Görünmeyen İstanbul

Lokomotif iniltileri, gövdesi pas ve midye tutmuş vapurların acıklı düdükleri, eğri büğrü kaldırımlarda çürümüş kupa tekerleği takırtıları, gazapla hökürdeyen zatülhareke boruları, bacalardan akarak şehri boğarken şapır şapır zifir damlatan dumanlar, ıslak elbise, nefes ve tellerde cızırdayarak tüten elektrik kokusu, gübre tütsüleri, kaldırımlarda şaşkın şaşkın oraya buraya koşuşturan et pelteleri ve kemik yığınları… 191… yılının sonbaharı, insan mezbahası K… şehrinin labirentsi, örümcek ağı gibi örülmüş sokaklarından, merkep ve develerin çığırarak can verdiği yokuşlarından birinde derin derin soluyan, güneş ışığından rengi atmış fesi buruşuk, yağlı redingotunun dirsekleri eprimiş, bit yeniği yakaları delik, ıslanarak büzüşmüş kunduraları toza ve çamura bulanmış, koltuğunda şahrem şahrem çatlamış öküz derisinden bir evrak çantası taşıyan, sapsarı, lenfatik suratlı, matbuat amelesi genç adam, ademoğullarının toprağın altındaki leşleri kemiren obur böcekler gibi vızır vızır girip çıktığı, daraş, yüksek bir binanın kasvetli kapısını omuzlayıp soluk soluğa içeri adımını attığı an, kulaklarında kapıcı ağanın havada sümüksü, yaldızlı izler bırakarak yayılan gevrek sesi çınlayıverdi: Sahib-i imtiyaz ve müdür-i mesul bey hazretleri onu görmek istermiş… Eli ayağına dolaşık, alelacele yağmurda ıslanan fesini silkelerken çantasını yazı masasına bıraktı. Kalıbı bozulmuş fesini yarım yamalak kafasına oturtup yılankavi merdivenleri derin bir nefes alarak tırmanmaya başladı.

İs ve kir bulaşığı koridoru heyecanlı adımlarla aşıp kapıya vardığında dizlerinin bağı birden çözüldü. Ağzı kupkuru olmuştu. Omuzları sanki bin kere on okkalık bir yükün ağırlığıyla çatırdayarak eziliyordu. “Keşke önce bir cıgara içseydim,” diye hayıflandı içinden. “Keşke idarehaneye gelmeden bir domuz sıkısı yuvarlasaydım…” Bu düşünce, mesaisi sona erdiğinde Yorgaki’ye uğramaya ikna olmasına yetmişti. Muhterem kariler, merhamet ediniz ve hoş görünüz, zavallı ahbabımız nasıl telaş etmesindi? Müdür-i mesul bey, Fecr gazetesinde çalıştığı şu dokuz aydan bu yana yalnız üç defa lütfedip ona seslenme ihsanında bulunmuştu: İlkinde hademe zannedip bol şekerli bir kahve ısmarlamış, ikincisinde çizmelerini boyacıya göndermiş, üçüncüsünde ise Angelidis’ten puro almaya yollamıştı… Yutkunarak kapıyı tıklattı. Kahkahalar arasında “Entrez!” buyruğunu işitir işitmez odaya girdi.

Masmavi, yoğun kokulu puro ve cıgara dumanı bulutları, odayı örtmüş, sımsıkı kapatılmış camlara çarparak dalgalanıyordu. Odadaki iki adamın da ciğerlerinin kuytularına dolduktan sonra burun ve ağızlarından taşarak tekrar fışkırıyordu bu dumanlar. Pirinç mangaldaki ateş üşümüş kemiklerini ısıttı. Sıcaktan mürekkepler hokkalarında kurumuş, şuraya buraya atılıvermiş saman kağıdı yığıntıları hamurlaşmıştı. Müdür-i mesul makamında mehabetli ve azametli müteharrik bir heyula, kahkahalarla sarsıla sarsıla öne arkaya gidiyor, olduğu yerde hop hop hopluyordu. Heyulanın kaşları sol gözüne sıkıştırdığı altın çerçeveli monoklunu kapatırcasına inmekteydi, su değmemiş saçları ağzına dek inerek Neptün’ün tridentini andıran çatal sakallarıyla karışmıştı. Bütün bu kıl ve tüy deryası arasında kıpkırmızı kesilmiş kancalı, ucu ezilmiş pancar biçimli bir burun seçiliyordu ancak. Alkol ve enfiyenin uyuşturarak hissizleştirdiği bu koca, haşmetli burun, senelerce kılların arasında yalnızlık çektikten sonra artık bir aza olmaktan çıkmış, başlı başına bir şahsiyet kazanmıştı. Kokulu yağlarla ovularak parlatılan ve bir badana fırçasını andıran sakal, cesametli bir göbeğin hemen üstünde nihayete eriyordu. Bu cesametli göbek ise yarım saat evvel gövdeye indirilen tavuk kievski, kuzu ciğeri, havyar, medovik, Mihail Mihailoviç’in Moskovit’te özel imbiklerden geçirdiği safran votkası ve Tenerife şarabı harmanını kahkahaların şiddetiyle çalkaladıkça çalkalıyordu.

Sefil tahtına kurulmuş bu acayip figürün karşısında ise bambaşka bir dünyaya aitmiş gibi görünen firavun lahdi ziynetleri kadar soğuk ve güneşin altında aydınlanan ehramlar kadar vakur bir şekil, ayakta durmaktaydı. Müdür-i mesulün alkole bulanan dişlerinin arasından saçtığı şenlikli kahkahalara mağrur ve takbih eden bir nazarla bakıyordu. Bir elinde Panama şapkası, diğerinde işaret ve orta parmağının arasında zarif bir tavırla tuttuğu ucu yaldızlı, siyah yapraklı, meyan kökü aromalı Yaka cıgarasıyla, K… şehrinin en meşhur hırsızı ve Fecr gazetesinin sermuharririydi o. Fakat bu hırsız suret-i katiyede mücevhere, mecidiyeye, paraya pula tamah etmemekteydi, sirkat ettiği yegane şey, oltasına takılan biçare kadınların aşk külhanında kavrulup yanarak şişen kalbiydi. Müdür-i mesulün vahşi kahkahalarıyla sözü kesildikçe canı sıkılsa da kumral karanfil bıyığının altında mütebessim bir şekilde, cıgarasından kısa nefesler almakta, fırsat buldukça yatıştırıcı, tok sesiyle nutkuna devam etmekteydi: “…mağazalarda hanımlar ve madamaların kalabalıkları arasında daima saklı bir hazine bulursunuz mon cher… Fakat çeşminiz, sans arret, bir tarassut kulesi misali etrafı taharri etmelidir… Nihayetinde ya simsiyah, upuzun ipek çarşaflı, bembeyaz, mini mini glase eldivenli bir peripeykere ya da lepiska saçlı, saydam tenli, eteği topuklarında, geniş şapkasının sislenen tülleri altında sureti rüyalar kadar müphem, ince ve beyaz bir meleksirete tesadüf edersiniz. Bir lahza gözden kaybetseniz dahi tasalanmayınız, ilkine Halep kili, Edirne sabunu ve gülsuyu kokusundan, ikincisine Flörami, Viviç yahut Azüreal rayihalarından, hülasa odörüyle yahut ıtrıyla, tekrar vasıl olursunuz muhakkak…”

Müdür-i mesul, fırıncı küreğinden farksız, mürekkebe bulanmış ellerini bir kahkaha kopararak dizlerine indiriverdi. Kahramanımızın odaya girdiğini fark etmemişti bile. Sermuharrir ayıplarcasına başını iki yana salladı, vakarla, yine mütebessim, kahramanımıza döndü ve cıgara paketini uzattı: “İltifat buyurmaz mıydınız efendim?” Dostumuz şükran dolu bakışlarla sermuharriri başıyla selamladı, mecali yoktu, hiçbir şey söylemeden ayakta dikilmeye devam etti. Sırf bir şey yapmış olmak, bu dünyada varoluşuna dair hem kendine hem de muhataplarına bir gerekçe sunmak için redingotunun cebinden kirli, ütüsüz bir keten mendil çıkardı, önce burnunun ucuna yavaş yavaş dokundurdu, mendili tersine çevirip sıcak odanın ağzına ve bıyıklarına bulaştırdığı nemi sildi. Utanç ve pişmanlıkla karışık bir duyguyla pis mendilini tekrar cebine tıkıştırdı.

Sermuharririn gözlerini takip eden müdür-i mesul, ancak o zaman varlığını fark etti. Bu tatlı sohbeti böldüğü için öfkeyle, hatta düşmanlıkla baktı ona. Bakışları sanki “Bu solgun, hasta mahluk, topuklarımın altında kabuğu çıtırtıyla kırılırken titreye titreye can vermesi lazım gelen bu habis haşere, hangi cüretle neşemizi bozabilir?” der gibiydi fakat dudaklarından çıkan cümle bambaşkaydı: "Bey oğlum, oturmaz mısınız?”

Sırtında zalim bir ürperme hissetti. “Kerem buyurdunuz efendim…” Sesi uzun süredir konuşmamaktan ve heyecandan kulaklarında adeta bet bir kurbağa vıraklaması gibi halkalandı. “Tasdi etmeyeyim…”

Müdür-i mesul, karaya vurmuş bir balık azmanı gibi koltuğunda debelendi. Purosuna parmağıyla birkaç fiske indirerek külünü silkti. Bir vakit bıyıklarını dişleyip çiğneyerek homurdandı. “Tensikat…” diye lafa girişmeye çalıştı, beceremedi. Kısa bir sessizlik oldu, külçeleşmiş, ağır ve ılık. Islanmış bir güvercin gibi başını omuzlarının arasına gömdü, yavaş yavaş hışımla kabardı müdür. Sonra sermuharriri ürküten iç paralayıcı bir seda kopardı: “Harp bizi mahvetti bey oğlum, görüyorsunuz ya! İdarehanenin kirası, klişe ve matbaa masarifatı, muharririn ve memurin maaşatı… Hesap tesviye olunamadı mı, alacaklıların tehdidi, hakareti, şenaati gırla… Düvel-i ecnebiye zabitanının süngüsü göğsümüzde canımıza kast için fırsat kollamada, cümle cengaver de susta durmada… Zaman ne acayiptir! Bak, koca Babıali hamuşhaneye döndü. Kuytularında örümcekler haince ağ kurar, kovuklarında yarasalar sinsice kanat çırpar oldu. Artık mevzubahis haysiyetimiz de değil, hayatiyetimiz… Matbuattaki müstesna maharetinizin…”

“Estağfurullah beyefendi…”

“Matbuattaki müstesna maharetinizin takdirkarı olmakla beraber böyle bir zamanda tensikattan başka çare kalmadı… Oh, azizim, bunu söylemek ne güç… Fakat maatteessüf size tek vaadim, bu izmihlal günlerinde yeni bir işe girişiniz için tavassutta bulunmaktan ibaret olacaktır.”

“Lütfettiniz, şerefyap ettiniz efendim…”

Çekmecelerini bir süre söylene söylene homurtuyla karıştırdıktan sonra buruş buruş bir zarf kaptı. Gümüş kaplamalı bastonuna yaslanarak basübadelmevt anında toprağın bağrını deşerek fırlayan cesetler gibi ağır ağır ayağa kalktı. “Bunu alınız… Muzahrafat-ı Amire Müdüriyet-i Umumiyesi’ne gidip Talat Bey’i sorunuz. Mevadd-ı Gaita Şubesi’nden Talat Bey… Bu mektubu ona delalet olsun diye yazdım. Size mutlaka muavenet edecektir.”

Güneşin ve nikotinin hırpaladığı ince ve kavruk parmakları titreyip bükülerek zarfa doğru eğilirken K… şehrine M… Denizi’nden ve K…deniz’den sisler inmek üzereydi, sarı sarı yanan lüks lambasının aydınlığından gözlerini şaşkınlıkla kırpıştırdı, uzaklardan ve derinden, köhne, at ölüsü gibi ağır bir daktilonun mitralyöz ateşlerini hatırlatan tıkırtıları… “Kulunuz minnettardır, lütüfkarlığınız bendenizi… Lütufkarlığınız bendenizi…” Devamını getiremedi. Yutağında ağırlaşan, ruhunu yakıp kavuran bir kahır. Kirpiklerinin uçlarında çelik suyu gibi yaşların parıltısı.

Koridora çıktı, loş ve ıssız, kapattığı kapının kulpu hala avucunda, eli hınçla sarılmış. Odada bir koltuk gıcırtısı, marokene sürtünen İngiliz kumaşı hışırtısı, homurtular, koridorun duvarları kurt yeniği, zemini muşambadır, aşınmış, pis, yağ ve kurum bağlamış zeminin zifti zırt zırt gıcırdayan ayakkabısının tabanına bulaşmış. Yüreği iyice burkularak hüzünlü ve yorgun bir hayalet gibi merdiven basamaklarını inerken “Neden?” diye soruyordu kendi kendine: “Neden? Neden?”

Yüce ve rezil K… şehrinin kara suratlı, ahşap ve dökük evlerle, kalın kesme taşlardan, dökme demir parmaklıklardan hazire duvarlarıyla, kavukları uçurulmuş, yazısı silinmiş kunt mezarlarla dolu kıvrım kıvrım bükülen daracık sokaklarında can koparıcı, sonbaharın ilk ıslak yapraklarından daha elemli bir haykırış yankılandı: “Neden?”