Hışırtı
Onu gördüğümde, kendimi öldürmeyi düşünüyordum. Ancak güzelliği beni benden aldı. Bu kadar iyi ve harika bir insanın olduğu bir dünya, yaşamaya değerdi. Yanlış anlaşılmasın, kendimi öldürmeyi ciddi ciddi düşünmüyordum. O kadar ezik bir insan değilim fakat neden olduğunu bilmediğim bir çıkmazın içindeydim. Olduğu yerde takılı kalmış, boş yere sayıyordum. Bir değişikliğe ihtiyacım vardı ve bu fırsatı, bana o sağladı.
Açıkçası ne giydiğini hatırlamıyorum, veya nasıl koktuğunu. Küçük bir kaç detay kalmış aklımda, soluk bir ışık, güçlü bir rüzgar ve üstündekilerin uçuştuğu. Bir ağaç gibi eğrilmişti, narin ve ince. Benim olmalıydı, tersine katlanamazdım. Bunu gördükten sonra, hiç bir şey olmamış gibi devam edemezdim.
Her şey çok hızlı fakat bir o kadar da yavaş gerçekleşti. Birkaç yıl içinde kendimizi evlenmiş halde bulduk. Sorunsuz değildik elbette, ara sıra tartışıyor, hatta kavga ediyor fakat daha sonraları barışıyorduk. Klasik bir evlilik işte. Beni çok kontrolcu bulmaya başladığını söylemişti, oysa derdimi anlatamıyordum. Böyle anlarda aklımda hep bir görüntü canlanır. Midemde kelimeleri tasarlarım, güzel güzel aklımdakini yansıtırlar. Ancak ağzıma geldiklerinde kusmuğa dönüşürler.
Ona güvenmemek değildi sorunum, başkalarını ürkütücü buluyordum. Dünya vahşi bir yer, insanın en yakını bildiği kişilerin altından bile bir düşman çıkabiliyor. Tek çalışmayı sevmemin nedeni de bu, çok kişiyle işe girince ne olduğu tecrübeyle sabit.
Bir gün eve dönmüştük, iki aile dostunun yanından. Ellerimin titrediğini hatırlıyorum, kalbim güp güp atıyordu.
“Ne haddine onların?!” diye haykırdım, ayakkabımı çıkarıp fırlatarak.
“Tamamdır, sakinleş biraz,” dedi, benim attığım ayakkabıyı yerleştirmek için eğilerek “Konuşmaya değecek kişiler değiller.”
“Ben malımı mülküm onlar gibi baba parasıyla almadım!” diye kükredim “Arabama laf edermiş!”
“Onların sahip olmadığı bir şey var sende,” dedi, gülümseyerek.
Bir şeyler sakladığını anladım, belli belirsiz. Büyük bir haber vermeden önce, insanı bekletirdi böyle.
Herhalde yüzümdeki sertlik geçmiş olmalı ki, elimi tutarak karnına koydu.
“Çabalarımız meyvesini verdi.”
Çocuğum olacağını o anda öğrenmiştim, herhalde bu yüzden arkadaşlarıma bozulmamı hatırlıyorum. Yoksa o kadar çok kez oldu ki böyle şeyler, her birini aklımda tutamam.
Çocuğum diyorum fakat bizim sürprimize, ikiz doğdular. Henüz küçücüklerken, onları beşikten kaldırıp kucaklardım bol bol. Kafaları şeftali gibi kokardı. Şeftali oğlan derdim bizim küçük erkeğe fakat kızıma böyle bir şekilde seslenemezdim elbette. İleride başı çok belaya girebilirdi. Meyve kız dedim bu yüzden. Benim narin ağacımın verdiği meyveler.
Elbette bu sürpriz güzeldi güzel olmasına ama hesaplamadığım bir takım şeyler de işin içine girmişti. Fazladan bir boğaz demek, daha fazla para demekti ve işimden aldığım ücret belliydi. Az kazanmıyordum ama yeterli değildi, zaten hiç bir zaman yeterli olmaz. İşte o şeyi duymaya, ilk olarak bu sıralarda başladım. Evde oturup, elimdeki içkiden yavaş yavaş otlanırken, kulağıma bir şeyler çalınıyordu. Ne olduğunu çıkaramadım fakat tanıdık geliyordu.
Ne zaman sesin kaynağına gözümü çevirdiysem, karşımda hiç bir şey bulamadım. Ne bir hareket, ne de olmaması gereken bir şey. Her şey çok çok sıradandı. Kulak doktoruna ve hatta sinir bilimcilere kadar gittim ama kafamda herhangi yanlış bir şey bulamadılar. Psikoloğa yönledirdiler ama o da anca çocukluğundu, bilmem neydi konuşup durdu. Elbette hiç birisine bu sesin tanıdık geldiğini söylememiştim, yoksa bana deli gözüyle bakarlardı.
Bir gün yakın gözlüğümü takmış, gazete okurken yine onu duydum. Salonun öteki ucundan geliyordu ve tekli koltuktan fırladığım gibi o yöne doğru koşturdum. Herhangi bir şey bulamadığım gibi, mutfaktan elinde tepsiyle gelen eşime tosladım. Yere düşerken başını çarptı ve yere dökülmüş çay ile kurabiyelerin üstüne kapaklandı. Bembeyaz şakağı yarılmış, kanlar her yere boşanıyordu. Ne yapacağımı bilemeyerek bakakaldım bir an, ben de sersemlemiştim zira.
Yeşil gözleriyle bana sorar biçimde baktı. Aklından ne geçmiş olduğunu bilmiyorum ama kaşları çatılmamıştı. Gidip, bez getirdim ve yarasına bastırdım.
“Ne yapıyordun?” diye sordu, gözlerini benimkilere kenetleyerek.
Kem küm ettim. O anda tekrar küçük bir çocuktum ve benden hesap soruluyordu.
“Böcek kovalıyordum,” diye bir yalan salladım “Niye önüne bakmıyorsun?”
Midemden gelen sözler değişmiş, farklı bir forma bürünmüşlerdi. İkinci cümlede ağzımdan tükürükler saçılmıştı, eşimin saçını sıktığımı fark ettim. Kavrayışımı gevşettim ve bezi bırakıp gitmek isterken, yanlışlıkla üstüne attıktan sonra, bahçeye çıktım. O güne dair iyi olan tek şey, o an içtiğim sigaraydı.
Bu olaydan sonra ilişkimiz değişti. Benim belli hareketlerimden rahatsız olduğunu her zaman hissetmiştim fakat artık, onu, bana bakarken buluyordum. Sevdiğin birisini izlemenin verdiği huzurdan uzaktı. Açık yeşil gözlere her döndüğümde, onları benden kaçırıyor ve hiç bir şey olmamış gibi davranmaya çalışıyordu.
İlk başta göz ardı etmeye çalıştıysam da, zaman içinde daha çok dikkatimi çeker olmuştu. Bir yandan ses de artmıştı. En sonunda bir gün, çocukların yanında, onunla yüzleştim.
“Ne oldu yahu, niye öyle bakıyorsun?” demek istemiştim ama ağzım bunları şöyle değiştirmişti “Ne bakıyorsun be?!”
Şeftali ve meyve, oynamayı keserek bana baktı. Ağacımın ağzı açık kalmıştı. İşte o an, tıkırtıyı hiç olmadığı kadar kuvvetli şekilde duydum. Beynimin içinde bir şey, kafatasımı tırmalıyordu sanki. Gözlerimi çevirdim ve onu gördüm. Eşimin oturduğu diğer tekli koltuğun arkasında, mutfağa giden koridorun başında duruyordu. Köşeden çıkardığı, antenli kafasını bana çevirmişti. Otuz santim civarı olan bu yaratık yüzünden, ağzımdan bastırılmış bir öğürtü çıktı. Zira, lağım suyu kahverengisi kitinle kaplı yaratığın ağzı çarpılmıştı. Bana gülümsüyordu.
Hışırtının ne demek olduğunu anlamıştım. Küçükken, sık sık bizim tuvalete atardım kendimi. Bir gazete veya dergi bulur, içerideki bağırışma seslerini duymazdan gelmeye çalışarak onu okurdum. Arada sırada başka bir ses de onlara eşlik ederdi. Görüyorsunuz ya, tuvaletinde duvarında, su ısıtıcısının girdiği kısımda bir boşluk vardı ve apartman boşluğuna açılıyordu. Onu gazeteyle kaplamıştık ama binayı basmış hamam böceklerinin hoşuna gitmemişti bu durum. Kat kat gazeteyi sürekli delmeye çalışırlardı. Bu olasılığı düşünerek, ayaklarımı -tuvalette oturduğum halde- kendime çeker ve faltaşı gibi açılmış gözlerimi ısıtıcıya dikerdim. Bir kere, bir tanesi tam baktığım sırada başarıyla onu delmiş ve içeri girerek, midemi kaldıran bir şap sesiyle yere düşmüştü. Çığlık çığlığa oradan kaçmış, ardından kıçımı yıkamadığım için bir ton cezaya katlanmıştım.
Bütün bunlar aklıma gelirken, donup kalmıştım. Yaratık kayboldu ama gözlerime kazınan o çarpık ağız yok olmadı. Açılıyor ve içindeki mukusumsu sıvıya sahip boşluk, kafamı delerek, beynime ulaşıyordu. Bayılacak gibi oldum ve vücudumun altından gelerek, üstüne yayılan bir kasılmayla beraber kusmaya başladım.
“… belanı versin… cehennemin dibine kadar…” diye haykırmaya çalışıyordum bir yandan “… iğrenç şey!”
Kusmuk, ağacıma ve çocuklara da sıçramıştı. Ben, bunu gördüğümde, daha çok bağırdım ve daha çok sıçradı. Çocuklarım bağırarak kaçıştı ve eşim onları korumak için ileri atıldı. Bir yandan, sonuna kadar açılmış gözleriyle ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Böyle yapmasaydı, onun açısından daha iyi olurdu. Midemden gelen su, yemyeşil gözleri de dahil, her yerini kaplamıştı. O günden sonra, gözlerinden pek çok ameliyat olması gerekmişti.
Elbette, bunu birinci elden değil, farklı yollarla öğrendim çünkü beni ertesi hafta boşadı. Akli dengemin bozulmaya başladığını söylemişti hakim ve zorunlu olarak beni bir terapiye yazdırdı ama gitmedim. O pis böceği bulabilirsem, her şey yoluna girecekti. İnsanlar bana güvenecek ve ailem tekrar bana dönecekti.
Böylece, tek kaldığım evde, onu beklemeye başladı. İşe gittiğimde veya dışarıda başka bir şey yaparken, hiç bir şey duymuyor veya görmüyordum. Ancak eve her gidişimde, bir hışırtı ve ek olarak, ona eşlik eden bir kikirti beni bekliyordu.
“Siktir git!” diye çıkıştım bir gün ona.
“Hayır…” diye, gülmeyle karışık bir cevap geldi.
Bunu duyunca, dizlerimin bağı çözüldü ve onların üstüne düştüm. Bu şey her neyse, benimle kafa buluyordu. Hışımla koltuğu kaldırıp, karşıdaki kütüphaneye attım ve ayaklı lambayı tutarak ona meydan okudum. Elli santim boyundaki bu canavar, benim için bir hiçti. Ezecek ve suyunu çıkaracaktım.
“… henüz değil,” diye, lafını tamamladı.
Ardından, kikirdeyerek yok oldu.
Zaman içinde, tartışmalar sıklaştı ve boyutu da arttı. Onun ne olduğunu anlamak için, interneti aradım ve taradım fakat doğru düzgün hiç bir şey bulamadım. Bu esnada, böceğim boyutu da artıyordu. Evi ilaçlattım, uzmanlara danıştım, hattan yurt dışından bir profesyonel bile getirttim ama hiç birisi, derdime derman olamadı.
Ondan kurtulmak istedikçe sanki daha da güçlendi. En sonunda varlığını kabulllenmek zorunda kalmıştım. Bu andan sonra, konuşmalarımızın içeriği yavaş yavaş değişti. Kavgadan tartışmaya, ondan pasif agresifliğe dönüştü derken, hamamla sohbet ederken buldum kendimi. Bildikleri oldukça değişik şeylerdi. Binlerce yıldan beri var olduğunu iddia ediyordu.
“Siz hayvanları çok severim,” demişti, oldukça düzgün bir telaffuzla.
Ona, kendisinin de bir hayvan olup olmadığını sordum. Bildiğim kadarıyla, böcekler de bu gruba giriyordu.
“Bir açıdan,” demişti, kitinli ağzını takırdatarak.
Bir gün, uyurken beni buldu. Önceden olsa ürkerdim fakat bu sefer ne olduğunu sordum sadece. Anladığım kadarıyla, kendine göre bir mantığı olan bir canlıydı. Tabii, canlı denebilirse.
“Onları geri getirmeye ne dersin?” diye sordu, mandibüllerini* birbirine vurarak.
Ailemi mi kastettiğini sorduğumda, onayladı. Peki nasıl yapacaktım bunu?
“Sana bu gücü vereceğim,” dedi, bir sırdan bahsediyormuş gibi fısıldayarak. Gözlerini kısarak ekledi “Bence bunu çok seveceksin.”
Teklifini bi kaç gün düşündükten sonra kabul ettiğimde, evin içinde uçmaya başladı.
“Yaşasın!” diye bağırıyordu “Siz insanlar en iyisisiniz!”
Herhangi bir mühür veya bağlayıcı bir kontrat olmadı. Neyse ki, anlaşmayı bağlamak için öpüşmedik de. Böyle bir şey olsaydı, kusarak güneşe kadar uçabilirdim herhalde. Ancak, dediğinin boş olmadığını zamanla anladım. Beni teşvik etmesiyle, eski eşimle bir buluşma ayarlamıştım. Elbette onu getirmek için bir yalan uydurmuştum ama bu, önemli değil.
Uzun bir fidan gibi belirdi karşımda ve tekrar, ilk günkü gibi, benim olmalı diye düşündüm. Ancak bir farklılık vardı, hiç bir esprime gülmedi ve ona bir şey ısmarlamama izin vermediği gibi, kendisi de bir şey söylemedi. Akları yer yer kızarmış gözlerini bana dikmiş, onu tam olarak neden çağırdığımı soruyordu.
“Tekrar bir araya gelmek istiyorum,” dedim.
“Bin yılda olmaz,” dedi, hafifçe gülerek fakat gözleri gülmüyordu “Belki değişmişsindir diyordum ama hala çocuk gibi davranıyorsun. Görüşmemek üzere.”
“Dur!” diye seslendim, o kalkarken.
Bütün şaşkınlığıma rağmen, ayağa kalkar bir pozisyonda dondu kaldı.
“Otur,” dedim, ne olduğunu biraz çözerek.
“Elbette,” dedi, usulca sandalyeye çökerken.
“Ne istersin?” diye sordum ona, arkama yaslanarak.
“Sen ne istersen.”
Böceğin planı işe yaramıştı. Önce ağacım, sonra meyvelerim eve döndü. Artık bana karşı çıkmıyor, her istediğimi yerine getiriyorlardı. Hatta, artık bir insan boyutunu bile geçmiş olan hamamdan bile rahatsız olmuyorlardı. Çocuklarım onunla oyunlar oynamaya başlamıştı. Birbirlerine arada yanlışlıkla zarar verdikleri oluyordu ama zaten, küçüklerin doğası bu değil midir? Bir saç çekilmesi, iki tekme… bunlar hiç bir şeydir.
Sonunda mutlu bir insana dönüşmüştüm. Bu yüzden, daha sonra olanlara bir anlam veremiyorum. Sadece, belli şeyler aklımda. Sanki bir film sahnesi bin kat yavaşlamış şekilde oynatılıyor.
Silahı elime alıyorum. Hamam, kenarda gülümsüyor ve mandibülleri hızla oynaşıyor. Bir şeylere ateş ediyorum ama sanki boşluğa sıkıyorum. Üç nesne hafifçe yere düşüyor. Silah elimden kayıyor. Başımı, ellerimin arasına alıyorum. Midem bulanıyor, hayatımda hiç bulanmadığı kadar ama kusamıyorum. Bunun yerine, ailemin cesetleri kusmuğa dönüşüyor.
Tüm hatırladığım bunlar. Mutlu bir kadındım sonunda, neden böyle bir şey yaptım ki?
*Mandibül: Böceklerin ağız kısmında, antene benzer yapılar.