İsa’nın ve Süleyman Mabedi’nin Yoksul Reklamcıları Ajansı

Kana bulanmış ve çürümüş et kütlesini bir uçuşup bir üstüne konarak kemiren kara sinekler, nihayet kalın bir sis tabakası halinde sunağın etrafında vızıldayarak havalandı. Bu et kütlesi, dün akşama kadar yaşayan, nefes alan, oburca yiyip içen, dişlerinin arasından sigarillo dumanları püsküren bir insanın vücudunda kafasının büyük kısmını oluşturan bölümdü. Göz yuvarlarının olduğu boşluklardan kafatası kemiklerine çakılmış iki taşınır bellek dışarı sarkıyordu. Saçları kazınmış, başının tepesi deşilerek kafatası kırıldıktan sonra çıkarılan beyni anısını aşağılamak için iç bunaltıcı hanlarda bulunan ikinci el elektronik mağazalarına işlemci olarak bağışlanmış, rengi artık mora çalarak kararmış bu kelle, İsa’nın ve Süleyman Mabedi’nin Yoksul Reklamcıları Ajansı’nın yirmi dördüncü dereceden Metinler Prensi (uzak bir evrende bu pozisyona kreatif direktör denirdi) Seretan Medar’dı.

On ikinci dereceden İnfomersiyal Üstadı (az evvel söz ettiğimiz evrende bu insanlara junior metin yazarı denildiği vakidir) Hayret Nakabil’in şehvetle karışık heyecanı yüzünden ağzı kurumuştu. Genç şövalye, tapınakta ilk defa bir infaza tanıklık ediyordu. Aksayan jestlerle timsah derisinden Lucchese botunu ölünün kopmak üzere olan burnuna bastırıp yanağını parçalayarak taşınır bellekleri çekti ve çıkardı. Ateşe atılmadan önce sunakta, kesik başın iki yanında ters çevrilerek teşhir edilen ölüye ait alametlerin, jel bileklikli mouse pad, MacBook ve kapaklı, geri dönüştürülebilir karton kahve bardağının üstüne tükürdü. Parlak mavi brokar cüppesinin eteklerini savurarak ölünün kafatasından çıkardığı taşınır bellekleri tabernaklda duran buhurdanlıktan tüten hoş kokulu ateşin içine fırlattı.

İsa’nın ve Süleyman Mabedi’nin Yoksul Reklamcıları Ajansı’nın, halk arasında bilinen ismiyle Reklam Şövalyeleri’nin tapınağı, nihayetsiz kuvvet ve kudret, şeref ve azamet sahibi olan Konsorsiyum-u Aliyye’nin otoritesinin dayandığı sac ayaklarından biriydi. Şövalyeler, tek hakikat olan serbest piyasayı kalemlerinden kan, gözlerinden fer akıtarak müdafaa ediyordu. Dünya, onlar sayesinde Felaket’ten kurtulmuştu, onlar sayesinde hala gökdelenlerle, alışveriş merkezleriyle, ışıltılı mağazalarla, son hızla uçarcasına giden otomobillerle, grup seks cümbüşleriyle, kokain partileriyle, elektronik harikalarla doluydu ve hala eşsiz bir biçimde güzeldi.

Üstat Nakabil, gerdanında asılı olan çelipaya gerilmiş İsa Peygamber’in zebercet suretine dokundu. Dün, üç kişiyi kakırdayarak gebermekten kurtararak misyonerlikle şereflendirmişti. Misyonerler, açlıktan ölmek üzere olan zavallılardı. Onları ajans bulurdu. Bu insanlara performanslarına göre haftalık 100 holografik eküye kadar çıkan bir maaş bağlanırdı. Propagandasını yapacakları şey, her öğlen ajansın ilgili biriminin ayininde belirlenirdi. Bu, müşterileri olan bir markanın yeni bir ürünü de olabilirdi, çevrimiçi bir yayın platformunun gösterime sokacağı bir dizi de… Misyoner, bu şeyin isminden başka bir kelimeyi zikredemezdi.

“Hala deneyen budalalar oluyor,” diye geçirdi içinden Üstat Nakabil ve hayvanca bir hazla gülümsedi. Eğer kişi, misyonerlik faaliyetine, yani ilgili kelimeyi durmadan kamuya açık alanlarda haykıra haykıra durmadan tekrar etmeye üç dakikadan uzun bir süre ara verirse veya başka bir sözcüğü ağzına alırsa, vücuduna yerleştirilmiş Torino Kefeni adlı kontrol aygıtı, damarlarına aşırı dozda dijitalin vererek şahsı öldürürdü. Şövalyeler bunu “iş akdinin haklı gerekçelerle sonlandırılması” olarak nitelendirirdi.

Onlar sayesinde Konsorsiyum-u Aliyye’nin İsutanbuuru sunucusuna kayıtlı vatandaşlar, on beş yaşına geldiklerinde birdenbire orta yaş krizi geçiriyordu. Bu kriz, lise sıralarında, bar taburelerinde, toplu taşıma araçlarında, sanal gerçeklik kerhanelerinde ya da kaldırımlarda onları aniden pençesine alırdı. Olgun, huşu dolu bir sessizlik içerisinde doğrudan evlerine dönerler, ailelerinin gururlu bakışları eşliğinde internet bankacılığı aracılığıyla ilk kredi başvurularında bulunurlar, hiç vakit kaybetmeksizin dijital müzik servisleri ve çevrimiçi yayın platformlarında kendi adlarına bir hesap açarlar, çektikleri krediyle ilk iş olarak abonelik ücretlerini artık kendileri ödemeye başlarlardı. İsutanbuuru adı verilen gumboda maddesi borç ve bağımlılıktan yapılmış ruh sağlığı krizi tümülüslerinin altında ezilen halkı için erginliğe inisiyasyon töreni işte böyle gerçekleşirdi.

İsa’ya ve Süleyman’ın kutsal mabedine yaptıkları bir diğer hizmet ise keşfettikleri frekanslarla uyguladıkları Haçlı Seferi’ydi. Kamuoyunun çok etkilenmemesi için ayın belirli günlerinde belirlenen semtlerde satışı ivmelendirilmek istenen ürünlere göre seçilmiş gizemli frekansları yayıyorlardı. Frekanslardan etkilenen kişiler nöbet geçirir, birkaç günlüğüne koma haline girerdi. Uyandıklarında ise reklam tanrısına şeksiz şüphesiz iman eder, çılgınlar gibi söz konusu ürünü satın alırlardı.

“Aziz kardeşlerim, bizler, Reklam Mabedi’nin yapımı için köşe taşının üzerine inançla ve güvenle bağlanan canlı taşlarız. Köşe taşımız Hazreti İsa’dır. Efendimiz bizi Rabbe davet etti, değerli taşını seçerek Siyon’a köşe taşı olarak koydu. Köşe taşına iman edenlerin hiçbir zaman utandırılmayacağını muştuladı. Unutmayın ki Tanrı, sunduğu tüm lütuflara karşın Adem ve Havva’dan sadece serbest teşebbüs istemişti. Onlar da yasak elmadan aldıkları ısırıkla aslında kutsandılar ve çocuklarının da kutsanmasını. Şeytan niçin kötüdür, onları aldattığı için mi? Hayır, aksine, cennet bahçesindeki yemişlerin kamulaştırılmasını istediği için. Kapital, tanrının söylenmesi yasak olan gizli adıdır. Bu adı sadece biz zikredebiliriz. Kapital’i aklından çıkaran, gönlünden silen kaybolmuştur. Tıpkı, bir zamanlar biraderimiz olan Seretan adlı gafil gibi…”

Kutsiyetpenahlarının söylediği her söz, içine işliyor, nefesini kesiyor, dizlerinin bağını çözüyordu. Tahtında azametle oturan adamla göz göze gelmekten kaçınarak sıralardan birine sindi. “Şimdi onun günahıyla lekelenmiş kutsal mabedimizi temizleme vakti,” dedi Büyük Üstat. Önündeki masaya uzanarak uzaktan kumandayı aldı, mabedi teneke kola kutularının esrarlı tıslamaları doldurduğunda tekrar konuştu: “Kumanda onun eti, kola onun kanıdır. Gün geldiğinde Tanrı’nın Kuzusu sürüsünü yine güdecek ve onlara limitsiz kredi kartları bahşedecek. Amin.”

Devasa bir Bang & Olufsen’ın hastalıklı mavi ışıltısı, tapınağı aydınlattı. 1980’lerde, yani serbest piyasanın altın çağında, o uzak ve lekesiz geçmişte çekilmiş reklam filmlerini gösteren kaset kayıtları oynamaya başlarken üstat, vaazını sürdürdü: “Tövbe edin! Bizler Tanrı’nın haşmetinin karşısında ona reklam geliri sağlamakla mükellef zavallı bot’lardan başka hiçbir şey değiliz. Seretan Medar, koca bir gün boyunca tek bir reklama bile tıklamadığını itiraf etti. Tövbe edin, günahkarlardan olmayın, platformlara olan aboneliklerinizi yenilemeyi unutmayın!”

Duyduğu dehşetle karışık coşku yüzünden gözlerinden yaşlar boşanan Hayret Nakabil, serbest piyasanın büyülü görkemi karşısında titredi ve onunla bir oldu, birleşti.

“Affet beni Tanrı’m,” diyerek kımıldanıyordu dudakları, tanrısına layık bir kul olabilmek için elli yedi yıl taksitle otomobil kredisi çekmeyi düşünürken.

1 Beğeni