Hayalet (Öykü)

Öyküyü yukarıdan dinleyebilir, aşağıdan ya da şuradan da okuyabilirsiniz.

“Ne kadar değişmiş! Nasıl da güzelleşmiş!” diye geçirdim içimden, karşımdaki kadın bana yad gözlerle bakarken. “Ah sevdiğim!” demek istedim. “Eski günlerdeki gibi yatayım dizine, okşa saçlarımı. Karanlık vadideki dumanların acısına senin uğruna katlanırım. Ben benim! Hayalet olsam bile.”

Hayatımda en büyük dileğim son nefesimi verirken neler görüp hissettiğimi bir günlüğe aktarmaktı. İnançlıydım, dolayısıyla ölüm meleğinin beni almaya geleceğine kesin gözüyle bakardım. Yanımda daima not defteri taşırdım ve tetikte beklerdim ki en ufak terslikte kâğıt kaleme sarılayım.

Elbet bilemezdim nasıl öleceğimi, ancak çalışmaya henüz başlamış bekâr bir genç adamın kaderinde kaç farklı ölüm şekli olabilirdi? Çeşitli hastalıklara yakalanabilirdim, karşıdan karşıya geçerken araba çarpabilirdi, yolda başıma devasa apartmanlardan bir parça düşebilirdi ya da şehir içinde türlü türlü insanlarla yaşadığım düşünülürse, kaza kurşunuyla yaralanabilirdim. Başka ne olabilirdi?

İşte bu eminlik başıma gelen felaketlerin tetikleyicisi oldu. Hiç tahmin edemeyeceğim bir şekilde öldüm. İnsan belayı kendi diliyle çağırır. “Asla yapmam” dediğini gün gelir yapar, “asla başıma gelmez” dediği de güdümlü mermi gibi onu takip eder.

Üniversite yılları boyunca aynı odayı paylaştığım bir arkadaşım vardı. Entelektüelliğiyle, güçlü hitabetiyle ve özgün ilgi alanlarıyla benim rol modelimdi. Yakışıklıydı da tabii. Birlikte bir ortama dâhil olduğumuz zaman bütün gözler onun üzerine çevrilirdi. Bütün dürüstlüğümle söylüyorum ki hiçbir zaman kıskanmadım. Yalnızca imrendim ve örnek aldım.

Doğayla iç içe yaşardı. Hafta sonları tek başına kamp yapar; gezegen üzerinde nereye bırakılsa bırakılsın hayatta kalabileceğini iddia ederdi. Orman ya da çöl, fark etmez! Şifalı bitkiler ya da zehirler hakkında her şeyi bilirdi. Simya okurdu, Paracelsus’un “Zehir ile ilacı ayıran dozdur.” sözünü sıkça tekrarlardı.

Bana ilginç bilgiler anlatırdı. Mesela zombilerin varlığının mümkün olduğunu söylerdi. Kara kurbağasından ve kirpi balığından elde edilen zehirli bir karışımla bir insana ölüm süsü vermek mümkünmüş. Afrika ülkelerinde bu şekilde kayda geçmiş gerçek vakalar varmış. 60’lı yıllarda, Haiti’de Clairvius Narcisse adında bir adam, tarım arazileri ile ilgili bir anlaşmazlıktan dolayı kardeşleri tarafından bir büyücüye satılmış. Resmi kayıtlara ölü olarak geçirildikten sonra toprağın altından çıkarılıp yıllarca büyücünün kölesi olarak tarlalarda çalıştırılmış. Anlattığı enteresan olayları hayranlıkla dinlerdim.

Elbette dünya üzerindeki hiç kimsenin olmadığı gibi Nihat’ın da yaşamı kusursuz değildi. Ona üstünlük sağlayan özellikler, başka bir yönden de engeller getiriyordu. Mesela arkadaş edinemiyor, benim dışımda kimseye güvenemiyordu. Çünkü hem aileden gelen zenginliğinden hem de bilgi birikiminden dolayı ona sıkça sahte, çıkarcı kişiler yaklaşıyordu.

Yıllar geçtikçe ben ortalama bir insan olarak sosyal bir çevre edinirken her alanda üstünlüklerle donatılmış Nihat yapayalnız kalmıştı. Hayatın ironisi!

Mezun olduktan sonra irtibatımızı sıkı tuttuk. Ben dostluğun bir gereği olarak Nihat’ı hiçbir zaman yalnız bırakmamaya çalıştım. İş bulabilmesi için referans oldum, hatta arabamla iş görüşmesine götürdüm. İyi bir işte çalışıp mutlu bir aile kurmasını arzu ediyordum.

İleride nişanlım olacak Leyla ile tanıştığımda, Nihat da görüşmelerimizin birçoğunda yanımızda oldu. Leyla’ya hayranlıkla bakar ve onun sevgisini kazandığım için ne kadar şanslı olduğumu sıkça söylerdi fakat kendisi için bir şans yaratmazdı. Leyla’nın aracılığıyla Nihat için çeşitli kadınlarla, eş adaylarıyla buluşma ayarladım. Hiçbiriyle devam etmedi.

Zaman içerisinde, hayatındaki bütün gelişmelere rağmen, Nihat’ın yüzünün hiç gülmediğini fark ettim. Eskisi gibi kitap okumuyordu. Dağlara sırt çantasıyla çıkmıyor, mutfakta çeşit çeşit bitkiler kaynatmıyordu. Birkaç ay bu bunalım hali sürdü. Nihayet işinden de ayrıldı. Ailesiyle görüşmez, evinden hiç çıkmaz oldu.

Zihnim gündelik işlerim haricinde ikiye ayrılmıştı. Bir parça Leyla’yı sever, onunla kuracağımız güzel geleceğin tuğlalarını dizerken diğer parçam da baba şefkatiyle Nihat’ın üstüne titriyordu. Her gün arayıp neşesini yerine getirmeye çalışıyordum.

“Cumartesi topla çadırını gel, şu dağ havasını bir alsak yeniden doğmuş gibi hissedeceksin. Hadi be oğlum!”

Yaşadıklarımı süsleyerek anlatıyordum. Düğün planlarımı, işyerinde olup bitenleri… Özendirmek istiyordum onu, eski hayat dolu arkadaşımı geri döndürmek istiyordum. Bir mevsim boyunca çabalarım sürdü.

Yaz başlarken diktiğim ağaçlar meyve vermeye başladı. Bir cuma günü Nihat’ın evden çıktığını, bir göletin kenarındaki korulukta vakit geçirdiğini öğrendim. Cumartesi ise tekneyle denize açıldı, tek başına. Pazar sabahı çalan telefonla uyandım.

“Kerem!” dedi tanıdık bir ses. “Hadi yüzünü yıka, çantanı topla, dağa gidiyoruz!”

“Yaşasın!” diye haykırmak istedim. Dostum geri dönmüştü! Öğrencilik günlerimin coşkusuyla yataktan fırlayıp hazırlandım. Altı kalın ayakkabılarımı giydikten sonra derin bir nefes aldım, güneşli günün taze havasını içime çektim ve arabama binip buluşacağımız yere doğru yola koyuldum.

Araba sera gibi ısınmış, boynum terden sırılsıklam olmuştu. Dağın eteğinde yolun bittiği yere kadar sürüp dikkatlice park ettim. Torpido gözünde mendil ararken sürekli yanımda taşıdığım not defterini buldum. Burun kıvırdım. Bu yüce dağda, bu güzel havada ölünür mü hiç? Adetimin aksine defteri olduğu yerde bırakarak indim, bir kayaya yaslandım, temiz havayı içime çektim.

Beş dakika geçti geçmedi, başka bir araba benimkinin arkasına yanaştı. İçerisinden inen kişinin Nihat olduğunu bilmeseydim, onu tanıyamazdım. İnzivada geçirdiği haftalar bedenini pek zayıflatmıştı. Saçları kesilmişti, yüzünü simsiyah bir gözlük örtülmüştü. Suratı asıktı. Güldürmek için biraz dalga geçtim, giysilerine takıldım, sahte bir şekilde güler gibi yaptı. Artık Nihat’ın ruh sağlığının yerinde olmadığını kesin bir şekilde anlıyordum. Dostum büyük bir olasılıkla depresyonun pençesindeydi.

Yüzünü buruşturdu. “Terledin mi?”

“Araba sıcaktı. Yoksa kokuyor muyum?”

“Biraz.” dedi yüz ifadesini yumuşatarak. Çantasından ufak bir kavanoz çıkardı. “Bak, sana ne getirdim Keremciğim! Koltukaltına bu solüsyonu sürüyorsun, kokuya elveda diyorsun.”

Merakla kavanozu aldım, içindeki kremi inceledim. “Zararlı olmasın,” diyecek oldum.

“Aşk olsun! Ne zaman bir karışımın dozunu ayarlayamadığımı gördün benim? Ellerimle topladım malzemeleri, kaç gündür bununla uğraşıyorum ben. Çok faydalı, dene de gör. Ha, istemiyorsan geri alayım.”

“Yok, yok!” dedim merakla. Kutuyu açıp kokladığımda istemsizce alnım kırıştı. “Bu… Biraz…”

“Balık gibi kokuyor.” dedi başını sallayarak. “Doğru! Deniz ürünü içeriyor çünkü. Esans, parfüm katabilirdim ama doğallığı bozulurdu, değil mi? Tenindeyken kokusu duyulmaz.”

Daha fazla bir şey söylemeye lüzum görmedim. Nihat’ın balıklı karışımını boynuma, çeneme, koltukaltlarıma sürdüm. Karışımın dokunduğu yerler uyuşmaya başlamıştı. Epey etkili bir formül olmalıydı.

Bir patikadan yukarı çıkarken “Haklıymışsın!” dedi. Sesi eski yıllarımızdaki gibi neşeli geliyordu. “Dağ havası iyi gelecek, çok iyi gelecek.”

Yüksekçe bir kayanın başına kadar tırmandık. Arabalarımız aşağıda karıncalar gibi görünüyordu. Manzara muhteşemdi. Yeni gün karşıdaki dağların arasından yükselmiş ve gözünü zirveye dikmişti. Vadiyi saran sis güneş ışıklarını huzmelere ayırıyordu. Ağaçların gölgeleri bir yana eğilmiş, güneşi ağırlıyordu. Hafızamda bu görüntüyü tutabilmek için gözlerimi birkaç kez açıp kapattım.

Yaşamın kendisini tüm ihtişamıyla gösterdiği bu dakikada ölüm akla gelecek son mefhumdu.

Sırtıma bir tekme vuruldu. Bedenim teneke gibi dağdan aşağı yuvarlandı. Kafamı birkaç yere çarptım. Dizlerim, dirseklerim yaralandı; iğne yapraklar tenime battı. Ancak birkaç metre sonra büyük bir taşa çarparak durabildim. Kafam dağın zirvesine doğru dönüktü. Nihat’ın üstüme koştuğunu görebiliyordum.

“Kerem!” diye bağırıyordu. Yanı başımda durup çenemi avuçlarının içiyle tuttu. “Uyan, ne olur uyan! Şeytana uydum. Seni kıskandım Kerem! Bütün çabama rağmen ben tek başına bir hayat kurmaktan acizken senin yükselişini görüp kıskandım. Benim için yaptıkların yüzünden sana minnet yüklendim. Bir an şeytan dürttü işte tekme atayım diye! Uyan ne olur! Bir şey olsun istemiyorum sana! Bu pişmanlığı kaldıramam!”

Tuhaf olan şuydu ki son derece bilinçliydim. Vücudumun muhtelif yerlerindeki acı hariç gayet iyiydim. Söylediği her şeyi duyuyordum ama ne ağzımı açabiliyor ne de parmaklarımı oynatabiliyordum. Felç olduğumu düşündüm, öfkeyle, acizlik hissiyle doldum.

Nihat ağlamaya devam ediyor. “Ölme, ne olur ölme!” diye yalvarıyordu. Neden sonra sakinleşti. Telefonunu çıkarıp ambulansı aradı. Dağda olduğumuzu söyledi, ayağım kaymıştı da düşmüştüm. Nefes almıyordum, kalbim de atmıyordu.

İçimden “Yalancı!” diye haykırdım. Polise her şeyi anlatmak için hareket etme yetimin geri dönmesini beklemeye karar verdim. Dağ rüzgârı beni teselli etmek ister gibi saçlarımın arasından esiyor, karıncalar parmaklarımın üzerinde dolaşıyordu.

Acil tıp teknisyenleri geldiğinde vücudum iyice ağırlaşmış. Bilincim dahi bir parça puslanmıştı. Reflekslerim çalışmaz olmuştu. Nabzımı ölçen görevliler birbirlerine kaygılı gözlerle baktı. Ağlamaktan yüzü kıpkırmızı kesilmiş Nihat’a “Başınız sağ olsun” minvalinde bir şeyler söyledikten sonra beni sedyeye yatırdılar, yüzümü örttüler.

İnanmadım. Morgda beklerken de, Leyla hastaneye gelip başucumda ağlarken de, imam beni yıkarken de öldüğüme inanmadım. “Sayın yetkililer, bir yanlışlık var!” diyordum içimden. “Ben yaşıyorum! Hüznünüzü, telaşınızı görüyorum!” Cenaze törenine kadar geçen iki gün içerisinde hareket etme çabalarım hüsranla sonuçlandı. Kefene sarılı halde bir tabutta taşınırken bile yaşadığımı belli edebilme ümidim vardı.

Şimdi düşünüyorum da, dileğim muhal bir hayalden başka bir şey değilmiş. İnsan öldüğünü fark edemezmiş ki ölüm anını kaydetsin! Mezarıma beni yatırdılar. Üzerime küreklerle toprak attılar. Ne zaman dünya tamamen karardı ve sessizleşti, işte o zaman ikna oldum: Ben ölüydüm.

İnançlı bir insanım demiştim ya, hâlâ şaşırıyorum ölüm meleğinin gelmediğine. Dünya algısıyla bir geceyi sessizlikte geçirdim. Ardından bir hava akımı, korkunç sesler peyda oldu. Omuzumda, kollarımda, bacaklarımda onlarca el hissettim. Bu eller vücudumu çekip çıkardı, başka bir zemine yatırdı. Motor sesi duydum. Bütün bunlar olurken karanlık hiç gitmedi. Neden sonra şuurum bilinmezliğin uykusuna daldı.

Sarı bir ışık göz bebeklerimi yakarcasına parladığında zaman algım tamamen kaybolmuştu. Gömüldüğüm andan beri bir gün de geçmiş olabilirdi, bir yıl da. Gözlerimi kırptığımda görüntüler netleşti. Asansör kabinini andıran beton bir hücrenin içerisinde olduğumu fark ettim. Işık tavandaki bir lambadan geliyordu. Önümde bir taş ve bir balyoz vardı. Ayak bileklerimde kalın zincirler sallanıyordu.Hırıltılı, korkunç bir ses bana ayağa kalkmamı emrettiğinde iliklerime dek titredim.

Dizlerimin bağı çözülecek sansam da hareket etmeyi başardım, o sıcak ve havasız ortamda çaresizce beklemeye başladım.Ses bana cehenneme gittiğimi söylüyordu. Kötü bir insan olarak yaşadığımı, çünkü sahip olduklarımla diğer insanlara karşı övündüğümü anlatıyordu. Ne var ki ufak tefek iyiliklerim de olmuş, bu yüzden beni ateşe atmayacaklarmış. Az da olsa uyumama, yemek yiyip su içmeme izin vereceklermiş. Kalan bütün zamanda sonsuza dek taş kıracakmışım. Taş parçalanınca da yenisi gelecekmiş.

Ağzımı açtığımda ses hemen müdahale etti. Konuşmam kati bir suretle yasaktı. Eğer konuşacak olursam, karanlık vadideki dumanların azabıyla cezalandırılacaktım. Bu cezayı bana bir kez yaşatmak istediler ki başıma ne geleceğini anlayayım, susayım, sonsuza dek susayım.

Tavanın dört köşesinden içeriye simsiyah dumanlar doldu. Akciğerlerimde bir yangın tutuştu, ben ise gözyaşlarına boğuluyor, bağırmamak için direnerek yerde kıvranıyordum. İlk günler acı ve azapla geçti. Her ne zaman yavaşlasam, kaytarsam, kollarım balyozu kaldırmaktan yorulsa bacağıma bağlı zincirlerden elektrik veriliyordu. Dudaklarımı istemeden aralayınca da duman cezasına çarptırılıyordum. Yutkunarak, başımı eğerek, dudaklarım sımsıkı yumulu halde garip sesler çıkararak af dilesem de bana yanıt veren olmuyordu.

Gariptir ki zaman geçtikçe bu ağır koşullara alıştım. Oturur vaziyette biraz uyuyor, ardından uyanıp duvardaki delikten getirilen tepsideki ekmeği yiyip suyu içiyor ve gücümü toplar toplamaz taşın başına geçiyordum. Robot gibiydim, tökezlemiyor ya da ağzımı açmıyordum, böylece elektrik veya duman cezası da almıyordum.

Artık dünyadaki anılarımı düşünmez olmuştum. Bir zaman gelmiş ve ben, bir zamanlar yaşıyor olduğumu unutmuştum. Beton hücremin üstünde gürültüler duyduğumda hiç aldırmadan işime devam ettim. Hücrenin tavanı açıldığında da, “Polis” yazılı üniforma giyen bir insan beni bez bebek gibi kucaklayıp oradan çıkardığında da gözlerimi taştan ayırmıyor, balyozu elimden bırakmamaya çalışıyordum.

[image]

Işıklar çoğaldı, sesler çoğaldı, manzaralar değişti. İnsan suratları çevremde diziliyor ve bana bir şeyler söylüyorlardı. Hiçbirine anlam veremiyordum. Beni bembeyaz, geniş bir binaya götürdüler. Beyaz bir yatağa yatırıp koluma adını unuttuğum borulardan bağladılar. Beyaz önlüklü bir adam geldi. “Kerem Bey!” diye seslenince, sanki bu kelimenin anlamını biliyormuş gibi, aşinalık hissettim. “Ben doktorunuz Ümit Yılmaz. Başınıza ne geldiğini açıklamaya çalışacağım. Nihat adındaki şahıs sizi zehirlemiş.”

Kelimeler zihnimde bir anlam kazanıyor, bir kaybediyorlardı. Beyaz önlüklü adamın sesini kesintisiz bir şekilde işitiyordum ama kelimelerini, kesikli bir radyodan dinliyor gibi kavrayabiliyordum.

“Zehir sizin kalp atışınızı ve nefes alışverişinizi yavaşlatmış. Bu yüzden tıbbi ve hukuki olarak öldüğünüze karar verilmiş. Cenaze töreninizden sonra Nihat adındaki şahsın parayla tuttuğu fedailer sizi gizlice toprağın altından çıkarmış. Sizi kendi arazilerinde, toprağın altına yerleştirdikleri beton hücreye kapatmışlar. Sizi çeşitli telkinlerle öldüğünüze inandırıp işkenceler yapmışlar.”

Doktorun yüzüne boş bir ifadeyle bakıyordum. Ne dediğini bilmiyordum ama konuşması beni rahatlatıyordu.

Beyaz önlüklü adam konuşmayı bitirdikten sonra beni yalnız bıraktı. Anımsamaya başladım, burası bir hastaneydi. On ya da on beş dakikada bir beni kontrol edenler hemşireydi. Ne olmuştu bana? Öldükten sonra nasıl hayata dönmüştüm? Yoksa dönmemiş miydim? Cehennemden kaçan bir hayalet miydim? Dumanlarla ciğerimi yakacaklar, beni beton hücreye tekrar kapatacaklar mıydı?

Neden sonra odanın kapısı bir kez daha aralandı. İçeriye tanıdığım, bütün hücrelerimle tanıdığım bir insan girdi. Leyla’m gelmişti! Beni ziyarete gelmişti. Gülümsemeye çalıştım. Saçları beline kadar uzamış, yüzü olgunlaşmıştı.

Yüzüme kısacık bir an bakıp doktora çevirdi bakışlarını. “Doğru söyleyin.” dedi. “O gerçekten Kerem mi?”

Leyla, benim Kerem olabileceğime fazla zayıf ve çökmüş göründüğümü öne sürerek itiraz ediyor, doktor ise o şartlarda beş yıl boyunca hayatta kalabilmemin bile olağanüstü olduğunu anlatıyordu.

Neden sonra sevdiğim kadın ellerini yüzüne götürdü, hıçkırdı. “Yazıklar olsun, nasıl bir canilik bu? Öyle bir adama nasıl inandım, üstelik onunla evlendim! Kerem, ah, Kerem…”

Biz evlenmiş miydik? Hiçbir şey hatırlamıyordum. Bir süre sonra çocuğundan, onu babasız büyüteceğinden bahsetmeye başladı. “Hayır,” diye düşündüm, ben iyileşeceğim. Adını, varlığını dahi hatırlamasam bile çocuğumuzu babasız bırakmayacağım.

“Yeter ki inan bana.” dedim. Yemin ediyorum ki söyledim, dudaklarımı aralamasam da sesim çıkmasa da söyledim. “Ne kadar değişmişsin! Nasıl da güzelleşmişsin! Ah sevdiğim! Eski günlerdeki gibi yatayım dizine, okşa saçlarımı. İşit beni, işit ki açabileyim ağzımı. Karanlık vadideki dumanların acısına senin uğruna katlanırım. Ben benim! Hayalet olsam bile… ”

5 Beğeni