Hışırtı

Hışırtı

Onu gördüğümde, kendimi öldürmeyi düşünüyordum. Ancak güzelliği beni benden aldı. Bu kadar iyi ve harika bir insanın olduğu bir dünya, yaşamaya değerdi. Yanlış anlaşılmasın, kendimi öldürmeyi ciddi ciddi düşünmüyordum. O kadar ezik bir insan değilim fakat neden olduğunu bilmediğim bir çıkmazın içindeydim. Olduğu yerde takılı kalmış, boş yere sayıyordum. Bir değişikliğe ihtiyacım vardı ve bu fırsatı, bana o sağladı.

Açıkçası ne giydiğini hatırlamıyorum, veya nasıl koktuğunu. Küçük bir kaç detay kalmış aklımda, soluk bir ışık, güçlü bir rüzgar ve üstündekilerin uçuştuğu. Bir ağaç gibi eğrilmişti, narin ve ince. Benim olmalıydı, tersine katlanamazdım. Bunu gördükten sonra, hiç bir şey olmamış gibi devam edemezdim.

Her şey çok hızlı fakat bir o kadar da yavaş gerçekleşti. Birkaç yıl içinde kendimizi evlenmiş halde bulduk. Sorunsuz değildik elbette, ara sıra tartışıyor, hatta kavga ediyor fakat daha sonraları barışıyorduk. Klasik bir evlilik işte. Beni çok kontrolcu bulmaya başladığını söylemişti, oysa derdimi anlatamıyordum. Böyle anlarda aklımda hep bir görüntü canlanır. Midemde kelimeleri tasarlarım, güzel güzel aklımdakini yansıtırlar. Ancak ağzıma geldiklerinde kusmuğa dönüşürler.

Ona güvenmemek değildi sorunum, başkalarını ürkütücü buluyordum. Dünya vahşi bir yer, insanın en yakını bildiği kişilerin altından bile bir düşman çıkabiliyor. Tek çalışmayı sevmemin nedeni de bu, çok kişiyle işe girince ne olduğu tecrübeyle sabit.

Bir gün eve dönmüştük, iki aile dostunun yanından. Ellerimin titrediğini hatırlıyorum, kalbim güp güp atıyordu.

“Ne haddine onların?!” diye haykırdım, ayakkabımı çıkarıp fırlatarak.

“Tamamdır, sakinleş biraz,” dedi, benim attığım ayakkabıyı yerleştirmek için eğilerek “Konuşmaya değecek kişiler değiller.”

“Ben malımı mülküm onlar gibi baba parasıyla almadım!” diye kükredim “Arabama laf edermiş!”

“Onların sahip olmadığı bir şey var sende,” dedi, gülümseyerek.

Bir şeyler sakladığını anladım, belli belirsiz. Büyük bir haber vermeden önce, insanı bekletirdi böyle.

Herhalde yüzümdeki sertlik geçmiş olmalı ki, elimi tutarak karnına koydu.

“Çabalarımız meyvesini verdi.”

Çocuğum olacağını o anda öğrenmiştim, herhalde bu yüzden arkadaşlarıma bozulmamı hatırlıyorum. Yoksa o kadar çok kez oldu ki böyle şeyler, her birini aklımda tutamam.

Çocuğum diyorum fakat bizim sürprimize, ikiz doğdular. Henüz küçücüklerken, onları beşikten kaldırıp kucaklardım bol bol. Kafaları şeftali gibi kokardı. Şeftali oğlan derdim bizim küçük erkeğe fakat kızıma böyle bir şekilde seslenemezdim elbette. İleride başı çok belaya girebilirdi. Meyve kız dedim bu yüzden. Benim narin ağacımın verdiği meyveler.

Elbette bu sürpriz güzeldi güzel olmasına ama hesaplamadığım bir takım şeyler de işin içine girmişti. Fazladan bir boğaz demek, daha fazla para demekti ve işimden aldığım ücret belliydi. Az kazanmıyordum ama yeterli değildi, zaten hiç bir zaman yeterli olmaz. İşte o şeyi duymaya, ilk olarak bu sıralarda başladım. Evde oturup, elimdeki içkiden yavaş yavaş otlanırken, kulağıma bir şeyler çalınıyordu. Ne olduğunu çıkaramadım fakat tanıdık geliyordu.

Ne zaman sesin kaynağına gözümü çevirdiysem, karşımda hiç bir şey bulamadım. Ne bir hareket, ne de olmaması gereken bir şey. Her şey çok çok sıradandı. Kulak doktoruna ve hatta sinir bilimcilere kadar gittim ama kafamda herhangi yanlış bir şey bulamadılar. Psikoloğa yönledirdiler ama o da anca çocukluğundu, bilmem neydi konuşup durdu. Elbette hiç birisine bu sesin tanıdık geldiğini söylememiştim, yoksa bana deli gözüyle bakarlardı.

Bir gün yakın gözlüğümü takmış, gazete okurken yine onu duydum. Salonun öteki ucundan geliyordu ve tekli koltuktan fırladığım gibi o yöne doğru koşturdum. Herhangi bir şey bulamadığım gibi, mutfaktan elinde tepsiyle gelen eşime tosladım. Yere düşerken başını çarptı ve yere dökülmüş çay ile kurabiyelerin üstüne kapaklandı. Bembeyaz şakağı yarılmış, kanlar her yere boşanıyordu. Ne yapacağımı bilemeyerek bakakaldım bir an, ben de sersemlemiştim zira.

Yeşil gözleriyle bana sorar biçimde baktı. Aklından ne geçmiş olduğunu bilmiyorum ama kaşları çatılmamıştı. Gidip, bez getirdim ve yarasına bastırdım.

“Ne yapıyordun?” diye sordu, gözlerini benimkilere kenetleyerek.

Kem küm ettim. O anda tekrar küçük bir çocuktum ve benden hesap soruluyordu.

“Böcek kovalıyordum,” diye bir yalan salladım “Niye önüne bakmıyorsun?”

Midemden gelen sözler değişmiş, farklı bir forma bürünmüşlerdi. İkinci cümlede ağzımdan tükürükler saçılmıştı, eşimin saçını sıktığımı fark ettim. Kavrayışımı gevşettim ve bezi bırakıp gitmek isterken, yanlışlıkla üstüne attıktan sonra, bahçeye çıktım. O güne dair iyi olan tek şey, o an içtiğim sigaraydı.

Bu olaydan sonra ilişkimiz değişti. Benim belli hareketlerimden rahatsız olduğunu her zaman hissetmiştim fakat artık, onu, bana bakarken buluyordum. Sevdiğin birisini izlemenin verdiği huzurdan uzaktı. Açık yeşil gözlere her döndüğümde, onları benden kaçırıyor ve hiç bir şey olmamış gibi davranmaya çalışıyordu.

İlk başta göz ardı etmeye çalıştıysam da, zaman içinde daha çok dikkatimi çeker olmuştu. Bir yandan ses de artmıştı. En sonunda bir gün, çocukların yanında, onunla yüzleştim.

“Ne oldu yahu, niye öyle bakıyorsun?” demek istemiştim ama ağzım bunları şöyle değiştirmişti “Ne bakıyorsun be?!”

Şeftali ve meyve, oynamayı keserek bana baktı. Ağacımın ağzı açık kalmıştı. İşte o an, tıkırtıyı hiç olmadığı kadar kuvvetli şekilde duydum. Beynimin içinde bir şey, kafatasımı tırmalıyordu sanki. Gözlerimi çevirdim ve onu gördüm. Eşimin oturduğu diğer tekli koltuğun arkasında, mutfağa giden koridorun başında duruyordu. Köşeden çıkardığı, antenli kafasını bana çevirmişti. Otuz santim civarı olan bu yaratık yüzünden, ağzımdan bastırılmış bir öğürtü çıktı. Zira, lağım suyu kahverengisi kitinle kaplı yaratığın ağzı çarpılmıştı. Bana gülümsüyordu.

Hışırtının ne demek olduğunu anlamıştım. Küçükken, sık sık bizim tuvalete atardım kendimi. Bir gazete veya dergi bulur, içerideki bağırışma seslerini duymazdan gelmeye çalışarak onu okurdum. Arada sırada başka bir ses de onlara eşlik ederdi. Görüyorsunuz ya, tuvaletinde duvarında, su ısıtıcısının girdiği kısımda bir boşluk vardı ve apartman boşluğuna açılıyordu. Onu gazeteyle kaplamıştık ama binayı basmış hamam böceklerinin hoşuna gitmemişti bu durum. Kat kat gazeteyi sürekli delmeye çalışırlardı. Bu olasılığı düşünerek, ayaklarımı -tuvalette oturduğum halde- kendime çeker ve faltaşı gibi açılmış gözlerimi ısıtıcıya dikerdim. Bir kere, bir tanesi tam baktığım sırada başarıyla onu delmiş ve içeri girerek, midemi kaldıran bir şap sesiyle yere düşmüştü. Çığlık çığlığa oradan kaçmış, ardından kıçımı yıkamadığım için bir ton cezaya katlanmıştım.

Bütün bunlar aklıma gelirken, donup kalmıştım. Yaratık kayboldu ama gözlerime kazınan o çarpık ağız yok olmadı. Açılıyor ve içindeki mukusumsu sıvıya sahip boşluk, kafamı delerek, beynime ulaşıyordu. Bayılacak gibi oldum ve vücudumun altından gelerek, üstüne yayılan bir kasılmayla beraber kusmaya başladım.

“… belanı versin… cehennemin dibine kadar…” diye haykırmaya çalışıyordum bir yandan “… iğrenç şey!”

Kusmuk, ağacıma ve çocuklara da sıçramıştı. Ben, bunu gördüğümde, daha çok bağırdım ve daha çok sıçradı. Çocuklarım bağırarak kaçıştı ve eşim onları korumak için ileri atıldı. Bir yandan, sonuna kadar açılmış gözleriyle ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Böyle yapmasaydı, onun açısından daha iyi olurdu. Midemden gelen su, yemyeşil gözleri de dahil, her yerini kaplamıştı. O günden sonra, gözlerinden pek çok ameliyat olması gerekmişti.

Elbette, bunu birinci elden değil, farklı yollarla öğrendim çünkü beni ertesi hafta boşadı. Akli dengemin bozulmaya başladığını söylemişti hakim ve zorunlu olarak beni bir terapiye yazdırdı ama gitmedim. O pis böceği bulabilirsem, her şey yoluna girecekti. İnsanlar bana güvenecek ve ailem tekrar bana dönecekti.

Böylece, tek kaldığım evde, onu beklemeye başladı. İşe gittiğimde veya dışarıda başka bir şey yaparken, hiç bir şey duymuyor veya görmüyordum. Ancak eve her gidişimde, bir hışırtı ve ek olarak, ona eşlik eden bir kikirti beni bekliyordu.

“Siktir git!” diye çıkıştım bir gün ona.

“Hayır…” diye, gülmeyle karışık bir cevap geldi.

Bunu duyunca, dizlerimin bağı çözüldü ve onların üstüne düştüm. Bu şey her neyse, benimle kafa buluyordu. Hışımla koltuğu kaldırıp, karşıdaki kütüphaneye attım ve ayaklı lambayı tutarak ona meydan okudum. Elli santim boyundaki bu canavar, benim için bir hiçti. Ezecek ve suyunu çıkaracaktım.

“… henüz değil,” diye, lafını tamamladı.

Ardından, kikirdeyerek yok oldu.

Zaman içinde, tartışmalar sıklaştı ve boyutu da arttı. Onun ne olduğunu anlamak için, interneti aradım ve taradım fakat doğru düzgün hiç bir şey bulamadım. Bu esnada, böceğim boyutu da artıyordu. Evi ilaçlattım, uzmanlara danıştım, hattan yurt dışından bir profesyonel bile getirttim ama hiç birisi, derdime derman olamadı.

Ondan kurtulmak istedikçe sanki daha da güçlendi. En sonunda varlığını kabulllenmek zorunda kalmıştım. Bu andan sonra, konuşmalarımızın içeriği yavaş yavaş değişti. Kavgadan tartışmaya, ondan pasif agresifliğe dönüştü derken, hamamla sohbet ederken buldum kendimi. Bildikleri oldukça değişik şeylerdi. Binlerce yıldan beri var olduğunu iddia ediyordu.

“Siz hayvanları çok severim,” demişti, oldukça düzgün bir telaffuzla.

Ona, kendisinin de bir hayvan olup olmadığını sordum. Bildiğim kadarıyla, böcekler de bu gruba giriyordu.

“Bir açıdan,” demişti, kitinli ağzını takırdatarak.

Bir gün, uyurken beni buldu. Önceden olsa ürkerdim fakat bu sefer ne olduğunu sordum sadece. Anladığım kadarıyla, kendine göre bir mantığı olan bir canlıydı. Tabii, canlı denebilirse.

“Onları geri getirmeye ne dersin?” diye sordu, mandibüllerini* birbirine vurarak.

Ailemi mi kastettiğini sorduğumda, onayladı. Peki nasıl yapacaktım bunu?

“Sana bu gücü vereceğim,” dedi, bir sırdan bahsediyormuş gibi fısıldayarak. Gözlerini kısarak ekledi “Bence bunu çok seveceksin.”

Teklifini bi kaç gün düşündükten sonra kabul ettiğimde, evin içinde uçmaya başladı.

“Yaşasın!” diye bağırıyordu “Siz insanlar en iyisisiniz!”

Herhangi bir mühür veya bağlayıcı bir kontrat olmadı. Neyse ki, anlaşmayı bağlamak için öpüşmedik de. Böyle bir şey olsaydı, kusarak güneşe kadar uçabilirdim herhalde. Ancak, dediğinin boş olmadığını zamanla anladım. Beni teşvik etmesiyle, eski eşimle bir buluşma ayarlamıştım. Elbette onu getirmek için bir yalan uydurmuştum ama bu, önemli değil.

Uzun bir fidan gibi belirdi karşımda ve tekrar, ilk günkü gibi, benim olmalı diye düşündüm. Ancak bir farklılık vardı, hiç bir esprime gülmedi ve ona bir şey ısmarlamama izin vermediği gibi, kendisi de bir şey söylemedi. Akları yer yer kızarmış gözlerini bana dikmiş, onu tam olarak neden çağırdığımı soruyordu.

“Tekrar bir araya gelmek istiyorum,” dedim.

“Bin yılda olmaz,” dedi, hafifçe gülerek fakat gözleri gülmüyordu “Belki değişmişsindir diyordum ama hala çocuk gibi davranıyorsun. Görüşmemek üzere.”

“Dur!” diye seslendim, o kalkarken.

Bütün şaşkınlığıma rağmen, ayağa kalkar bir pozisyonda dondu kaldı.

“Otur,” dedim, ne olduğunu biraz çözerek.

“Elbette,” dedi, usulca sandalyeye çökerken.

“Ne istersin?” diye sordum ona, arkama yaslanarak.

“Sen ne istersen.”

Böceğin planı işe yaramıştı. Önce ağacım, sonra meyvelerim eve döndü. Artık bana karşı çıkmıyor, her istediğimi yerine getiriyorlardı. Hatta, artık bir insan boyutunu bile geçmiş olan hamamdan bile rahatsız olmuyorlardı. Çocuklarım onunla oyunlar oynamaya başlamıştı. Birbirlerine arada yanlışlıkla zarar verdikleri oluyordu ama zaten, küçüklerin doğası bu değil midir? Bir saç çekilmesi, iki tekme… bunlar hiç bir şeydir.

Sonunda mutlu bir insana dönüşmüştüm. Bu yüzden, daha sonra olanlara bir anlam veremiyorum. Sadece, belli şeyler aklımda. Sanki bir film sahnesi bin kat yavaşlamış şekilde oynatılıyor.

Silahı elime alıyorum. Hamam, kenarda gülümsüyor ve mandibülleri hızla oynaşıyor. Bir şeylere ateş ediyorum ama sanki boşluğa sıkıyorum. Üç nesne hafifçe yere düşüyor. Silah elimden kayıyor. Başımı, ellerimin arasına alıyorum. Midem bulanıyor, hayatımda hiç bulanmadığı kadar ama kusamıyorum. Bunun yerine, ailemin cesetleri kusmuğa dönüşüyor.

Tüm hatırladığım bunlar. Mutlu bir kadındım sonunda, neden böyle bir şey yaptım ki?


*Mandibül: Böceklerin ağız kısmında, antene benzer yapılar.

Blogda okumak için tıklayın.

1 Beğeni

Öyküden kendimce çıkarımlarım ve sahiplenme mantığıma göre: Sürpriz sonun, öykünün o noktaya kadarki ruhu ve birikimiyle örtüşmediğini hissediyorum.

Son olaya kadar, bir şekilde adamın durumu, böceğin kökeni ve adamla olan bağını, kafamda bir yere oturtabiliyordum. Öykü benim için, kötü anıları yüzünden yersiz ve ayarsız öfkelenen birinin, böcek imgesinde öfkesinin kaynağını tanıyıp kabul etmesi gibiydi: Böceğin gerçekliği sorgulamak yerine, adam için anlamına ve yaşanan bu kaotik durumdaki rolü daha büyük merak konusuydu. Geçmişindeki tatsızlığı kabullenince, ses tonunu da kontrol edebilmeyi öğrenmişti. O sayede eşini ikna edebilmeyi başarmıştı.

O sondaki olaya kadar, kabulleniş ve kendini kontrolü anlatan, tuhaf kurgu türüne yakın bir öyküydü.

Sondaki olayla bahsettiğim tüm o bağlan ve anlam yapısı kuşkulu bir hal aldı. Böceğin, adamın geçmişiyle olan olası bağı yok sayılmış, doğaüstü bir varlığa dönüşmüştü(Adamın eşini ikna edebilmesini böceğin hikmetine değil, ses tonundaki olası inandırıcılığa yormuştum. Çocukkarın böcekle oynamasını bile adamın geçmişini ailesinden saklamayacak olmasıdır, diyerek bir mantığa oturtmuştum.). Öykü o sonla kötü bir varlığın keyfi müdahalelerine ve yönkendirmelerine maruz kalanların hikayesine dönüşerek bitti.

Öykünün hatrı sayılır bir kısmı, tek karakterin bakış açısında gittiğinden ve varlığın kökeni de o süre boyunca o ve geçmişiyle ilişkili verildiğinden dolayı, böceğin diğer karakterle bağlantısı tuhaf geldi. Böceğin kökeni daha muğlak bir konumda olsaydı ve onu da yönlendirildiğine dair emareler verilseydi, o son kabul edilebilir bir zemine oturabilirdi.

Tabii o zaman öykü, habis varlık neler karıştıracak hikayesine dönüşürdü. Ve muhtemelen, beni öyküye bağlayan olasılıklara vesile ayrıntılarda olmazdı.

Öykünün genel gidişatı açısından, hikayenin, böcekleriyle mutlu aile tablosunda bırakılması daha isabetli bir tercih olurmuş, gibime geliyor.

2 Beğeni

Zaman ayırıp, yorum yaptığınız için teşekkür ederim.

Hikaye taslak halindeyken ismini Erk koymuştum aslında. Öfke kontrolü önemli bir rol oynuyor elbette fakat asıl odak konusu gücün / erkin kullanımı. Benim anlayışıma göre, insanlar başkalarını eziyorsa, bunun sebebi güçlü olmaları değil, zayıflıklarıdır.

Böceğin gücü hakkındaysa, başkasının iradesini yok sayarak değişime yol açan herhangi bir gücün iyi olamayacağını söylemeliyim. Eşiyle yaptığı konuşmada da, bir anda bir değişim yaşanıyor. Bunu daha açık belirtmeyi düşünmüştüm fakat vazgeçtim. Yazında kimi şeyleri okuyucunun uğraşı sonucu yakalamasını tercih ediyorum :slight_smile:

Kendini kontrol üstüne yorum yapacak olursam. Mide, mide bulantısı, başladığı zaman ve şiddetini özellikle ayarladığımı söyleyeyim. Düşündüğünüzden farklı bir anlam daha yatıyor orada.

Son olarak, küçükken gördüğü hamam böceğinin zorunlu olarak Hamam olmadığını belirteyim.

Not: Adam demişsiniz fakat baş karakterin cinsiyetini belirten tek bir kelime kullandım, o da hikayenin son cümlesinde :grin:

Düzenleme: Doğaüstü elementin davranışı sonda baskın görünebilir fakat baş karakterin böceği kabullenmiş olduğuna dikkat çekerim. Bu, sadece varlığını tanıma değil (bunda kötü bir şey yok) , onu dinlemeye ve “tekllifini kabullenmeye” kadar da gidiyor.

Çift aslında lezbiyen. Donör ile in vitro fertilizasyon (tüp bebek) yapıyorlar ve attığınız ilk sahnede, bunun işe yaradığını öğreniyor baş karakter. O ana kadar, bu yöntemin işe yarayıp yaramadığını bilmiyor.

1 Beğeni

Anlatımdan çıkardığım sonuç, sebebini ilk başta kestiremediği öfkesine rağmen uyumlu biri olduğu yönündeydi. Zayıflığına rağmen ailesini ezmeye çalışan biri gibi gelmedi. Böceğin ortaya çıkışı ve ailesine yansıyan tepkileri, başka bir şeye öfkelenirken ailesine durumu açıklayamamasından doğan yanlış anlaşılmanın sonucu gibiydi. Zayıflık vardı. Ama kendi iç dünyasına yönelik bir öfke patlaması vardı. Doğrudan ailesine yönelik bir zorbalık olduğuna ikna olmadım.

Öyküde bu algımın aksini iddia etmeye yetecek kadar ipucuna rastlamadım. Okur, hikayede sunulan ipuçlarına göre bağlantı kurar. Boşluklar kendi zihnince otomatik olarak doldurulur. Örneğin, “Otlara uzandı.” derken, birinin yeşil otlar üzerine uzanmış olduğu farz edilir; türü, cinsiyeti, yaşı ve diğer ayrıntılar bilinmezliğini korurken, olayın, Dünya’da, eyleminde bir insan tarafından gerçekleştirildiği farz edilir. Elbette bu sadece bir an için öyledir. Cümlenin devamı, “Boynuzları kafasını toprağa yaslamasına engel oluyordu; otların maviliği, boynuzlarının siyahlığıyla hoş bir uyum içerisindeydi.” olursa, otomatik algı kendini hemen yeniler ve olayın geçtiği yeri ve eylemi yapan varlığı tekrar tanımlar. Verilen her bilgiyle durum ve olay güncellene güncellene devam eder. Böyle böyle hikaye algılanır.

Aynı mekanizmada, aksi ispat edilmedikçe, farz edilen özelliklere göre sürekliliği algılamak söz konusudur. Örneğin, bir yerde karakterin çıplak olduğunu vurgularsanız ve o anki akış devam ediyorsa, karakterin durumu çıplaktır. Olay örgüsü hız kesmeden devam ederken, karakterin giyindiğine dair bir bilgi verilmezse, önceki durumu sürdürdüğü varsayılır. Zaman atlaması gibi kurgusal geçişler bu tip algısal hataları bertaraf edebilir.

Benim de algılama mekanizmam bu ikisine göre işledi. Öykünüzdeki ipuçlarının cinsiyetsizliği sebebiyle başından itibaren onu erkek olarak düşündüm. Karşısından etkilenişini, bir erkeğin kadından etkilenişi olarak algıladım. O sebeple depresyonunu ve sızlanmalarını bir erkeğinkine göre aklımda kodlarım. Eşinin hamile olduğunu bahsetmesiyle ana karakterin cinsiyetinin erkek olduğuna karar kıldım. O noktadan itibaren, tüm deneyimlerini bir erkeğe aitmiş gibi kodladım.

Öyküde bu bilgiye rastlamadım. Eğer bu bilgiye ayrıntısıyla yer verseydiniz ya da kadın olduğuna dair daha net bilgiler sunsaydınız, ana karakteri erkek gibi algılamayı sürdürmezdim. Bu da öykünün sonunda, diğer eşin cinnet geçirdiğini düşünmeme sebep olmazdı. O sayede, böcek tarafından manipüle edilen başka bir karakter olduğunu düşünmezdim. O durumda böceğin doğaüstü bir varlığa dönüştüğünü zannetmezdim. Kısacası, ana karakterin cinsiyetini net şekilde ortaya koymamanız, öykünün algılanması hususunda yararına olmamış.

Şok edici sonun gereksizliği konusunda ısrarcıyım. Ana karakterin cinsiyeti ne olursa olsun, o sonun öykünün gelişimi ve tansiyonun tepe noktasıyla uyuşmuyor. Şok edici son, bahsettiğiniz ana fikre uygun olabilir. Ama giriş ve gelişme tam aksi sinyaller veriyor. Bu öykünün, tuhaf bir sebeple dağılmanın eşiğine gelip, yine o tuhaf sebep sayesinde mutluluğa erişmiş aile tablosuyla bitmiş olması gerekirdi; öykünün ihtiyaç duyduğu son buydu.

"Bir adam ve oğlu, bir gün araba sürmektedir. Çok ciddi bir kaza yaparlar. Adam anında ölür ve ağır yaralı, bilinci kapalı oğlan, hastaneye kaldırılır. Doktor, oğlana bakar ve “Ben bu ameliyatı yapamam, o benim oğlum,’ der.”

Bu, benim işlediğim konuda klasik bir örnektir. Çoğu kişi bunu bir paradoks gibi görür ve oğlanın annesinin de doktor olabileceğini düşünmez. Aynı zamanda, oğlanın eşcinsel bir babası olabileceğini de düşünmez. Bilinçaltımızdaki bu önkabullere bias diyoruz. İnsanlar hakkındaki beklentilerimizi, biz farkında olmadan şekillendiriyorlar.

Buna dikkat çekmek için, bilerek, cinsiyeti en sona kadar belirtmedim. Özellikle geleneksel anlamda bir erkek görüntüsünü anlatan bir karakter oluşturdum fakat bu toplumsal role karşı çıkan insanlar da var. Kişisel olarak böyle bir insanı birebir tanıyorum. Konuşmasına, tavrına, duygularını yansıtmasına bakarsanız, geleneksel anlamda erkek gibi davranıyor fakat kendisi bir kadın. Trans bir birey veya lezbiyen de değil. Bu kişi, geleneksel role uymuyor diye yok mu?

Aynı zamanda, yazında kadınların veya başka gruplarının temsili illa ki iyi karakterlerle olmaz, kötü ve gri karakterler de önemli. Ben, bu konuda bir boşluk gördüğüm için de, bu işe giriştim. Amacım aslında zorunlu bir “azınlık” temsili değil fakat bilinçaltımızdaki ön kabulleri sorgulatmak. Erkin kendisinde olduğu kişi, cinsiyeti farketmeksizin, bu tarz bir şey yapabiliyor.

Yani eleştirdiğiniz olay, aslında tam da bu tepkiyi istediğim için tasarlandı.

Öfke patlamaları, kendini ifade edememe ve ahlaki anlamda kötülük, kontrol hissi… bunlar bağlantılı olabilen şeyler. Kişisel olarak tanıdığım kişilerin bir kısmı, akıllarından geçeni çok farklı ve agresif bir şekilde ifade ediyorlar. Hatta bu, psikolojik terapilerde oldukça önemli bir noktadır. İletişim eksikliği ve kendini nasıl ifade edeceğini bilememe, sık sık agresyona yol açar.

Hamam, bu hikayede iyi bir şey değil. Konuşma bu noktaya geldiğine göre, daha çok açabilirim. Hamam, bir psikolojik bozukluğu, daha doğrusu yükü temsil ediyor. Baş karakterin etkisinde kaldığı olaylar, kendisini göstermeye başlıyor. Bunun arka planı da hazır aslında. Karakterin, eşi olacak kişiyi ilk gördüğünde aklından geçenleri ele alalım.

“Benim olmalıydı, tersine katlanamazdım.”

Başından beri bir sahiplenme isteği var. Buna rağmen, başlarda, geleneksel pek çok ilişkide olduğu gibi, ilişkileri iyi gidiyor. Ancak şöyle bir şey de var.

“Beni çok kontrolcu bulmaya başladığını söylemişti, oysa derdimi anlatamıyordum.”

Çok tanıdık bir savdır bu. Çekici ve agresif partner, ilişki ilerledikçe kontrolcu birisine dönüşmeye başlar. Zaten bu cümleyi izleyenlerden birisinde şunları söylüyor.

“Ona güvenmemek değildi sorunum, başkalarını ürkütücü buluyordum.”

Bu, çok tanıdık olan bir sav daha. Genellikle erkekler, bunu, kendilerini ve karşı tarafı kandırmak için söylerler. Evet, diğer kişilere güvenmemektedirler ama aynı zamanda, sevdikleri kişiye de güvenmezler. Baş karakterin paranoyasının ve kontrolculuğunun kökeni, burada kendisini belli ediyor.

Hikayenin geri kalanındaki gelişimi bu kadar detaylı anlatmayacağım. Ancak Hamam’ın davranışları iyi bir şey olmadığını gayet net belli ediyor derim. Rıza (consent) dediğimiz durum, bir önceki mesajda irade diye de bahsettiğim şey, insan ilişkilerinde çok önemli bir noktadır. Bununla ön kabulü de, insanın iradesine ve otonomluğuna saygı duymaktan gelir. Oysa, baş karakter Hamam sayesinde, karısının rızasını ve iradesini tamamen yok sayıyor ve ona emrediyor. Eşiyle bu kadar şiddetli bir durum yaşamış bir kişinin, gitme kararı aldıktan sonra, bir laf üstüne hiç bir şey olmamamış gibi geri dönmesinde anlaşılıyor bu olay. Hatta, bunun ardından şöyle bir şey yaşanıyor.

“Ne istersin?” diye sordum ona, arkama yaslanarak.

“Sen ne istersen.”

Son cümleyi, bu tarz bir tartışmanın ardından, hiç bir insan söylemez. Burada, herhangi bir şüphe işareti varsa Hamam’ın iyiliği hakkında, ortadan kalkmalı diye düşünüyorum.

Bu konulara, sosyoloji, toplumsal cinsiyet rolleri, ilişkilerdeki güç dinamikleri hakkında, ve psikolojik okumalar yaptıktan sonra bakmak, belki de daha iyi anlaşılmalarını sağlayacaktır. Bunu herhangi bir kötü amaçla söylemiyorum çünkü hikaye, derin bir şekilde bu konularla bağlantılı.

Teşekkürler. Hikayede nerelerde gördünüz bunları? Bir iki örnek görürsem daha iyi anlayabilirim.

Benim sorunum da anlatımın kendisi. Bahsettiğiniz konular değil zaten. Bahsettiğiniz paradoksumsu durum anlaşılırlığı da muğlaklaştırıyor. Bu da vermek istediğiniz mesajların üstünü örtüyor ya da yok sayıyor. Hikayeyi oluşturmak için kattığınız elementler birbirleriyle tepkimeye girerken, amaçladığınızdan daha farklı bir hikaye yapısı oluşturmuş. Yani parçalar bir araya gelince, bütün, parçaların değil, parçaların birleşiminden türemiş yeni özellikleri yansıtıyor. O sebeplen de, başkaları için bambaşka yorumlanabilecek bir hikaye ortaya çıkıyor.

Okurdan, öyküyü yazma amacınızı ve hangi konulardan, nasıl yararlandığınızı bilinmesi ön koşulunu getiriyorsunuz. Bu imkansız. Hikayecilik mantığıyla uyuşmayan bir tutum bu. Hikaye, olay örgüsü ve anlatım yapısının, okurda uyandırılmak istenen duyguları ve verilmek istenen fikirleri açık ve anlaşılır biçimde sunabilmesiyle amacına ulaşabilir. En azından bağlantıyı kolayca kurduracak kadar sezdirmesi gerekir.

Bu yüzden öykünüz, benim için açıklamanızdakinden farklı, bambaşka bir öykü. Çünkü öykünün anlatım felsefesi, bana öyküyü öyle yorumlattırdı.

1 Beğeni

@Bay_Karamsar

Anladım. Daha önce anlamı bu kadar gizlediğim bir hikayem olmadı. Bu konuda haklısınız. Ancak, her okura hitap etmememe konusu biraz da hedef kitlemle alakalı. İlgimi çeken konular çoğu kişiye yabancı geliyor ve bu yüzden, hikayelerimde de bu durumu kabullendim. Herkese hitap etme gibi bir gayem -en azından bu öykü için- yok. Açık ve anlaşılır olma, bu yüzden göreli kavramlar. Bununla beraber, daha genel bir kitleye hitap eden bir öykü yazarsam, dediklerinizi düşüneceğim :slight_smile:

@leitastani

Anladım, Bay_Karamsar da benzer bir durumdan bahsediyor. Teşekkürler geri dönüş için :slight_smile:

2 Beğeni

Hikayeciliğe bakış açılarımızın farklılığını göz önüne alarak, anlatımınız için size önerebileceğim şey, karakterin cinsiyetinin sonda da açıklanmaması yönünde olacak.

Öykünün son cümlesi:

Bu cümle “Sonunda mutluydum, neden böyle bir şey yaptım ki?” olsaydı, bahsettiğiniz paradoksa daha çok yaklaşırdınız. Böylece, karakterin cinsiyeti bilinince öyküyü algılamada istenmeyen yorumların oluşmasına engel olur ve okur da, ana karakterin öfkesine, oradan da alt metne daha rahat odaklanırdı. Böceğin hikayedeki konumu da buna göre belirttiğiniz role yakınlaşırdı.

Cinsiyet kalıbının ötesine geçebilmek için, öykünün baştan aşağı cinsiyetsiz kodlanması, onun yararına olurmuş. Biraz tuhaf geleceğinin farkındayım, ama sanırım fazladan bilgi, öykünün algılanmasında ve odağında kaymaya sebep olmuş.

Hikayecilik mantığınıza ve öyküyle hedeflediklerinize dikkat ederek, getirebileceğim yorum bu.

1 Beğeni

Bu durum zaten aklımdan geçen bir şeydi ve hikayeyi gölgede bırakabileceğinden şüpheleniyordum. Görüşünüz için teşekkürler. Geri dönüşler bu tarz durumlarda önemli oluyor. Her konuda anlaşmamış olabiliriz ama bu sohbet, benim için oldukça verimli oldu.

1 Beğeni