Günahkâr

Cehennemin dokuzuncu katında bizzat şeytan tarafından cezalandırılmayı hak edecek kadar büyük bir günah işlemiştim ben. Bu nedenle duyduğum pişmanlığın haddi hesabı yoktu. Kendi canıma kıymak istememe yol açacak derecede dayanılmaz bir elem çekiyordum. Boynumu ilmiğe geçirmiş, boşlukta bir sarkaç gibi sallanmaya hazır vaziyetteydim. Fakat ayaklarımın altındaki tabureyi hâlâ yerinde tutan bir şey vardı. O da adeta kızgın bir demir parçasıyla dağlanıyormuşçasına yanan yüreğimin acısını resme aktarmaya, yani sanatla anlatmaya çabalamamdı. Bunu yaparak kendimi, az da olsa, avutabiliyordum. Zaten başıma geleceklerden, üzerime çökecek olan lanetten bihaber olduğum o uğursuz gecenin geç saatlerine dek atölyemde çalışmamın sebebi de buydu…

O gece hiç ara vermeksizin çalışmıştım. Bunun neticesinde de yorgunluktan neredeyse ölecek duruma geldiğimden, istirahat etmek üzere odama çekildiğimde dilediğim tek şey rahat mı rahat, deliksiz bir uyku çekmekti. Ancak, içine ettiğimin sıcak havası yüzünden düş âleminin kapısını aralamam bir türlü mümkün olmadı. Yatağa girdikten kısa bir süre sonra, tıpkı fırına atılmış bir ekmek gibi pişmeye başladım ve sürekli bir o yana bir bu yana dönüp durmaktan başka bir şey yapamadım.

Çok geçmeden, içinde bulunduğum bu duruma daha fazla katlanamayacak hâle geldim. Doğrulup vücudumun dört bir yanında mütemadiyen peydahlanan ter damlalarıyla baştan aşağı ıslanan pikemi üzerimden attım ve bir hışımla yataktan kalktım. Akabinde de, belki biraz olsun serinlerim diye, gidip pencereyi açtım. Lakin sonuç nafileydi, dışarısı da içeriden farksızdı!

Oflayıp puflayarak yatağıma geri döndüm. Yaz vaktinin geldiğine bağıra çağıra küfürler etmek istediysem de kendime hâkim oldum. Yaşamın karşımıza çıkardığı birtakım zorluklardan ötürü yakınıp duracak kadar zavallı biri değildim ben. Hemen yastığımı alıp karyolanın başına dayayarak arkama yaslandım ve bir yandan pencereden dışarıyı, haşmetiyle gökyüzünün güzelliğine güzellik katan dolunayı seyre dalarken, diğer yandan da nasıl serinleyebileceğim üzerine kafa patlatmaya koyuldum.

Gerçi düşünecek bir şey yoktu, soğuk suyla duş almak işimi fazlasıyla görürdü. Ama şifayı kapmaya da pek niyetli değildim, dolayısıyla bu fikre sıcak bakamadım. Başka bir çare bulmaya çalıştım. Sonra, rahmetli annemin yatağımın karşısındaki duvarda asılı duran portresi ilişti gözüme. Çocukluğumda onun bana sık sık yaptığı enfes limonataları anımsayıverdim. Böylelikle, canım memleketim Erzurum’un karlı dağlarından bile daha soğuk bir limonata yapıp içmek üzere mutfağın yolunu tuttum.

Mehtap her yeri yeterince aydınlattığından, koridora çıktığımda ışıkları açmaya gerek duymadım. Hızlı adımlarla ilerleyip merdivenlerin başına vardım. İlk basamağa adımımı tam atarken aşağıdan birtakım gıcırtıların ve tıkırtıların geldiğini işittim. Yaşadığım ev, Yeşilöz’ün en eski ahşap evlerinden biriydi; neredeyse iki asırlıktı. Bundan mütevellit, arada bir tahtalar genleştiğinden, insanın tüylerini ürpertecek türden bazı seslerin sağdan soldan geldiği olurdu hep. O yüzden, duyduklarıma hiç aldırış etmeden yoluma devam ettim. Ama sonra kanımı donduracak derecede korkunç bir gerçeğin farkına vardım birden: Sesler gayet düzenli bir şekilde çıkıyordu ve bu da evde yalnız olmadığım anlamına geliyordu!

Ben henüz on bir yaşındayken anne ve babam bir keresinde, bir bayram gününün akşam vakitlerinde komşularımızı ziyaret etmeye gitmişti. Misafirlikteyken uslu bir çocuk olmayı asla başaramadığım için de beni ablamla birlikte evde yalnız bırakmışlardı.

Benden sekiz yaş büyük olan ablam, bana göz kulak olacağına dair büyüklerimize söz vermişti ama onlar gider gitmez kendini odasına kapayıp erkek arkadaşıyla telefonda görüşmeye dalmıştı. Bense onun bu ilgisiz tavrını hiç umursamamıştım, kendi başımın çaresine bakabileceğimi zannediyordum.

Aradan biraz zaman geçmişti. Salonda oturmuş, yeni alınan pastel boyalarımla bir şeyler çiziyordum. Derken ansızın kapımızın açıldığını duymuştum. Bunun üzerine yerimden fırlayıp ebeveynlerimin döndüğünü sanarak onları karşılamaya gitmiştim fakat karşıma ebeveynlerim değil, tanımadığım bir adam çıkmıştı!

Bu durum beni müthiş bir dehşetin pençesine düşürmüştü. Evimize giren yabancıyı görür görmez minik yüreğim göğsümü yarıp dışarı çıkmak istermişçesine atmaya başlamıştı. Elbette derhal oradan kaçıp kurtulmak gibi bir dürtüye kapılmış olsam da içimi saran korku yüzünden kılımı dahi kıpırdatamamıştım. O hâldeyken yapabileceğim tek şey altıma işemekti, ki ben de farkında olmadan öyle yapmıştım zaten.

Anılarımda yer kapladığı için kahrolduğum o adam beni karşısında bulduğunda bir anlığına şaşırmıştı, öylece durup suratıma aval aval bakmıştı. Ardından eliyle sus işareti yaparak üzerime yürümüştü. Attığı her adımda, daha ne kadar artabilir ki, diye düşündüğüm korkum katlanarak artmıştı. Dibime kadar geldiğindeyse aklım birdenbire çalışmaya başlamış ve avazım çıktığı kadar, “Abla!” diye bağırmıştım.

Ondan sonra neler olduğunu hatırlamıyorum zira sağ yanağıma yediğim sert bir tokatla bayılıvermiştim. Gözlerimi açtığımdaysa kendimi annemin merhamet dolu kucağında bulmuştum. Zavallı kadının yüzüne korku ve endişe karışımı bir ifade konmuştu. Ayıldığımı görünce, “İyi misin, kuzum benim? Ne oldu sana böyle?” diye sormuştu. Anında gözyaşlarına boğularak, “Hırsız,” demiş ve devamını getirememiştim…

O gün bugündür hırsızlardan hem nefret eder hem de çok korkardım. Evime birinin girdiğinin ayırdına varınca, çocukluğumda yaşadığım dehşeti tekrar iliklerimde hissettim. Ancak bu sefer altıma işemekle yetinmeyecek yahut yardım çığlığı atmayacaktım. Yüreğimi çepeçevre saran korku duygusuna bir şekilde baş kaldırıp davetsiz misafirimle yüzleşecektim. Çünkü tablolarımın çalınma ihtimalini göze alamazdım! Onlar benim her şeyimdi, onlar olmadan yaşamamın imkânı yoktu…

Ses çıkarmamaya özen göstererek odama geri döndüm. Kapıyı ardımdan usulca kapayıp, silah niyetine kullanabileceğim bir şeyler bulmak için etrafa bakındım. Ardından, komodinin üstünde duran, camı epey kalın olan büyük bir vazoyu gözüme kestirdim. Hemen gidip güllerini dikkatlice bir köşeye koydum ve suyunu da pencerenin önündeki sardunyalarıma döktüm. Sonra da sanki bir beyzbol sopası tutuyormuşçasına vazoyu iki elimde sıkıca kavrayarak tekrardan koridora çıktım.

Kalbim davul gibi gümbürdüyor, ellerim tir tir titriyordu. Soluk alıp verişim hızlanmıştı. Kötü düşünceler aklıma musallat olmaya başlamıştı. İçimden bir ses, “Kendini odana kilitleyip polisi ara,” diyordu. Ama hayır, bu sese kulak veremezdim. Polis gelene dek çok geç olabilirdi. Evime giren şerefsiz, tablolarımı bir çırpıda alıp götürebilirdi. Ona bizzat ben müdahale etmek zorundaydım. Cesaretimi toplayıp bu işin üstesinden gelmeliydim.

Derin bir nefes alıp verdim ve bir tür savaş narası atarak hücuma geçtim…

Merdivenleri süratle indim. Işıkları açıp, başta atölyem olmak üzere, her yeri didik didik aradım. Hatta kapıların ardı ve masaların altı gibi hiç olmadık yerlere dahi baktım. Ancak yoktu… Kimsecikler yoktu! Sonra seslerin kesilmiş olduğunu fark ettim. Kapıldığım heyecandan bunu biraz geç anlamıştım. “Herhalde hırsız benden korkup kaçmış olsa gerek,” dedim kendi kendime. Üzerime çullanan stresten bir an önce kurtulmak istediğim için çabucak bu kanaate vardım.

Vazoyu bir kenara bırakıp, bir şeyler çalınmış mı diye etrafa hızlıca göz attım. Neyse ki her şey yerli yerindeydi. Tablolarımdan da hiçbiri eksilmemişti. Derin bir oh çekerek salona gittim. Kanepeye uzanıp rahatlamaya çalıştım. O sırada polisi aramayı düşündüysem de boş verdim. Geceyi daha fazla uzatmaya niyetim yoktu. Polisi belki yarın arardım… Ya da hiç aramazdım, bilmiyorum, ne de olsa bir şey çalınmamıştı.

Geçirdiğim şu son on dakikada epey gerilmiştim. Hararetim arttırdıkça artmış ve yorgunluğum had safhaya ulaşmıştı. Limonatamı içmek ve vurup kafayı yatmak için can atıyordum. Fakat önce kapıyı bacayı kontrol etmem gerekiyordu. O yüzden kalkıp etrafı dolaştım ve hiçbir yerin açılmamış olduğunu gördüm, ayrıca kilitlerle falan da oynanmamıştı. Bu durumu aklım almadı çünkü evime girmenin başka bir yolu bulunmuyordu!

Belki de evime kimse girmemişti. Duyduğum sesler, yorgun aklımın bana oynadığı bir oyun olmalıydı. İnsan kendinde değilken böyle şeyler yaşardı, değil mi? Tabii yaşardı. Mesela, bir keresinde annemi Ankara’ya, Akdere’de oturan teyzemin yanına götürmüştüm. O zamanlar yirmi dört yaşındaydım ve babamı bir trafik kazasında kaybedeli tam bir yıl olmuştu. Bir yıl olmuştu olmasına ama annemin çektiği acı tazeliğini yitirmek bilmemişti bir türlü. Babamın hazin sonunun haberini aldığımız günden beri yas tutuyordu. Kimseyle doğru düzgün konuşmuyor, sürekli bir köşeye çekilip babamın fotoğrafına bakıp duruyordu. Bu nedenle ben de onu alıp teyzeme götürmüştüm. Biraz kafası dağılsın, neşesi yerine gelsin istiyordum ve bunu mümkün kılabilecek tek kişi de müşfik bir kişiliğe sahip olan teyzemdi.

Gittiğimiz ilk günün sabahında teyzem annemi yanına alıp ta Abidinpaşa’ya kadar yürütmüştü. Annemin en sevdiği yemek olan yaprak sarması yapmak için bütün günlerini oradaki bir bahçede asma yaprağı toplayarak geçirmişlerdi. Akşam eve döndüklerindeyse annem çok yorulduğunu söyleyerek direkt yatmıştı.

Sonra gecenin bir yarısında annem birden çığlık atarak yanıma gelmişti. Beti benzi atmış, kan ter içerisinde kalmış ve zangır zangır titriyordu.

Telaşlanarak, “Ne oldu, anne?” diye sormuştum ama cevap vermemişti. Ardından teyzem koştura koştura gelmişti. Az evvel sorduğum soruyu bir de o sormuştu lakin annem yine oralı olmamıştı.

Teyzem bana dönüp, “Çabuk anneni bir su getir!” demişti. Bunun üzerine fırlayıp mutfağa gitmiştim. Bir bardak soğuk suyu kaptığım gibi geri döndüğümde de annemin sakinleşmiş olduğunu görmüştüm. Teyzeme, “Tamam, tamam. İyiyim ben,” diyordu.

Annem suyunu içerken teyzem ne olduğunu sormuştu bir kez daha. Meraktan çatladığı her halinden belliydi.

Boşalttığı bardağı geri bana uzatırken, “Anlatsam mı, anlatmasam mı, bilemedim,” diye yanıt vermişti annem.

Teyzem kaşlarını çatmıştı. “O ne demek kız? Anlat işte!”

“Benim bile inanamadığım şeye siz nasıl inanacaksınız ki? Neyse, tamam… Anlatayım. Bir ses yüzünden uyandım. Az ötemden bir hışırtı geliyordu, sanki biri ayağını halıda sürtüyordu. Sizsinizdir herhalde diye dönüp baktım ama kimseyi göremedim. Ses gelmeye devam etti ve gittikçe bana doğru yaklaşıyor gibiydi. Besmele çekerek yorganın altına girdim. Sonra aniden yatağın ucunun çöktüğünü hissettim ve bir şey… Bir şey bacağıma dokundu… Fakat kimse yoktu! Odada kimse yoktu!”

O gece annemin gözüne uyku girmek bilmemişti. Gün ağarır ağarmaz, Mamak’ta oturan anneannemin yanına gitmiştik. Kahvaltımızı onun bahçesinde yaparken bir yandan da sohbet etmiştik. En sonunda da laf dönüp dolaşıp annemin dün gece yaşadıklarına gelmişti.

Anneannem neler olduğunu öğrenince, teyzemin duymaması için anneme doğru eğilerek, “Biz bu kıza o evi alırken komşular orada yatır var demişti,” diye fısıldamıştı.

Fakat neyse ki benim sevgili annem bu tür sözlere gülüp geçecek kadar akıllı bir kadındı. “Yok be, ana,” demişti, “Allah aşkına, ne yatırı? Dün çok yorulmuştum ben, ondan böyle bir şey yaşadım galiba. Vücudu yorgun olanın aklı da pek çalışmaz derler.”

Velhasıl kelam boşuna telaşlanmıştım… Gerçekten de aklım bana bir oyun oynamıştı. Yani en azından öyle olmalıydı çünkü başka bir mantıklı açıklama bulamıyordum. Sanırım artık biraz rahatlasam iyi olacaktı.

Mutfağa gidip limonatamı yaptım ve ağzına kadar buzla dolu bir bardağa boşaltarak birkaç yudumda mideme indirdim. Ancak bu beni kesmedi, bundan daha fazlasına ihtiyacım vardı.

Soğuk suyla duş almak üzere odama çıktım. Bu saatten sonra şifayı kapıp kapmamak umurumda değildi. Zaten limonatayı kafama dikerek hasta olma riskini göze almıştım.

Ebeveyn banyosuna girerken, her yerimin terden yapış yapış olduğunu fark ettim. Ayrıca kokum da dayanılacak gibi değildi. Koltukaltımı şöyle bir koklayınca, üstünde sinekler uçuşan bir çöp yığınını tasavvur etmeden edemedim. Çabucak soyunup kendimi küvetin içine attım ve mavi etiketli musluğu açarak bütün vücudumun buz kemesini sağladım.

Öyle bir serinlemiş, öyle bir rahatlamıştım ki… Sanki yeniden doğmuştum…

Hiçbir şey yapmadan suyun altında dakikalarca kaldım. Ardından, bir ara seslerin yeniden geldiğini duyar gibi oldum. Hemen musluğu kapayıp kulak kesildiysem de fıskiyeden damlayan suyun şıpırtısından başka bir şey işitemedim. Kafayı yemeden bir an önce uyumaya bakmalıydım…

Duştan çıktığımda üstümü değiştirmekle uğraşmadım, direkt bornozla yatağa girdim. Düş âleminin kapısını aralamam bu sefer mümkün olmuştu çok şükür…

Aradan, ne kadar olduğunu tam olarak kestiremediğim, bir süre geçtikten sonra birden uyanıverdim. Mahmur bir halde olduğumdan beni neyin uyandırdığını anlayamadım başta. Doğrulup etrafıma boş boş bakındım. Bir şey göremeyince de kafamı yastığa geri koydum. Ancak gözlerimi yumamadım; bilakis, fal taşı gibi açıldılar. Çünkü kapamadığımdan kesinlikle emin olduğum kapının kapanmış olduğunu gördüm!

Ayırdına vardığım bu gerçek, beni derhal kendime getirdi. Yüreğim deli gibi atmaya başlarken, dudaklarımdan, “Hırsız,” sözcüğü döküldü. Fakat mantığımın sesini dinleyerek dile getirdiğim bu sözcük doğru değildi. Aslında evime gerçekten hırsız girdiğini ve ben bağırarak aşağı indiğimde, artık hangi delikten girdiyse oradan kaçıp akabinde tekrar geldiğini düşündüysem de bu doğru değildi… İçimdeki kuvvetli bir his, o kapının başka biri tarafından kapatıldığını söylüyordu. Tanıdığım, hem de çok iyi tanıdığım biri tarafından…

Beni o uyandırmıştı. Kapının ardından bana seslenmişti. Ya kâbus görüyor ya da deliriyor olmalıydım! Bunun başka bir açıklaması yoktu. O… O geri dönmüş olamazdı. O ölmüştü!

Kapı birdenbire kendiliğinden yavaşça açılmaya başladı. Menteşelerden çıkan gıcırtı, son nefesini vermek üzere olan birinin feryadı gibiydi. Ne yapacağımı bilemeden öylece kapıya bakakaldım. Kapıldığım dehşet beni serseme çevirmişti.

Kapı sonuna dek açıldığında karşıma kimse çıkmadı. Ama onun orada olduğunu biliyordum. Onu göremesem de varlığını hissedebiliyordum… Bana bir kez daha seslendi. Duyduklarım anlaşılması güç birer fısıltıdan ibaretti. Buna karşın, ne dediğini anlayabiliyordum. Benden bir şey istiyordu. Ölmeden önce istediği o son şeyi istiyordu…

Burada daha fazla kalamazdım, hemen dışarı çıkmak zorundaydım!

Koşarak aşağı indim. Atölyeme gidip, orada bıraktığım telefonumu aldım ve sadece birkaç sokak ötemde oturan ablamı arayarak dışarıya, verandaya çıktım.

Ablam telefonu epey geç açtı. Acilen buraya gelmesi gerektiğini söyledim. Nedenini sorduğundaysa önemli bir şey olduğunu belirttim. Telefonda anlatamayacağım bir şey, diye ekledim sonra… Gerçi yüz yüzeyken de nasıl anlatacağımı bilmiyordum.

Verandanın merdivenlerine oturup ablamı beklemeye koyuldum. O sırada gözlerimi evimin karşısındaki kayın ormanına diktim. Yaza gireli çok olmasına rağmen yaprakların ve çiçeklerin hâlâ açmadığı o ormandan bana sesleniyordu şimdi. Kısa aralıklarla sık sık fısıldıyordu. Sanki kafamın içine girmeye çalışıyordu!

Aşağı yukarı yarım saat geçtikten sonra ablam kendi aracıyla geldi. Hızlıca kalkıp yanına gittim.

Araçtan inerken, “Haluk, bu halin ne böyle?” dedi. “Niye bornozlusun? Yüzüne… Yüzüne ne oldu? Uyuşturucuyu bırakmadın mı hâlâ? Çökmüşsün resmen! İyi misin, oğlum sen?”

“Abla, beni boş ver şimdi,” dedim. Sesim kulağıma epey kısık geldi. “Benim… Benim sana bir şey anlatmam gerekiyor.”

“Zeynep’le ilgili bir gelişme mi var? Bu yüzden mi beni sabahın köründe arayıp apar topar yanına çağırdın? Yoksa bulundu mu Zeynep?”

“Abla…” Kendimi tutamadım, gözyaşlarına boğuldum. “O hiç kaybolmadı ki. Yalan söyledim. Herkese yalan söyledim! Ben onu öl…”

Görünmez bir güç tarafından ansızın ormana doğru çekilmeye başlandım. Yerde sürüklenerek ormanın en güzel ağacının dibine kadar götürüldüm ve toprağa, onun mezarına gömüldüm.

Tam nefessiz kalmaya başladığım sırada bir el kolumu tuttu ve beni dışarıya çıkardı. Ablamdı bu. Neler olduğunu anlayamamıştı. Korku dolu gözlerle bana bakıyordu. Ona sarılıp her şeyi anlattım.

“Karım… Benim biricik Zeynep’im istemeden çocuklarımızın ölümüne sebebiyet verdiğinde aklını yitirmişti. Biliyorsun, bu yüzden onu akıl hastanesine yatırmıştık ama bir gün oradan kaçmıştı ve kaçarken de iki hasta bakıcıyı canından etmişti. Daha sonra da onu bir daha gören olmamıştı… Ben de onu görmediğimi söylemiştim herkese. Bu bir yalandı. Zeynep üstü başı kan içinde buraya, evine geri dönmüştü. Kendini yalnız hissettiği için oradan kaçtığını söylemişti bana. Yanında bulunmamı istiyordu. Ama ben… Ben… Bilemedim. Ne yapağımı bilemedim! Onu oraya geri göndermeye niyetli değildim. Tek istediğim acısının son bulmasıydı. Onu huzura kavuşturmak istiyordum. Bu nedenle… Bu nedenle onu öldürdüm…Ellerimi onun o narin boynuna götürüp boğazını bütün gücümle sıktım. Yemin ederim, abla, yemin ederim tek istediğim onu huzura kavuşturmaktı. Ah, Allah’ım, affet beni! Ne olursun affet!”

Ablam ne anlattığımı anlayamamıştı çünkü ağlamaktan doğru düzgün bir şekilde konuşamamıştım…

O günden sonra kendimi akıl hastanesine kapattım. Karımın hayaleti beni oradan, dört duvarın arasından çıkaramazdı. Güvende olduğum tek yer orasıydı. Keşke fısıldayışına, “Yanımda bulunmanı istiyorum,” deyip duruşuna da bir çare bulabilseydim.