Görünmeyen İstanbul

Lokomotif iniltileri, gövdesi pas ve midye tutmuş vapurların acıklı düdükleri, eğri büğrü kaldırımlarda çürümüş kupa tekerleği takırtıları, gazapla hökürdeyen zatülhareke boruları, bacalardan akarak şehri boğarken şapır şapır zifir damlatan dumanlar, ıslak elbise, nefes ve tellerde cızırdayarak tüten elektrik kokusu, gübre tütsüleri, kaldırımlarda şaşkın şaşkın oraya buraya koşuşturan et pelteleri ve kemik yığınları… 191… yılının sonbaharı, insan mezbahası K… şehrinin labirentsi, örümcek ağı gibi örülmüş sokaklarından, merkep ve develerin çığırarak can verdiği yokuşlarından birinde derin derin soluyan, güneş ışığından rengi atmış fesi buruşuk, yağlı redingotunun dirsekleri eprimiş, bit yeniği yakaları delik, ıslanarak büzüşmüş kunduraları toza ve çamura bulanmış, koltuğunda şahrem şahrem çatlamış öküz derisinden bir evrak çantası taşıyan, sapsarı, lenfatik suratlı, matbuat amelesi genç adam, ademoğullarının toprağın altındaki leşleri kemiren obur böcekler gibi vızır vızır girip çıktığı, daraş, yüksek bir binanın kasvetli kapısını omuzlayıp soluk soluğa içeri adımını attığı an, kulaklarında kapıcı ağanın havada sümüksü, yaldızlı izler bırakarak yayılan gevrek sesi çınlayıverdi: Sahib-i imtiyaz ve müdür-i mesul bey hazretleri onu görmek istermiş… Eli ayağına dolaşık, alelacele yağmurda ıslanan fesini silkelerken çantasını yazı masasına bıraktı. Kalıbı bozulmuş fesini yarım yamalak kafasına oturtup yılankavi merdivenleri derin bir nefes alarak tırmanmaya başladı.

İs ve kir bulaşığı koridoru heyecanlı adımlarla aşıp kapıya vardığında dizlerinin bağı birden çözüldü. Ağzı kupkuru olmuştu. Omuzları sanki bin kere on okkalık bir yükün ağırlığıyla çatırdayarak eziliyordu. “Keşke önce bir cıgara içseydim,” diye hayıflandı içinden. “Keşke idarehaneye gelmeden bir domuz sıkısı yuvarlasaydım…” Bu düşünce, mesaisi sona erdiğinde Yorgaki’ye uğramaya ikna olmasına yetmişti. Muhterem kariler, merhamet ediniz ve hoş görünüz, zavallı ahbabımız nasıl telaş etmesindi? Müdür-i mesul bey, Fecr gazetesinde çalıştığı şu dokuz aydan bu yana yalnız üç defa lütfedip ona seslenme ihsanında bulunmuştu: İlkinde hademe zannedip bol şekerli bir kahve ısmarlamış, ikincisinde çizmelerini boyacıya göndermiş, üçüncüsünde ise Angelidis’ten puro almaya yollamıştı… Yutkunarak kapıyı tıklattı. Kahkahalar arasında “Entrez!” buyruğunu işitir işitmez odaya girdi.

Masmavi, yoğun kokulu puro ve cıgara dumanı bulutları, odayı örtmüş, sımsıkı kapatılmış camlara çarparak dalgalanıyordu. Odadaki iki adamın da ciğerlerinin kuytularına dolduktan sonra burun ve ağızlarından taşarak tekrar fışkırıyordu bu dumanlar. Pirinç mangaldaki ateş üşümüş kemiklerini ısıttı. Sıcaktan mürekkepler hokkalarında kurumuş, şuraya buraya atılıvermiş saman kağıdı yığıntıları hamurlaşmıştı. Müdür-i mesul makamında mehabetli ve azametli müteharrik bir heyula, kahkahalarla sarsıla sarsıla öne arkaya gidiyor, olduğu yerde hop hop hopluyordu. Heyulanın kaşları sol gözüne sıkıştırdığı altın çerçeveli monoklunu kapatırcasına inmekteydi, su değmemiş saçları ağzına dek inerek Neptün’ün tridentini andıran çatal sakallarıyla karışmıştı. Bütün bu kıl ve tüy deryası arasında kıpkırmızı kesilmiş kancalı, ucu ezilmiş pancar biçimli bir burun seçiliyordu ancak. Alkol ve enfiyenin uyuşturarak hissizleştirdiği bu koca, haşmetli burun, senelerce kılların arasında yalnızlık çektikten sonra artık bir aza olmaktan çıkmış, başlı başına bir şahsiyet kazanmıştı. Kokulu yağlarla ovularak parlatılan ve bir badana fırçasını andıran sakal, cesametli bir göbeğin hemen üstünde nihayete eriyordu. Bu cesametli göbek ise yarım saat evvel gövdeye indirilen tavuk kievski, kuzu ciğeri, havyar, medovik, Mihail Mihailoviç’in Moskovit’te özel imbiklerden geçirdiği safran votkası ve Tenerife şarabı harmanını kahkahaların şiddetiyle çalkaladıkça çalkalıyordu.

Sefil tahtına kurulmuş bu acayip figürün karşısında ise bambaşka bir dünyaya aitmiş gibi görünen firavun lahdi ziynetleri kadar soğuk ve güneşin altında aydınlanan ehramlar kadar vakur bir şekil, ayakta durmaktaydı. Müdür-i mesulün alkole bulanan dişlerinin arasından saçtığı şenlikli kahkahalara mağrur ve takbih eden bir nazarla bakıyordu. Bir elinde Panama şapkası, diğerinde işaret ve orta parmağının arasında zarif bir tavırla tuttuğu ucu yaldızlı, siyah yapraklı, meyan kökü aromalı Yaka cıgarasıyla, K… şehrinin en meşhur hırsızı ve Fecr gazetesinin sermuharririydi o. Fakat bu hırsız suret-i katiyede mücevhere, mecidiyeye, paraya pula tamah etmemekteydi, sirkat ettiği yegane şey, oltasına takılan biçare kadınların aşk külhanında kavrulup yanarak şişen kalbiydi. Müdür-i mesulün vahşi kahkahalarıyla sözü kesildikçe canı sıkılsa da kumral karanfil bıyığının altında mütebessim bir şekilde, cıgarasından kısa nefesler almakta, fırsat buldukça yatıştırıcı, tok sesiyle nutkuna devam etmekteydi: “…mağazalarda hanımlar ve madamaların kalabalıkları arasında daima saklı bir hazine bulursunuz mon cher… Fakat çeşminiz, sans arret, bir tarassut kulesi misali etrafı taharri etmelidir… Nihayetinde ya simsiyah, upuzun ipek çarşaflı, bembeyaz, mini mini glase eldivenli bir peripeykere ya da lepiska saçlı, saydam tenli, eteği topuklarında, geniş şapkasının sislenen tülleri altında sureti rüyalar kadar müphem, ince ve beyaz bir meleksirete tesadüf edersiniz. Bir lahza gözden kaybetseniz dahi tasalanmayınız, ilkine Halep kili, Edirne sabunu ve gülsuyu kokusundan, ikincisine Flörami, Viviç yahut Azüreal rayihalarından, hülasa odörüyle yahut ıtrıyla, tekrar vasıl olursunuz muhakkak…”

Müdür-i mesul, fırıncı küreğinden farksız, mürekkebe bulanmış ellerini bir kahkaha kopararak dizlerine indiriverdi. Kahramanımızın odaya girdiğini fark etmemişti bile. Sermuharrir ayıplarcasına başını iki yana salladı, vakarla, yine mütebessim, kahramanımıza döndü ve cıgara paketini uzattı: “İltifat buyurmaz mıydınız efendim?” Dostumuz şükran dolu bakışlarla sermuharriri başıyla selamladı, mecali yoktu, hiçbir şey söylemeden ayakta dikilmeye devam etti. Sırf bir şey yapmış olmak, bu dünyada varoluşuna dair hem kendine hem de muhataplarına bir gerekçe sunmak için redingotunun cebinden kirli, ütüsüz bir keten mendil çıkardı, önce burnunun ucuna yavaş yavaş dokundurdu, mendili tersine çevirip sıcak odanın ağzına ve bıyıklarına bulaştırdığı nemi sildi. Utanç ve pişmanlıkla karışık bir duyguyla pis mendilini tekrar cebine tıkıştırdı.

Sermuharririn gözlerini takip eden müdür-i mesul, ancak o zaman varlığını fark etti. Bu tatlı sohbeti böldüğü için öfkeyle, hatta düşmanlıkla baktı ona. Bakışları sanki “Bu solgun, hasta mahluk, topuklarımın altında kabuğu çıtırtıyla kırılırken titreye titreye can vermesi lazım gelen bu habis haşere, hangi cüretle neşemizi bozabilir?” der gibiydi fakat dudaklarından çıkan cümle bambaşkaydı: "Bey oğlum, oturmaz mısınız?”

Sırtında zalim bir ürperme hissetti. “Kerem buyurdunuz efendim…” Sesi uzun süredir konuşmamaktan ve heyecandan kulaklarında adeta bet bir kurbağa vıraklaması gibi halkalandı. “Tasdi etmeyeyim…”

Müdür-i mesul, karaya vurmuş bir balık azmanı gibi koltuğunda debelendi. Purosuna parmağıyla birkaç fiske indirerek külünü silkti. Bir vakit bıyıklarını dişleyip çiğneyerek homurdandı. “Tensikat…” diye lafa girişmeye çalıştı, beceremedi. Kısa bir sessizlik oldu, külçeleşmiş, ağır ve ılık. Islanmış bir güvercin gibi başını omuzlarının arasına gömdü, yavaş yavaş hışımla kabardı müdür. Sonra sermuharriri ürküten iç paralayıcı bir seda kopardı: “Harp bizi mahvetti bey oğlum, görüyorsunuz ya! İdarehanenin kirası, klişe ve matbaa masarifatı, muharririn ve memurin maaşatı… Hesap tesviye olunamadı mı, alacaklıların tehdidi, hakareti, şenaati gırla… Düvel-i ecnebiye zabitanının süngüsü göğsümüzde canımıza kast için fırsat kollamada, cümle cengaver de susta durmada… Zaman ne acayiptir! Bak, koca Babıali hamuşhaneye döndü. Kuytularında örümcekler haince ağ kurar, kovuklarında yarasalar sinsice kanat çırpar oldu. Artık mevzubahis haysiyetimiz de değil, hayatiyetimiz… Matbuattaki müstesna maharetinizin…”

“Estağfurullah beyefendi…”

“Matbuattaki müstesna maharetinizin takdirkarı olmakla beraber böyle bir zamanda tensikattan başka çare kalmadı… Oh, azizim, bunu söylemek ne güç… Fakat maatteessüf size tek vaadim, bu izmihlal günlerinde yeni bir işe girişiniz için tavassutta bulunmaktan ibaret olacaktır.”

“Lütfettiniz, şerefyap ettiniz efendim…”

Çekmecelerini bir süre söylene söylene homurtuyla karıştırdıktan sonra buruş buruş bir zarf kaptı. Gümüş kaplamalı bastonuna yaslanarak basübadelmevt anında toprağın bağrını deşerek fırlayan cesetler gibi ağır ağır ayağa kalktı. “Bunu alınız… Muzahrafat-ı Amire Müdüriyet-i Umumiyesi’ne gidip Talat Bey’i sorunuz. Mevadd-ı Gaita Şubesi’nden Talat Bey… Bu mektubu ona delalet olsun diye yazdım. Size mutlaka muavenet edecektir.”

Güneşin ve nikotinin hırpaladığı ince ve kavruk parmakları titreyip bükülerek zarfa doğru eğilirken K… şehrine M… Denizi’nden ve K…deniz’den sisler inmek üzereydi, sarı sarı yanan lüks lambasının aydınlığından gözlerini şaşkınlıkla kırpıştırdı, uzaklardan ve derinden, köhne, at ölüsü gibi ağır bir daktilonun mitralyöz ateşlerini hatırlatan tıkırtıları… “Kulunuz minnettardır, lütüfkarlığınız bendenizi… Lütufkarlığınız bendenizi…” Devamını getiremedi. Yutağında ağırlaşan, ruhunu yakıp kavuran bir kahır. Kirpiklerinin uçlarında çelik suyu gibi yaşların parıltısı.

Koridora çıktı, loş ve ıssız, kapattığı kapının kulpu hala avucunda, eli hınçla sarılmış. Odada bir koltuk gıcırtısı, marokene sürtünen İngiliz kumaşı hışırtısı, homurtular, koridorun duvarları kurt yeniği, zemini muşambadır, aşınmış, pis, yağ ve kurum bağlamış zeminin zifti zırt zırt gıcırdayan ayakkabısının tabanına bulaşmış. Yüreği iyice burkularak hüzünlü ve yorgun bir hayalet gibi merdiven basamaklarını inerken “Neden?” diye soruyordu kendi kendine: “Neden? Neden?”

Yüce ve rezil K… şehrinin kara suratlı, ahşap ve dökük evlerle, kalın kesme taşlardan, dökme demir parmaklıklardan hazire duvarlarıyla, kavukları uçurulmuş, yazısı silinmiş kunt mezarlarla dolu kıvrım kıvrım bükülen daracık sokaklarında can koparıcı, sonbaharın ilk ıslak yapraklarından daha elemli bir haykırış yankılandı: “Neden?”

1 Beğeni

Suların karardığı uğursuz saatlerdi. Akşam saatleri… Redingotunun klapalarını kaldırmış, acınası bir korkuluk görünümü taşıyan gölge, dudaklarının kıyısında böcek gözleri gibi parlayıp sönen bir kalıp cıgarası, dalgın dalgın şehrin sokaklarında yürüyordu.

K… şehrinin G… semtinin sokakları… Çukurlarında fokurdayan zifos ve irinli su gözeleri, kovuklarında sürgün veren süprüntü kümecikleri, tabaka tabaka yağlı kül kalıntıları… Havagazı lambalarının ölgün ışıkları, karanlığı ve cürufu dağıtmaya yetmiyordu. Akşam, kara kanatlarını gererek, zihnine vehim ve şüphe tohumları ekiyordu.

Yorgaki’nin kapısına asılı kağıttan feneri görünce sarsak adımları çevikleşerek hızlandı, birahanenin kapısından süzülerek içeri girdi.

Tenha birahanede üniformalı üç İngiliz gürültüyle gülerek yıvışık dillerinde vıcır vıcır konuşuyorlar, hoşur hoşur kabaran köpüklü biralarından açlıkla kocaman yudumlar alıyorlardı. Domuz kıçına benzeyen pırıl pırıl ve pembe suratları, kirpiksiz, mavi ve kanlı gözleri, güneş yanığından büsbütün sarıya kesmiş çipil kaşları, konuştukça titreşen ince dudakları ve yosunlu, çarpık çurpuk dişleri yüreğine bir tedirginlik verdi. Masanın üstünde duran, namluları bir canavarın ağzı gibi simsiyah üç Webley revolver, mum ışığında zalimce ışıldıyordu.

Ürkerek sessizce geriledi, kapıya doğru yürümeye başladı. Tam çıkacaktı ki ardından gelen laubali bir ses onu omuzlarından kavrayıp yakalayarak durdurdu, her harf, her ses, sanki redingotunun kuyruğuna terli ellerle yapışıp ısrarla ve hınçla çekiştiriyordu: “Nereye böyle paşam, nedir bu aceleniz?”

Döndü. Yorgaki’ydi bu. Barın arkasında durmuş, kirmanço haliyle, sakalı göğsünde, alaylı alaylı sırtarıp kırık dişlerini sergileyerek ona bakıyordu.

“Istrazburg’a kapak atayım demiştim be Yorgaki…”

“Hele bir soluklanınız paşam, şöyle buyurunuz… Çoktandır mülaki olamamıştık, yine gidersiniz… Istrazburg kaçmıyor ya…”

Hırsla yumruk yaptığı ellerini ceplerine soktu. Mister Conkikiriklere korku duyarak göz ucuyla tekrar baktı, oralı bile değillerdi. Yorgaki’nin işaret ettiği masaya doğru hafifçe, sakıngan bir edayla gözlerini sabitledi. İçse ne olurdu ki, en azından bu gece…

“Kabil değil,” dedi sonra silkinerek, “vallahi vapuru kaçırırsam fena olur, yolum hayli uzak…”

Tam o sırada birahanenin en dibindeki masadan bir kıpırtı… Belirsiz, rüyamsı bir gölge, kendi karanlığında dalgalana dalgalana ayağa kalktı. Bir bıçak sırtı gibi keskin, ayakta duruyordu. Kahramanımız o yöne doğru döndü. Işığın erişemediği o külçeleşmiş karanlığın derinliklerinde bir adam vardı. Yüzünün yarısı karanlıkta, öbür yarısı ise ışıklarla yıkanıyor… Gerilmiş bir maske gibi, keskin elmacık kemikleri, dibinde ne sakladığı bilinmez derin göz çukurları, solmuş, çatlamış dudaklar… Ve o gözler… Laciverde çalan gri gözler, donuk, bulanık… O göz kürelerinin ardında bir şeyler yanıp kül olmuş, sadece dumansı, yağlı bir pus kalmış… Sırtında bir üniforma, sırmaları sökülmüş, apoletleri koparılmış, yakasındaki arma düşmüş… Bir ölü nasıl görünüyorsa öyleydi adam, bir naaş nasıl ayakta dikilirse öyle dikiliyordu. Ama duruşu, bakışı, mekanikleşmiş bir zarafet ve kudret saklıyordu. Mağlup bir asker…

Adam ona bakıyordu.

Kahramanımız da ona bakıyordu.

Havada asılı kalmış ağır, yapışkan, elektrik yüklü bir sessizlik… İngilizlerin kahkahaları artık çok, çok uzakta, suyun dibinden geliyordu sanki, boğuk ve müphem…

Adam hürmetle başını eğerek karşısındaki boş sandalyeyi işaret etti.

İçinde bir tereddüt, yılan sinsiliğiyle kıvrılarak aktı. Yorgaki’nin alaylı bakışları sanki yüzünü parçalarcasına kemiriyordu. Masada revolverler, kapkara namlular, bir canavarın açılmış ağzı gibi ona dönük… Ama adam… Bu adamda başka bir şey vardı. Tehlike değil, çöküntü. Tanıdık bir çöküntü, her gün aynada gördüğü cinsten.

Ağır aksak ilerledi ve sandalyenin ardında durdu.

“Vous permettez, monsieur?” diye sordu, boğuntuyla.

Paslanmış iki testerenin birbirine sürtülüşü misali iç bulandıran bir ses cevap verdi: “Asseyez-vous, je vous en prie.”

Oturdu.

Adam, barbaya bir işaret yaptı, ikinci kadeh gelince şişeye uzandı, iki kadehi de ağzına kadar doldurdu, alkol buharı, anaforlanarak yaladı yüzlerini. Kadehlerden birini kahramanımızın önüne koydu. Bir ikram, bir davet, sözsüz bir mutabakat: İkimiz de kaybettik.

“Konstantin Sergeyeviç… Dobrolyubov. Yüzbaşı… Yani, öyleydim.”

“Öyleydim” sözü adamın, bir süre havada asılı kaldı, sonra kanat çırparken aniden ölen bir güvercin gibi, birdenbire düştü söz. Dudaklarında acıklı bir tebessüm belirdi, yarım kaldı, söndü.

Votkanın alevleri yüreğini okşarken kahramanımız cevap verdi: “Ben de, evvelden…” Devamını getiremedi.

Adamın gözlerinde bir kıpırdanma… Tanımıştı. İki mahvolmuş ruh, birbirini bulmuştu.

Sessizce oturdular bir süre.

Mumların alevleri titredi, gölgeler gitgide uzadı. Dışarıda bir şeyler uluyordu, rüzgar mı köpek mi, anlaşılmaz… Adam ufarak kadehini döndürüyordu parmaklarının arasında, döndürüyordu, döndürüyordu, sonra birden sordu:

“Ryazan’ı işitmiş miydiniz hiç?”

Cevap beklemiyordu aslında. Devam etti:

“Moskova’nın güneydoğusundadır. Steplerin başladığı yer… Toprak kapkara, gökyüzü incecik, geceleri serapa tuz taneleri gibi yıldızlar… Babamın orada toprakları vardı. Köyler, ormanlar, bir göl. Askeri mektebe yazılmadan evvel kışları gölün üstünde patenle kayardım, buzun altında donmuş balıklar görünürdü, kımıltısız, cansız…”

Durdu. Kadehini yüzüne gömdü.

Votka. Bir yudum. Bir yudum daha… Konstantin Sergeyeviç’in her yudumda gözleri biraz daha bulanıyor, sesi biraz daha gevrekleşiyor, kelimeler dökülüyordu ağzından, yer yer Rusça, yer yer Fransızca, yer yer anlaşılmaz bir dilde…

“Baron… Barondu babam. Baron Dobrolyubov. Üç yüz asır o mülke hükmetmiş soy… Üç yüz asırlık nam, asalet… Geriye ne kaldı?”

Mumların alevleri, bir fırtına patlamışçasına titredi.

“Hiç. Hiçbir şey.”

Kelimeler düştü, yuvarlandı, karanlığın kalbinde eriyip kayboldu.

"Bir gecede yok oldu her şey. Köyler, ormanlar, göl, malikane… İhtiyar annemle babamı köy meydanında bir duvar dibine çöktürüp enselerine birer kurşun sıkmışlar. Sonra her şeyi ateş yutmuş. Üç yüz yıl yandı, dumanlarla tüttü, küle döndü.”

Tekrar doldurduğu kadehini kaldırdı, ışığa tuttu, votka parladı, votkanın aleviydi sanki adamı ısıtan yegane şey.

“İhtilal patladığında Lehistan hududundaydım… Var gücümle, bir şaki gibi saklana saklana Petrograd’a vardım. Ve gece karanlığında bir talikaya atlayıp güneye kaçtık…”

Yüzü tarifi imkansız bir acı, tiksinti ve hiddetle buruştu.

“Karımla…”

Sustu.

Bir akordeondan yükselen bir vals melodisi sızdı kapının çerçevesinden, pencerenin pervazlarından, uzaktan, çok uzaktan taşıyordu rüzgar, neşeli, hüzünlü, zehirli, hasta, tahammül edilemez bir melodi…

Adam kirpiklerinde top top olmuş parlayan damlalarla döndü sesin geldiği yöne. Karanlığa sabitledi gözlerini.

“Nataşa,” diyebildi en sonunda karanlığa bakarken, gözlerini yumdu, “Nataşa Petrovna. Güzeldi. Petrograd’ın tüm salonları, sanki onun için vardı. Baloların kraliçesiydi, kontesler, prensesler onu kıskanırdı… Ve onu buraya getirdim… Bu cehennemi şehre, bu sefil çukura, bu bataklığa… Öyle güzeldi ki…”

Kadehi dikti. Masaya vurdu.

“Güzellik sermayeden başka bir şey değilmiş meğer. Dünyanın en nadide cevheri… Hele açlık zamanı, hele sürgün zamanı… Her şeyden ala, her şeyden kıymettar…”

Rusya’nın bitmek tükenmek bilmez o steplerinden, taygalarından, buz tutmuş ovalarından gelen hayalet, şişeye sarıldı tekrar. Votkanın ağulu berraklığı, dilini çözdü.

“Rose Noire’ı duymuş muydunuz, mösyö? Pera’da…”

Son votka kıvılcımı, şimşekli fırtınalı bir hissin hazzı ve şiddetiyle esir alıyor şimdi Rus’u…

“Nataşa orada şimdi… Her gece, Rose Noire’da, içiyor, dans ediyor, durmaksızın, pudra, rastık, düzgün, allık, şampanya, dans, ve tekrar, ve tekrar… İngiliz zabitlerle mazurkaya kalkıyor, Fransız zabitlerle vals, ensesi kat kat kesilmiş harp zenginleriyle polka, namussuz borsa spekülatörleriyle fokstrot, uğursuz kaldırım itleriyle çarliston… İçiyor, dans ediyor, sonra…”

Gözlerinden sicim gibi yaşlar yol yol yanaklarına süzülürken masaya bir yumruk indirdi.

“Sonrasının lüzumu var mı?”

Sessizlik.

Yüzbaşı Dobrolyubov’un iri, kemikli elleri tir tir titriyordu. Sanki hayatında ilk defa görmüşçesine hayretle bakıyordu ellerine…

“Bu ellerle yüzlerce adam öldürdüm. Bu ellerle Rusya’nın namusunu müdafaa edeceğime ant içtim. Şimdi bu ellerle metelik dahi kazanamıyorum… Şimdi bu ellerle Nataşa’nın namusunu dahi… Nataşa’nın… Nataşa’nın bir gecede kazandığını…”

Sustu. Boşalmış kadehine baktı.

“Açlık her şeyi alır, mösyö… Önce gururu, sonra kibri, sonra enaniyeti, sonra şerefi, sonra şanı, şöhreti, namı, en sonunda da hayatı. Adamı katman katman soyar, zarlarını sıyırır açlık, bir soğan gibi, ta ki hiçbir şey kalmayıncaya dek… Hiçbir şeyi kalmayınca insan ne yapar, biliyor musunuz? İçer. Unutmak için değil, hayır, hayır… Hatırlamak için. Kaybettiği her şeyi, her gün, her saat, her dakika, her saniye, o acıyı, o alçalışı, o… O yokluğu, hatırlamak için… Çünkü ıstırap bile kalmayınca… Istırap bile kalmayınca, geriye ne kalır?”

Şişeye uzandı, kaldırdı, ışığa tuttu, bomboştu. Omuzları bir yenilmişlikle düştü. O vakur, o mağrur süvari duruşu bir anda çöktü, geriye zavallı, rezilane, kambur bir gölge kaldı, masaya yapışmış, yarı canlı, yarı ölü, Ryazan’daki buz tutmuş gölün altındaki o balıklar gibi… Donmuş, kımıltısız, canlı mı ölü mü belli değil…

Birahane sessizleşmişti. İngilizlerin kahkahaları daha da uzaktan geliyordu şimdi, başka bir alemden, başka bir zamandan… Yalnızca mum fitillerinin çıtırtısı, ve Konstantin Sergeyeviç’in kesik kesik soluması… Hiçlik. Kapkara, koyu, yapışkan bir hiçlik… Rezil şehrin üstüne çöreklenen o puslu, zehirli, günah dolu karanlık, birahaneden içeri sızıyor, hepsinin gözeneklerine işliyor, ruhlarını kemire kemire bir toz yığıntısı bırakıyordu ardında… Konstantin Sergeyeviç’in gözlerinde, o donuk, laciverde çalan gri gözlerde, bir şey kıpırdadı… Öfke değil, acı değil, isyan değil, kıskançlık bile değil… Sadece yorgunluk. Sonsuz, dipsiz, ezeli bir yorgunluk…

“Bir şişe daha,” diye seslendi Yorgaki’ye, sesi çatlamıştı, “bir şişe daha ver, babalık.”

1 Beğeni

Ertesi sabah güneş K… şehrinin üzerine isteksizce, adeta cebren ve hile ile doğarken, kahramanımız Muzahrafat-ı Amire Müdüriyet-i Umumiyesi’nin kapısında, elinde müdür-i mesulün verdiği o buruşuk zarf, şakaklarında votkanın sancısı, kalbinde Konstantin Sergeyeviç’in tam da anımsayamadığı bulanık kederi, midesinde Yorgaki’nin ayarı düşük alkolünün ağrısı, ayaklarında çamurlanmış potinleri, dikilmekteydi. Bina, eğer bu acaib ü garaibden kütleye bina demek mümkünse, Fatih’in arka sokaklarından birinde, iki ahşap konak iskeletinin arasına sıkıştırılmış, sıvası dökülmüş, kırık camları gazete kağıdıyla yamanmış, kapısının alınlığındaki gavur çelipası kazınarak yerine beceriksizce “M.A.M.U.” harflerinden oluşan bir levha çakılmış, eciş bücüş, yamru yumru bir yapıydı. Kapının önünde kemikleri sayılacak kadar zayıf, uyuz bir kedi uzanmış, güneşin o cılız, cansız sıcaklığında tüylerinin arasında kıpırdanan pireleri bezgin bezgin avlıyordu.

Araladığında menteşeleri feryatlar koparan kapıdan içeri girdiğinde burnunun direğine çarptı koku, burun köprüsünü eritti… Rutubet, küf, sirke, ve bir de… Tarifi herhangi bir ademsoyu lisanında namümkün, herhangi bir deha kifayet etmez bir şey… Başka bir şey… Binanın bizatihi mahiyetinden, sebeb-i mevcudadından neşrolunan bir şey… Koridorlar dardı, tavanlar alçak, duvarlardaki küf lekeleri, haritalara dönüşmüştü… Kahramanımız bir an Karadeniz’i, bir an Mora Yarımadası’nı seçer gibi oldu o leke parçalarında. Ayaklarının altındaki tahta döşemeler gıcırdıyor, her adımında bina inildiyor, handiyse “Var git, burası sana göre değil” diye yakarıyordu.

Talat Bey’in makamını sorduğu odacı, saçları yolunmuş otlara benzer, sulanmış gözleri çapaklı, eğri büğrü, mosmor kesilmiş burnunun kanatları nemli ve ıslak, seyrek sakalında kurumuş salya izleri olan bir mahluk, ona uzun uzun, hiçbir şey anlamayan gözlerle baktı. Sonra ağır ağır, şehadet parmağını kaldırdı, kaldırdı, kaldırdı, bir süre havada tuttu, nihayet koridorun sonuna işaret etti, tek kelime etmeden döndü, geldiği karanlığa karıştı gitti.

Koridoru yürüdü kahramanımız, koridorun sonunda karşısında bir kapı… Kapının üzerinde bir levha… Mevadd-ı Gaita Şubesi Müdürü Talat Bey… Harfler yarı silik… Sanki birileri önce yazmış, sonra pişman olmuş da silmeye çalışmış, sonra beceremeyip silme işini de yarıda bırakmış… Kahramanımız kapıyı tıklattı. Ses gelmedi. Tekrar tıklattı. Yine sessizlik. Üçüncü defa, bu sefer biraz daha hırsla ve öfkeyle tıklatma… Ve nihayet içeriden, dünyaların en yorgun, en bezgin, en bıkmış sesi…

“Girin, girecekseniz girin, girmeye niyetiniz varsa şayet, rica ederim, mağfiret edin de girin, girmeyecekseniz def olun, cehennem olun, çekin gidin, ama kapıyı tıklatıp durmayın, Allah aşkına, peygamber aşkına, ümmet-i Muhammed aşkına, halife-i ruyizemin efendimiz hazretlerinin eteğindeki toz aşkına, kapıyı tıklatıp durmayın.”

Girdi.

Oda küçüktü, belki duvardan duvara mesafe on arşını geçmezdi, ama bu on arşına sığdırılan ıvır zıvır, dosyalar, klasörler, defterler, haritalar, cetvelller, pergeller, tartılar, kavanozlar, şişeler, içinde meçhul sıvılar bulunan kaplar, duvarlara çakılmış krokiler, yere yığılmış raporlar, masanın üzerinde kuleler oluşturmuş evrak yığınları, insanı sersemleten, bunaltan, boğan bir cümbüştü. Ve bu cümbüşün tam ortasında, bir masanın ardında, yahut masanın ardındaki sandalyenin üzerine tünemiş halde, yahut belki bizatihi sandalyenin kendisine dönüşmüş halde, çünkü bu karmaşada ne nerede bitiyor, ne nerede başlıyor, söylemek imkansızdı: Talat Bey oturuyordu.

Yahut oturmak fiili Talat Bey’in o andaki haline uygun bir tabir miydi, o da meşkuktu, zira Talat Bey oturmaktan ziyade çökmüş, sinmiş, büzülmüş, adeta kağıt deryasının arasında gömülmüş bir haldeydi. Altmış yaşlarında mı, yetmiş mi, seksen mi, imkansızdı söylemek… Yüzü balmumu sarısı, soluk, sanki hiç güneş görmemiş… Belki görmemişti hakikaten, süfeladan bu odacıkta kaç sene geçirmiş olabilirdi, kim bilir… Saçları, daha doğrusu kalanları, kafatasına yapışmış birkaç beyaz tel… Gözleri, ama gözleri, ille de gözleri bambaşkaydı, küçük, kısık, fare gözü gibi, ama içlerinde bir ışık, bir parıltı, bir ziya, bir şule, deliliğin mi yoksa dahiliğin mi işareti, belirsiz bir nur…

“Fecr gazetesi sahib-i imtiyazı ve müdür-i mesulü Saffet Bedihi Bey’den, efendim…" diyebildi kahramanımız sadece, zarfı uzatırken. Sesi titriyordu. Neden titriyordu? Bu zavallı ihtiyardan ne vardı korkacak? Ama bir şey vardı o odada, o koku, o karanlık, o kağıt yığıntısı… Gözlerdeki o şua… Bir şey vardı ki ciğerlerine çöküyor, nefesini kesiyordu.

Talat Bey zarfı aldı. Açmadı. Masanın üzerine bıraktı, diğer kağıtların arasına karıştı gitti zarf, ve bir saniye içinde görünmez oldu.

“Saffet Bedihi Bey,” dedi Talat Bey, ismin ağırlığını damağının şimşirden endazesinde tartar gibi, ağzında çiğneyip geveledikten sonra tükürür gibi. “Hazretin hafıza-i alileri bizi hutur etti demek… Kaç sene olmuştu hatırlamayalı? Yedi? Sekiz? Yirmi? Neyse… Tensikata uğradın evladım, değil mi? Gözlerinden belli… Tensikat… Tensikat…” Gözleri dalgınlaştı, uzaklara baktı, sonra birdenbire kahramanımıza dönerek sordu, yine gözlerinin derinliklerinde o garip parıltı: “Bu şehirde günde kaç batman gaita def-i tabii ediliyor, biliyor musun bey oğlum?”

Kahramanımız bilmiyordu.

“Ben biliyorum,” dedi Talat Bey, ispenç horozu gibi kabarırken heyecanlanarak. “Ben her şeyi biliyorum. Mahalle mahalle, sokak sokak, ev ev. Kırk yıldır biliyorum. Sultan Hamid’in bokunu da bilirim, İttihatçıların bokunu da, İtilafçıların bokunu da bilirim, saraylı hanımların bokunu da, şellafelerin bokunu da bilirim, şimdi şu kefereciklerin cümlesinin bokunu da…” Durdu, göğsünden, hırıltılarla öksürdü, cebinden kirli, paramparça bir mendil çıkarıp tükürüğe ve koyu kıvamlı balgama bulanmış dudaklarına dokundurdu. “Bok, evladım… Bok her yerdedir. Bok yalan söylemez. Bok tefrik etmez. Bok herkesi müsavi kılar. Sultanın boku da kokar, gedanın boku da… Bok…”

Sustu. Gözleri zarfı aradı, o kağıt girdaplarının yuttuğu, çoktan görünmez olmuş zarfı, sonra tekrar kahramanımıza döndü.

“Yarın gel,” dedi. “Sana Beyoğlu’nu vereceğim. Beyoğlu’nun bokundan bundan sonra sen mesulsün. Artık Beyoğlu Mevadd-ı Gaita Enspektör Jenerali sensin. Haritaları itinayla tetkik et, evvelki raporları usanmadan kıraat et. Türk’ün boku ayrı, Arnavut’un boku ayrı, Frenk’in boku ayrı, tatlısu Frenk’inin boku ayrı, Rum’un boku ayrı, Ermeni’nin ayrı, Çıfıt’ın ayrı. Hepsini öğreneceksin. Hepsini…”

Muhterem kariler, işte kahramanımızın yeni hayatı böyle başladı… Bokla. Şehrin en dibinde, hem mecazen hem de hakikaten, bu karanlık ve boklu şehrin en karanlık ve en boklu köşesinde, bir delinin, ya da dahinin, kim bilebilirdi, kapısına kapılanarak, bokla. Ve bok, onu her yere götürecekti.

2 Beğeni

Dersaadet Şehremaneti Muzahrafat-ı Amire Müdüriyet-i Umumiyesi Mevadd-ı Gaita Şubesi

Tarih: 7 Teşrin-i Sani 1335

Mevzu: Taksim ve Galatasaray Havalisi Hakkında Künüf ve Mevadd-ı Gaita Hakkında Yapılan Tedkikat Raporudur

Maruzat-ı çakeranemdir.

Taksim ve Galatasaray havalisinde Ayas Paşa, Cihangir, Çukurcuma, Defterdar Ebülfazl Mehmet Efendi, Firuz Ağa, Hace Fatıma Hatun, Katip Mustafa Çelebi, Kazgancı, Kuloğlu, Ömer Avni, Pürtelaş Hasan Ağa, Sakabaşı, Sirkeci Mehmet, Sormagir, Asmalı Mescid, Bedrettin, Çatma Mescid, Hacı Mimi, Sarı Lütfi, Tomtom, Tozkoparan ve Yazıcı mahallatında ve Kasımpaşa’da icra olunan tedkikat neticesinde zirde indirac olunan ahval ve vaziyet-i umumiyye-i muzahrafat ve dahi muhteviyat-ı künüf tedkik ve tesbit olunmuştur.

Pera Cadde-i Kebir’inde kain Bonifikasyon Han’ın kat-ı tahtanisinde bulunan mecra-yı umumiyyeden neşrolunan taaffünat hakkında müteaddit kereler şikayat ve müracaat-ı mütemadiyye vuku bulmuş olup mahallinde bi’l-muayene icra kılınan keşf ü tahkikat neticesinde mezkur mecranın tıkanmış ve mevadd-ı gaitanın taşarak kurbündeki dükkanlara ve dahi mebaniye sirayet etmiş olduğu müşahede olunmuştur.

Sakabaşı’nda Rum ve Ermeni milletinden ahali-i mahalliyyenin ikamet ettiği havalide mecari-i umumiyyenin gayr-i kafi olduğu, hane başına düşen mevadd-ı gaita mikdarı mah-ı şabanda 1 batman iken mah-ı teşrin-i evvelde 3 batman 4 okkaya baliğ olduğu, bu tezayüdün sebebinin muhacirin-i Rusiyye’nin merkum mahalleye tehacümü olduğu tahkikat ahirinde anlaşılmıştır.

Sormagir cihetinde kain umumi hela çukurlarının ekseriya gayr-i müstamel ve harap bir halde olduğu, ahali-i mahalliyyenin sokak aralarında ve boş arsalarda def-i hacet ve tabii etmeye mecbur olduğu, bu halin sıhhiyye-i umumiyye nokta-i nazarından fevkalade muzır olduğu müşahede olunmuştur.

Kasımpaşa’da Bahriye Nezareti’ne merbut eski kışla binasının helalarından taşan mevadd-ı gaitanın denize mansıb olan mecra yerine açıkta akarak Tersane-i Amire kurbünde teraküm ettiği, bu terakümatın bilhassa hararet-i heva vaki olursa tahammülü gayr-i kabil bir taaffün neşrettiği tesbit olunmuştur.

İşbu tedkikat ariza-i bendeganemle huzur-ı ali-i fahimanelerine arz u takdim kılınır.

Beyoğlu Mevadd-ı Gaita Enspektör Jenerali

1 Beğeni

Arz-ı hal-i Bakkal Dimitri veled-i Yorgi

Devletlü, inayetlü, atufetlü, refetlü, şehametlü ve merhametlü Şehremini Beyefendi Efendimiz Hazretleri’nin huzur-ı alilerine arz-ı hal-i naçizanem takdim olunur.

Arz-ı halim oldur kim bendeniz fukara-yı ahaliden mahalle-i Balat’ta meskun Bakkal Dimitri veled-i Yorgi, saye-i devletlerinde otuz seneden beri mukim olduğum hanenin arka cihetinde bulunan mezbeleliğe mücavir komşularımızın ve civar sekenesinin bilcümle mevadd-ı necaseti ve süprüntü ve muzahrafatı ilka etmeleri suretiyle haneme sirayet eden taaffünat ve haşarat-ı muzırra sebebiyle bendenizin evladları mariz ve alil düşmüş ve zevcemiz tifoya tutulmuştur.

Müteaddit kereler zabıta-i belediyyeye müracaat olunmuş ise de bir netice hasıl olmamış, ahval-i perişanımız hala berdevamdır.

Merhamet-i seniyyelerinden istirham olunur ki mezkur mezbeleliğin def edilmesi ve mecra-yı umumiyyenin tanzim ve ıslahı hususunda emir ve ferman buyurulması babında emr ü ferman hazret-i veliyyü’l-emrindir.

Bendeniz fakir-i hakir-i müznib ü muhtac Bakkal Dimitri veled-i Yorgi

1 Beğeni

Şehremini Beyefendi Hazretleri’ne arz olunmak üzere Mevadd-ı Gaita Şubesi Müdürü Talat Bey tarafından kaleme alınmıştır

Devletlü Efendimiz Hazretleri,

Kırk seneden beri mevadd-ı gaita umurunda ameliyat-ı abd-i acizane neticesinde hasıl olan kanaatlerimi huzur-ı devletlerine arz u takdime naçizane ictisar eylerim.

Bok, efendimiz, yalan söylemez.

Sultan Abdülhamid Han-ı Sani Hazretleri’nin hükm-i saltanatında Yıldız Saray-ı Hümayunu’ndan mübarek mevadd-ı gaita-i hakanileri haftada iki defa saray arabalarıyla şubemize naklolunurdu. Şevketmeab Hünkarımız Efendimiz perhizkar bir zat olduğundan mevadd-ı gaita-i şahaneleri kıvam ve renk itibariyle asalet, letafet ve dahi sıhhat-ı seniyyelerine delalet idi. O mevadd-ı gaita-i mübarek ü ziya-feşan tesir-i kutsiyyetiyle bizi tenevvür eylerdi.

Devr-i hükümet-i İttihat ve Terakki’de Babıali civarındaki mecralarda fevkalade bir bok kesafeti müşahede olunmuştu. Bu hal, hususiyetle heyet-i merkez-i umuminin leyl ü nehar içtimasından ve hassaten kahve ve cıgara ile teneffüs ve tagaddi etmesinden neşet etmiştir.

Harb-i Umumi’nin bidayetinden beri mevadd-ı gaita mikdarında bir tenakus-ı umumi hasıl olmuştur. Bu tenakus-ı umuminin sebeb-i hikmeti ahali-yi Osmaniyan’ın açlık ve sefalet içinde bulunması ve binaenaleyh def-i hacet ve dahi def-i tabiiye kafi mikdarda tagaddi edememiş olmasıdır.

Ahval-i harbiyyeye bir nihayet vermek için akd-i mütareke olunmasının ahirinde ise Dersaadet’e akan muhacirin, bilhassa muhacirin-i Rusiyye, mevadd-ı gaita mikdarını fevkalade surette tezayüd ettirmiştir. Rusların mevadd-ı gaitası millet-i Osmaniyye’den farklı olup daha ağır ve daha koyu kıvamlıdır. Bu halin sebeb-i vürudu, Rusların patates ve çavdar ekmeği ile tagaddi etmesidir.

Düvel-i muazzamanın mevadd-ı gaitası ise ayrı bir fasıl teşkil eder. İngilizlerin mevadd-ı gaitası muntazam, yağlı ve katıdır, Fransızlarınki daha yumuşak ve kesif kokuludur, İtalyanlarınki ise hacmen büyük fakat hafiftir.

Hülasatü’l-hülasa, efendimiz, abd-i aciziniz kırk senedir Dersaadet’in bokunu tedkik etmektedir. Ve şu hakikati arz ederim ki, Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’nin ahval-i umumiyyesi mevadd-ı gaitasından bellidir. Bok azaldıkça devlet dahi kudreten ve hikmeten zelil olmuş, bok çoğaldıkça tefevvuk etmiştir.

Bugün Devlet-i Aliyye, altı yüz yıllık bokun altında ezilmektedir.

Ve bu bok, efendimiz, hepimizin bokudur.

Arz-ı tazimat ile takdim-i ihtiramat eylerim.

Mevadd-ı Gaita Şubesi Müdürü Talat Bey

2 Beğeni

Hah! Yine keyifle okuduk hocam saygılar.

Fakat bu parçayı okumak benim aklıma yatılı lise yurdunda ilk aylarımı getirdi. Abd-i aciziniz, yurt tuvaletinde girdiği kabini kendinden önce kimin kullandığını gaitanın havada asılı kalmış kokusundan çıkarabildiğini farketmişti. Okul bahçesindeki rögar kapağından gelen kokunun ise bildiğim diğer kanalizasyonlarla birebir aynı olduğunun ayırdına varmak ise beni oracıkta merkezi limit teoreminin sırrına belki de hakkalyakin mertebesinde vakıf etmişti. Bok yalan söylemiyor vesselam.

1 Beğeni

Tam “beğenilen kitap alıntıları” konusuna yazmalık bir söz. :slight_smile:

2 Beğeni

Hak verdim hocam.