinle, şimdi oradan birkaç yiyecek alıp geri döneceğim.
Eliyle az ötede bir yeri gösterdi:
—Sen orada bekle, sakın gözükme. Hadi!
Ufaklığı gönderdikten sonra, kamp etrafındaki gözcüleri izlemeye başladı. Devriyelerin düzenini az çok kavramaya çalışıyordu. Uygun bulduğu bir anda, kalın postla kaplı çadırlardan birinin ardına geçti. Devriyelerin açıklık anında kimi çadırı alttan eşeleyip içine bakıyor, kimisineyse ufak bakışlarla içeride ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.
Gizlilik hali içerisinde, kalbi heyecan ve korkuyla çarpıyordu. Her adımını dikkatli seçiyordu. Tek bir yanlış adım, hayatın sonu olabilirdi. Kampın içinde oradan oraya geçip dolaşırken büyük bir çadıra rastladı. İçeriden kuru ekmek kokusu yayılıyordu. Anlaşılan hedefine ulaşmıştı. Devriyeleri izledi, boş bir anlarını bulmak için beklese de bu çadır, kampın iç bölgesinde olduğu için bir an olsun açıkta kalmıyordu. Buraya kadar gelmişken dönemezdi. Yerdeki karı aldı, top haline getirdi. Civardaki bir çalıyı nişan aldı, amacı dikkat dağıtmaktı. Fırlatmaya hazırlandı.
O sırada birkaç asker daha civara geldi. Anlayamadığı dilde birkaç şey söyledikten sonra gitti. Sonra birkaç bağırış duyuldu. Devriyeler her yeri aramaya başladı. Şöyle ardına dönüp baktığında acı gerçekle yüzleşti. Kardan dolayı ayak izleri çıkmıştı. İlk başta kamptaki birçok askerin ayak izinden dolayı fark edilmeyeceğini sansa da öyle olmamıştı. Askeri bir kampta, bir gencin ayak izi hızlıca fark edilmiş, askerler alarma geçmişlerdi. Bunun üzerine planında değişiklik yapmadan devam etti. Elindeki kartopunu hızlıca çalıya fırlattı. Halihazırda uyarı halindeki askerler, çalının titremesiyle sese doğru temkinlice ilerlediler. Bu açıklıktan faydalanarak erzak çadırına daldı. Hızlıca etrafta aranmaya başladı. Küçük çuvalları teker teker kontrol ediyordu. En son o çuvallardan birinde aradığını buldu. Ekmek, uzun vadede en çok lazım olacak besindi, o yüzden iki eline de bir çuval kaptı. Ayrıca çadırın köşesindeki bir kutuda ne olduğunu dahi bilmediği ekipman yığına da göz atmış, hançerden biraz uzun bir kılıcı da yanına almıştı.
Sonra, hemen etrafına baktı. Askerler etrafta dolaşıyorlardı. Bu noktada yapılabilecek tek bir şey vardı. Derin bir nefes aldı, içinden bir dua etti. Çadırdan hızlıca fırladı. Onu gören askerler peşine takılmışlardı. Çalıların arasından hemen sıyrılıp kardeşinin beklediği yere koştu. Kardeşinin de elindeki küçük çuvalın birini verdi, bağırdı:
—Durma, koş!
İki kardeş, beraber kaçmaya başladılar. Hemen arkalarına av mızrakları düşüyor, saplandığı yerdeki karı etrafa saçıyordu. Önde abisini takip eden ufaklık, ev belledikleri yere ters gittiklerini fark etti ama bir şey söylemedi. Zaten söyleseydi bile cevabını alamazdı, sessizce koşmaya devam etti.
Koşturmacanın ardından zemin sertleşmişti. Ayakları artık toprağa değil, taşa basıyordu. Arkalarındaki işgalcilere koşuda iyi fark atmışlardı. Şimdi, düzensiz kayalıktan oluşan bu bölgeye bilinçli olarak gelmişti büyük olan. Kamptayken yaptığı hatayı bir daha yapmamak için, gündüz dolaşırken buldukları kayalığa yönelmişti. Burada izleri çıkmazdı, bu sebeple biraz soluklandıktan sonra, mağaraya doğru ilerlemeye başladılar.
Dünkü zifiri karanlığın aksine bugün çevre ay ışığıyla aydınlanıyordu. Yarım saat boyunca hızlıca yeni evlerine vardılar. Kardeşini tuluma yatırdıktan sonra dışarı çıktı, kayalıktan çıktıktan sonra bıraktıkları izlerin bir kısmını çalı çırpıyla kapatıp temizledi. Sonra geri döndü, kaptıkları ekmeğin birini pay etti. Böylece karınları da doymuş, bir süreliğine de olsa erzak sorunu çözülmüştü. Sonra, ateş yakmak için getirdiği kuru dalların kalanını da birleştirip yanı başlarında yaktı. Kendisi de tuluma girdi. İki kardeş, bu şekilde maceralarına başlamış oldular.