Ishamael'in Kitap İnceleme Odası

İncelemelerim hakkında fikirlerin belirtilmesi ve eleştirilmesi açısından tüm detaylı kitap incelemelerimi buraya koymak istiyorum. Yani bunları benim kurgu eserlerim gibi değerlendirebilirsiniz ve denetmenlerin bu bağlamda “inceleme kurgularıma” saygı gösterip konuyu taşımamalarını tüm kalbimle rica ediyorum.

Tanrı Görmüş Köpek – Dino Buzzati (Sürprizbozansız)

Dino Buzzati’yi çok duyuyordum ama hakkında İtalyan olması dışında en ufak bir bilgim yoktu. “Tanrı Görmüş Köpek” ise onun çok duyduğum bir kitabıydı ama öykü kitabı olduğunu bilmiyordum. Birden içimden geldi ve başladım kitaba. Her bir öyküyü yorumlamadan önce Buzzati’nin kaleminden bahsetmek istiyorum biraz. Tarzını benzetebileceğim pek bir yazar yok ama şöyle diyebilirim ki öyküleri, modern çağla eski çağın arasındaki bir köprü gibi. Çünkü eskinin yazım tarzları gibi değil de 20. yüzyılın yazım tarzı gibi ama öykülerinde eski çağ öykücülüğünde olduğu gibi öğüt vermekten de vazgeçmiyor. Öğütleri çok fazla göze sokmuyor ama ince olduğu da söylenemez. Sadece öğüt de değil olay yani nasıl desem bazı toplumsal sorunları kör göze parmak misali işliyor. Ancak tam bir eleştiri değil bu çünkü hem öykülerinin çoğunu hem de kalemini çok beğendim ve bundan sonra Buzzati okumaya devam edeceğim. Gelelim öykülere. Öyküleri Sürprizbozan vermeden incelemek zor ama deneyeceğim:

Büyücü: Öncelikle ismiyle hiçbir ilgisi olmayan, bir adamın kendi sorularına bir şekilde yine kendisinin cevap bulduğu ve aslında sanki yazarın yazmak neye yarıyor, neden yazıyoruz gibisinden bazı iç çatışmalarını hikayeleştirmesini okuyoruz. Anca ilk öykü için kötü bir seçim çünkü Dino Buzzati’yi tanımadan önce okunursa bu hikayeleştirilmiş iç konuşmalar sıkıcı olabilir ve okuyucuda devam etme isteğini köreltebilir. Bu yüzden ilk öyküden karar vermeyin lütfen. Yine de ben sevdim öyküyü. 6.5/10

Bahçede Tümsekler: Çok güzeldi. Bu öykü de Buzzati’nin sanki yine kendisi için yazdığı bir öyküydü. Okurken kişisel bir şeyler okuyormuş hissine kapıldım. Diğer öykülerde de zamanın geçmesi ve yaşlanmakla ilgili temalar var. Bu öykü de arkadaşlığı ve ölümü tümsek metaforuyla ele alan ne çok iyi ne çok mükemmel sadece çok doğru olan bir öykü. Buzzati sanki kendi kendine hayatla ilgili sorduğu soruları öyküleştirmiş gibi. 8.5/10

Büyülü Ceket: Geldik nasihatımsı öykülerinden birine. Daha doğrusu kıssadan hisse tadı veren öykülerinden birine. Öykünün başlığı zaten içeriği konusunda bir miktar bilgi veriyor diye söylemekte sakınca görmüyorum: Büyülü bir ceket var ve tamamen büyük bedellerin ödendiği içi tuzaklı hediyelerin anlatıldığı dünyanın o dev kıssadan hisse arşivinden bir hikâye. Ancak Buzzati on bininci kez anlatılan bu hikâyeyi yine de etkileyici bir şekilde vermeyi başarmış. Ben sevdim. 8/10

Moruk Avcıları: Bu hikâyeyle Buzzati’nin yaşlanmak ve hayatla ilgili kendi kişisel sorularını hikayeleştirmesine dönüyoruz. Ancak bu sefer biraz daha hareket ve konu katarak yapmış bu işi. Yine de diğerlerine göre çok daha sönük kalan bir öykü olmuş. Sanki biraz gençlerin yaşlılar ve yaşlanmakla ilgili düşüncelerine sitem niteliği taşıyordu. Sırf bunun için bile yazmış olabilir. 5/10

Konserve Kutusu: Okurken ne okudum ben dedim. Bir aşk ve ayrılık hikâyesiydi ve içinde takıntılar da vardı ama asıl meseleyi yakalayamadım gibi. Böyle bir hikâyede şöyle bir kısım görmek de şaşırttı beni:

“Şu haberi veriyordu bir başlık: “B.M.T.‘nda Kongo meselesi üzerine hareketli görüşme.” B.M.T. de neydi? Ne anlam taşıyordu bu harfler? Ya Kongo? İnsanlar nasıl ilgi duyabiliyordu böylesine budalalıklara? Ne anlamı vardı bunun?” 3/10

Durgun Gece: Bu öykü, kitapta ironi barındıran ilk öykü ve devamındaki hikâyelerde de yazar ironiyi bolca kullanmış. Ancak asla aşırıya kaçmıyor ve ironiyi komik bir hale de sokmuyor. Bu öykü de bizim için güzel ve huzur verici bir manzaranın belki de başka canlılar için hiç de öyle olmadığını ve olayın tamamen mikro ve makro ölçeklerde bakmanıza göre nasıl tersine dönebileceğini anlatan çok güzel bir öyküydü. 9/10

Hızır Gibi: Öykünün ismi için çevirmene çok kızdım. İçeriğe uygun olabilir ama İslam’a özgü bir olayın İtalyan bir yazarın öyküsüne verilmesini yadırgadım. Bu öykü de aslında bilinen bir hikâyenin farklı ele alınışı diyebilirim. Sürprizbozan vermeyeceğim ama öykünün isminden az çok tahmin edilebilir diye düşünüyorum. Doğaüstü özellik kazanan bir insanın içinde geçen tartışmaları okuyoruz. Çünkü bu kişi bu özelliği kullandığı zaman olacak şeyleri tahmin ederek zamanla olduğu noktaya varacağını önceden görüp “e ne gerek var buna” gibisinden bir tavır takınıyor. Hatta yazar çoğu insanın ben olsam böyle yapardım şöyle yapardım gibisinden argümanlarına da karakter vasıtasıyla cevap veriyor. Yani yazar kısaca “doğaüstü güçlerin olsa ne fark eder kardeşim, bu dünyanın düzeni böyle olduktan sonra” mesajı veriyor. 9/10

Yanlışlıkla Ölen Adam: Kitaptaki açık ara en beğendiğim öykü oldu. Hatta şimdiye kadar okuduğum en iyi öykülerden biriydi. Belki herkesi çok etkilemez ama okuduktan sonra beni çok etkiledi ve gün içinde de öykü birçok defa aklıma geliyor. Aslında yazar çok bilinen her gün binlerce insanın ve yakınlarının başına gelen bir olayı trajikomik bir şekilde ele alıyor ama sonu öyle etkileyici ki doğrudan olayın üzücülüğü anlatılsa bu kadar etkilemezdi. Üzerinde çok fazla konuşmak istediğim bir öykü olduğu için birçok arkadaşıma anlattım öyküyü. Ölümden sonra her şeyin devam ettiği gerçeği bundan daha güzel bir şekilde anlatılmış mı bilmiyorum. 10/10

Yumurta: Evet geldik “bu ne ya bunu Buzzati mi yazmış” öykülerinden birine. Aşırı derecede arabesk kokan bir öyküydü. Konu: Kızı üzülen fakir bir annenin “Bir flüt kaç para ulan?” konulu yakarışları. Yani dönemine bakınca anlaşılır diyebiliriz ama diyemiyorum çünkü aynı dönemde ne eserler yazılmış. O dönemde hala böyle, bakın fakirleri üzerseniz bu olur temalı kıssadan hisse öykülerinin yazılması güzel değil. Evet, yazar belli ki sonu için yazmış bu öyküyü ama yine de ne bileyim ne gerek vardı Buzzati abi arabeske? 2/10

Gizli Silah: Soğuk Savaşın en soğuk yıllarına denk gelen Buzzati’nin bu konuya değinmemesi olmazdı. Karakterleri olmayan daha doğrusu karakterleri devletler olan bir öykü. Öykü de denebilir mi bilmiyorum. Bu öyküde tam bir, 180 derece dönersiniz ve hareket ettiğinizi zannedersiniz ama aslında sadece arkanızı dönmüşsünüzdür, durumu mevcut. 5/10

Akşam Öykücükleri: Akşam öykücükleri tek bir öyküden oluşmayan, içinde bir tane hariç güzel öykü barındırmayan ve çoğu birkaç satırlık, bence Buzzati’nin şakasına yazdığı ama ciddiye alınıp kitaba koyulan öykücüklerden oluşuyor. Tek güzel öykücük “Ağır Hapiste Bulmaca” idi. Onun dışındakiler bence okunmadan geçilebilir. Mesela bir öykücükten örnek vereyim bu tam bir öykücük yani yarım değil tamamını koyuyorum ne demek istediğimi anlayın diye: “İkindi vaktiydi daha, oldukça güneşliydi hava. Sokakta biriyle karşılaştım. “Günaydın” dedim. Baktı bana ve “İyi akşamlar” cevabını verdi.” (Evet, cidden bu kadar.) 2/10

Kara Balık: Masalsı kıssadan hisselerden birine daha hoş geldiniz. Masalsı olduğu için sevdim ve okurken tahmin de ettim sonunu çünkü masallarda benzerleri var. Yazarın yanlış anlaşılmaların sonuçlarını anlattığı bir kıssadan hisse öyküsü olmuş. 6.5/10

Baliverna’nın Çöküşü: Küçük bir hatanın büyük sonuçlarının anlatıldığı, diğer öykülerdeki gibi kıssadan hisse tadı ya da yol gösterme amacı taşımayan farklı bir öyküydü. Okurken ana karaktere kızsam mı acısam mı bilemedim. Aynı şekilde insanların olaya tepkileri ve içlerindeki sinsiliği de anlatması bakımından diğerlerine göre biraz daha derin bir öyküydü. 7/10

Tanrı Görmüş Köpek: Geldik kitaba ismini veren öyküye ki bu öykü aynı zamanda kitaptaki en uzun öykü. Kitaba keşke “Yanlışlıkla Ölen Adam” ismi verilseymiş çünkü en güzel öykü ve başlık o. Her neyse. Öyküye gelecek olursak kitaba ismi verildiği için beklentim yüksekti ama beklentimi karşılamadı. Kötü bir öykü değildi ama yine de nasıl desem diğer öykülerin birçoğu toplumsal düzen veya genel ahlak kuralları ile ilgili nasihatler veren kıssadan hisselere benzerken bu, Buzzati’nin İtalyan kimliğini doğrularcasına dini bir kıssadan hisse gibiydi. Nedense okurken ateist insanlar ve ateist toplumlar kötü ve açgözlü olurlar duygusu aldım. Sanki insan tanrıdan ne kadar uzaklaşırsa o kadar kötücül, yaklaşırsa o kadar iyilik dolu olur tarzı bir yaklaşım hissettim. Evet, yazar burada tanrı inancından çok tanrı korkusunun insanları iyi yapmasından bahsederek aslında dinleri de bir nevi eleştirmiş ama bu tanrıdan uzaklaşmanın kötü gösterildiği gerçeğini değiştirmiyor hatta bu köpeğin diğer köpeklerden farkı da Tanrı görmüş olması yani köpekler bile tanrıya yakın olursa daha farklı olur gibisinden bir düşünce oluşturuyor. Ancak bunları görmezden gelir hikâyenin geneline bakarsak, insanların ikiyüzlülüğünü ve tanrı korkusu yüzünden yapılan iyiliklerin iyilik olmadığı ya da yapılmayan kötülüklerin de bir anlam ifade etmediğini anlatması bakımından güzeldi. Yine de başta bahsettiğim konular yüzünden bu öyküyü pek beğenmedim. 5/10

Gelip Geçiş: Çok değişik bir öyküydü. Sona bırakmaları iyi olmuş çünkü böylece Buzzati akılda daha iyi kalıyor. Sevdim bu öyküyü. 7/10

5 Beğeni

Kırmızı Pazartesi - Gabriel García Márquez (Sürprizbozansız)

Neredeyse benim dışımda herkes tarafından okunan bu eseri sonunda ben de okudum. Kitap hakkında söyleyeceğim ilk şey yazım şeklindeki profesyonellik. Çünkü çok az yazar sonu daha en baştan verilen yani işleneceği hatta işlendiği belli olan hatta kimin işlediği belli olan bir hikâyeyi böylesine güzel işleyebilir. (Daha ilk cümlelerden söyleniyor bunlar sürprizbozan vermedim) Kitabı okurken geri sarılmış bir videoyu izliyormuş hissine kapılıyorsunuz. Hani böyle geri sarıldığında şelaleler yukarı doğru akar, yırtılan kâğıtlar tekrar birleşir, her şey eski haline döner ve bir an için fantastik bir durum çıkar ortaya hani, buna benzer bir işleyişi var kitabın.

Konusu da öyle benim çok ilgimi çekebilecek bir konu olmamasına rağmen büyük bir keyifle okudum. O an cinayetin sebebi hiç ilgimi çekmedi ki yazar da sebebe değil hatta kurbana veya katillere de değil doğrudan olayların geçtiği Kolombiya’daki fakir bir kasabanın halkına odaklanıyor ve gelenekleri, toplumun sürü psikolojisini ve buna benzer sosyolojik sorunları bunlardan hiç bahsetmeden eleştiriyor. Çünkü cinayet işleneceği daha en başından beri bilinmesine rağmen neredeyse hiç kimse bunu önlemeye çalışmıyor. Yazar bunu anlamak için olayla yakından uzaktan alakası olan herkesin cinayetten önceki gece ve cinayet günü yaptıklarına ve bildiklerine, kurbanın bir yakın arkadaşının bakış açısından bakıyor.

Burada dikkatimi çeken bir şey var. Yazar teker teker insanlara odaklandığında aslında çoğunun kötü insanlar olmadıklarını hatta çoğunun kendince iyi olduğunu anlatıyor. Mesela kasabanın valisinin ya da belediye başkanının (şuan unuttum hangisiydi) cinayetin işleneceğini bilmesine rağmen pek bir şey yapmamasını kasıt değil ihmale bağlıyor yazar. Ancak yazar burada suçu doğrudan gelenek ve göreneklere tabiri caizse töreye de atmıyor. Daha derinlemesine bir düşünce tarzı benimsemiş. İnsanlardaki atalet psikolojisini, küçük bir kasabada olacak bir olaya karşı kaçınılmaz kabullenişi ve kurbanın servetinin yarattığı kıskançlık psikolojisini de anlatıyor ve bunu yaparken sadece cinayete de odaklanmıyor. Cinayetin işlendiği günün bir diğer önemli olayı, bir kardinalin gemiyle kasabaya yaklaşıp gemiden inmeden güverteden kasabayı kutsaması olayı ki bu yazarın sorunun kökenine inmek konusunda kullandığı araçlardan biri. Çünkü kardinal yıllardır kasabayı sevmediği için kutsama işini gemiden inmeden güvertede yapmasına rağmen kasaba halkı hala umut edip kardinal gelir diye en iyi elbiselerini giyip limana gidiyorlar. Burada kasabanın ihmal edilişine ve basit yaşamlarındaki beklentilerin küçüklüğüne bir gönderme olduğunu düşünüyorum.

Benzer şekilde karakterlerden birinin askerde frengi kapıp idrarını yaparken büyük acılar çekmesi de bazı kişilerde hayranlık uyandırıyor ki bunun da temel sebebi basit kasaba yaşamlarındaki acı verici bir hastalık bile olsa egzotik bir değişikliğin hayranlık uyandırıcı bir duruma dönüşmesi. Ayrıca zenginliğin kasabadaki önemi ve düğünlerin şatafatının insanlarda yarattığı etki de küçük kasaba yaşamına bir vurgu.

Bitirmeden önce ustalıkla ilmek ilmek işlenmiş bu şaheserin en büyük olayının kimseyi hatta hiçbir şeyi suçlamadan işleneceği önceden belli bir cinayetin sosyolojik kriminolojisini çıkarması olduğunu düşünüyorum. Bu sosyolojik kriminolojinin verdiği sonuç bugün hala toplumların temel sorunlarından biri olduğu için bu kitap da etkisini hiçbir zaman kaybetmeyecek eserlerden biri olarak yüzyıllara taşınacaktır. Hala okumadıysanız okumanızı şiddetle tavsiye ederim. Puanım: 9/10

5 Beğeni

Rocannon’un Dünyası (Sürprizbozansız)

İlk defa bir Ursula K. Le Guin kitabı okudum. Yazara bu kitapla başlayın diyenler de vardı sakın bunla başlamayın diyen de. Okuyunca sebebini anladım gibi. Öncelikle kitap Hainli Döngüsü adında aynı dünyada geçmeleri dışında çok fazla ortak noktası bulunmayan üç kitaplık bir serinin ilk kitabı ve aynı zamanda yazarın ilk eserlerinden biri.

Kitap hakkındaki düşüncelerime gelirsek: Kitap benim için bilimkurgusal çerezlik olarak sınıflandırdığım bir yerde duruyor. Yani bilimkurgu varla yok arasında bir yerde ve içinde fantastik öğeler de barındırıyor. Kitabın en zayıf yönü karakterlerin içinde bulundukları gezegeni çok az tanıtması. Evet, gezegende bulunan ırkların birçoğunu tanıtıyor hatta büyük öneme sahip bazı ırkların tarihleri hakkında da bir miktar bilgi veriyor ama çok yüzeysel kalıyor ve bu da kitabın içine girmeyi zorlaştırıyor.

Kitap tam bir hareket kitabı. Hareket kitabı derken şunu kast ediyorum, olaylar çok derin değil, zaten gezegen de derinlemesine verilmiyor hatta kişilerin karakter özellikleri bile çok iyi betimlenmiyor ama kitap boyunca sürekli bir hareket, sürekli bir akış var ki bu da kitabı okunur kılıyor. Diğer eksikliklere rağmen yazar hareket unsurunun temposunu çok iyi ayarladığı için kitap yormuyor ya da çok fazla kafa karıştırmıyor. Bu yüzden kitabı çerezlik olarak sınıflandırıyorum çünkü derin felsefi bilimkurgu romanları okuyacak havada değilseniz, kafanız başka yerde ama yine de kitap okumak istiyorsanız ve çok fazla dikkatimi vermesem bile anlayayım diyorsanız Rocannon’un Dünyası bu konuda önereceğim ilk kitaplardan biri oldu. Çünkü bir iki ırkın ismini ve bir iki karakterin adını öğrenirseniz kitabı anlamakta hiç zorluk çekmezsiniz. Kitap ne derin bir tarihsel arka plana ne de yavaş yavaş çözülen bir entrika ağına sahip değil.

Serinin diğer kitaplarını da okumayı düşünüyorum ama içimde herhangi bir istek de yok. Sadece sırf Ursula K. Le Guin kitaplarını okumuş olmak için okuyacağım. Kitap kötü değil ama kesinlikle güzel de değil ve bitirdikten sonra akılda çok az şey bırakıyor. Dediğim gibi derin bilimkurgu istemeyip kafasını çok vermeden çerezlik bilimkurgu okumak isteyenlere önerebilirim. Puanım: 5.5/10

7 Beğeni

Mort - Disk Dünya - Terry Pratchett (Sürprizbozansız)

Terry Pratchett’ın dünyadaki en zeki insanlardan biri olduğunu düşünüyorum. Keşke daha fazla yaşasaydı ve bize daha çok eser bıraksaydı. Disk Dünya serisinden dört kitap okudum ama şimdiden tüm seride sevmeyeceğim tek bir kitap bile olduğunu düşünmüyorum. Bu kadar övdükten sonra düşüncelerime gelelim.

“Büyünün Rengi” ve “Fantastik Işık” kitaplarından sonra bu kitabı daha az sevdiğimi itiraf etmeliyim. Evet, yine çok güzel bir kitap ama ilk iki kitaptaki kadar çok gülmedim ve ana karaktere Rincewind veya İkiçiçek kadar ısınamadım. İlk önce bu kitaptan başlasaydım çok daha fazla severdim sanırım ama ilk iki kitap çıtayı aşırı yükseltince böyle oldu ama yine de çok sevdim. Ölüm’ün komik halleri veya Mort’un başına gelen absürtlükler güzeldi.

Ancak kitabın sonunu çok beğenmediğimi söyleyebilirim. Ölüm’ün bazı konulardaki inadını çok saçma buldum. Aynı şekilde kitabın sonunu da beğenmedim çünkü sonuna doğru sayfalarca süren garip olaydan sonra birden pat diye bitmesi ve sonrası beni pek tatmin etmedi.

İlk iki kitapla ilgili bazı küçük referanslar görmek de güzeldi. Disk Dünya bir fantastik absürt komedi kitabı olmasına rağmen bence içindeki felsefe çoğu kitaptan daha derin. Özellikle ölümle ilgili bazı sahnelerde garip bir derinlik sezdim. Sanırım bu Pratchett’in derin düşünce dünyasının kaleminin mürekkebine sızmasından kaynaklanıyordu. Eğer hala Disk Dünya okumadıysanız bence her şeyi bırakıp kitapları alın ve okuyun. Puanım: 9.5/10

1 Beğeni

Doktor Ox’un Deneyi – Jules Verne (Sürprizbozansız)

Fantastik okumaya Jules Verne’in “Denizler Altında Yirmi Bin Fersah” ve “Dünya’nın Merkezine Yolculuk” kitaplarıyla başlamış biri olarak çok uzun yıllar sonra (belki 15 sene sonra) tekrar Jules Verne okumak istedim ve sürekli gördüğüm “Doktor Ox’un Deneyi”ne başladım. Gerçi bundan bir süre önce Verne’nin çok güzel bir öyküsünü okuyup oradaki absürt ve ırkçı mizahına şahit olmuştum ama bu kitaptan da öyle bir şey beklemiyordum. Irkçı derken eleştirmek amaçlı demiyorum dönemine bakınca ırkçı espriler anlaşılır ki ben dönemine bakmasak bile (birilerini incitmediği sürece) ırkçı esprilere gülen bir insanım. Bu konuda benim açımdan bir sorun yok. Ancak şunu da belirtmem lazım ki kitap tamamen stereotiplerden oluşuyor.

Kitap abartılı geleneksel kalıplara sahip sözde hayali Quiquendone kentinde geçiyor. Abartılı demek de doğru olmadı, gelenekler için fantastik demek daha doğru olur. Yüzyıllar boyunca gelen bu gelenekler öyle kalıplaşmış ki bunların dışında bir şey yapmak kent halkı tarafından hayal dahi edilemez. Bu kalıplaşmış gelenekler hayatın neredeyse her alanında söz sahibi. Öyle mükemmel bir düzen var ki polise bile gerek yok. Öyle bir gelenek var ki yüzyıllar boyunca kentte yüksek sesle konuşan bile olmamış. Dünyanın en düzenli, en sakin ve en güvenli yeri olabilir Quiquendone. Ancak tabi bu da onu dünyanın en monoton yeri yapıyor burayı. Bu uyuşmuş toplumun dönemin bazı topluluklarına bir gönderme olduğunu düşünüyorum.

Quiquendone için “sözde hayali” dedim çünkü buradakiler flamanca konuşuyorlar ve kentin özellikleri bakımından da buranın bir Belçika veya Hollanda kenti olduğu fark ediliyor. (Zaten Flandre bir Belçika bölgesi) Yazar burada fantastik düzeyde gelenekçi ve aşırı sıkıcı bir Benelüks ırkları stereotipi oluşturmuş. Bu abartılı anlatım aslında olaya fantastik bir hava da katmış ve birçok yerde beni güldürdü. Sürprizbozan vermiyorum ama bana çok komik gelen bir ayrıntıdan bahsetmek istiyorum. Bu kentte her şey o kadar belli bir düzene göre gidiyor ki ölme sırası gelen kişi (doğal yollarla yani yoksa Quiquendone’da cinayet asla işlenmez) ölmediği zaman bu kötü bir şey olarak görülüyor.

Tüm bu düzenin içine Doktor Ox diye biri giriyor ve kent halkına reddedemeyecekleri bir teklifte bulunuyor. Sürprizbozan olacağı için bu tekliften ve bu tekliften sonra gelişen olaylardan bahsetmeyeceğim ancak şunu belirteyim ki yazar burada sanki düzenin tekerine çomak sokmak istemiş hem de sırf gıcıklığına. Fransız işte.

Jules Verne’nin çok zeki bir adam olduğu belli çünkü 150 yıl öncesinde yazdıklarıyla bugün hala insanları güldürüp düşünmeye itebiliyor. Hem de eleştiri ve düşüncelerini göze sokmadan ve ince olmasa bile farklı yollardan vermeyi başarabiliyor. Bu kitap da bir eleştiri barındırıyor ama yazar bunu öyle farklı bir şekilde yapıyor ki okurken bir anda başta eleştirdiği şeyi değil de onun tam aksini eleştiriyormuş hissine kapılıyorsunuz. Yazar her şeyle öyle güzel dalga geçiyor ve bunu öyle ciddi, öyle edebi yapıyor ki hayran oluyorsunuz. Savaştan bahsediyor ve bunu çok ciddi bir şekilde yapıyor ama olayı öylesine ironik bir duruma sokuyor ki savaşı doğrudan eleştirmekten çok daha etkili hale getiriyor böylece.

Ancak eleştirilecek noktalar da var. Bir opera sahnesi var ki (opera değil de konçerto da olabilir şuan tam hatırlayamadım) böyle kısa bir roman için inanılmaz derecede uzun ve ayrıntılıydı. Tek bir sayfada 4-5 tane dipnota gitmek zorunda kaldım ki kitap boyunca da çok gittim. Akıcılığa inanılmaz darbe vuran bir olay olmuş. O sahne yüzünden kitap birkaç hafta süründü elimde. Sıkıldım okumak istemedim. Sonrasında aştım o sahneyi ve devamı yine başları gibi güzeldi. Bahsettiğim sahnede çok fazla müzik terimi kullanmış. Verne sanki bize müzikten anladığını göstermek istemiş. Ancak yazıldığı dönemde müziğin ağırlıkta olduğu etkinlikler popüler olduğundan dolayı dönem insanları için bilinen basit terimler de olabilir tabi.

Aslında kitabın temel konusundan bahsetmedim. Yazar kitapta insan davranışlarının beyindeki kimyasallarla oluştuğu ve kimyanın kontrol edilebilir bir bilim dalı olmasından dolayı insan davranışlarının da bu şekilde kontrol edilebilir olduğu varsayımı üzerinde durmuş. Sanırım burada belki de Quiquendone’un 800-900 yıllık tarihsel sürecindeki geleneklerin artık toplumun beynine işlediği ve bu uyuşukluğun bir seçim değil de bir varoluş olduğu belirtilmek istenmiş. Yazar, gelenekleri damarlarındaki kanla akan bu toplumun değişip değişemeyeceğini, kelimelerle hazırladığı ve insanların kitap olarak adlandırdığı laboratuvarıyla öğrenmeye çalışmış olabilir.

Çok uzun bir inceleme oldu ancak Doktor Ox hacmine" meydan okuyan bir eser. Eleştirdiğim noktalara ve kent halkının bazı özelliklerinin onlarca kez yazılmasına rağmen içinde barındırdığı absürt mizahın her kelimesini, bir şeyleri eleştirmek veya durumun saçmalığına dikkat çekmek için yazmış Jules Verne. Okurken gülebileceğiniz kısa ama öz bir eser. Puanım: 7/10

2 Beğeni

Muhteşem Gatsby (Sürprizbozansız)

Ben bu kitabı sevmedim peşin peşin söyleyeyim de incelemeye öyle başlayalım. Biliyorum evet dönem kitabı, Amerika’yı kasıp kavuran caz çağına ve içki yasağının yarattığı zenginlere bir bakış sunuyor, Gatsby ilginç bir karakter ama konu bana pek hitap etmiyor.

Kitap, ikinci bakış açısından yani Gatsby’nin komşusunun bakış açısından sunuluyor. Bu bakış açısı bizim Gatsby hakkındaki fikirlerimizi anlatıcıya bağımlı kılıyor ama bir açıdan güzel de oluyor çünkü aynı anlatıcı gibi biz de Gatsby’nin gizemli yapısına kapılıyoruz ve zenginliğin arkasında gizlenenleri merak ediyoruz. Daha sonra ise aynı anlatıcı gibi biz de Gatsby’ye üzülüyor ve sinirleniyoruz. Sanırım anlatıcının bakış açısı olmasa Gatsby hakkındaki fikirlerimiz bu kadar net olmazdı.

Gatsby’nin karşı koydaki yeşil fener ışığına sürekli bakması ama amaçlarına ulaştıktan sonra fenere bakarken daha güzel geliyordu demesi gibi güzel sahneler de var ve bu da kitaba bir miktar felsefi derinlik katsa da genel olarak çok derin bir felsefe göremedim kitapta. Aslında bunun sebebi kitabın felsefi bir derinliğinin olmaması değil de daha çok başta Gatsby olmak üzere birçok karakterin tutarsız davranışları diyebilirim. Tutarsız da çok doğru oldu mu bilemiyorum ama sanırım yazar caz çağının hızlı ve yüzeysel yaşamlarını anlatmak istemiş, bu yüzden karakterler bende tutarsız bir izlenim bıraktı.

Sürprizbozan vermeden sonu hakkında da bir şey söylemek istiyorum. En sonda gerçek arkadaşlıkla ilgili yazarın vermek istediği mesaj da etkileyiciydi bu kısmı da beğendim ama dediğim gibi kitabı genel olarak pek beğenmedim ama ona rağmen okuyabildim çünkü yazarın dili güzel, anlatımı ortalamanın üzerindeydi. Bu da sevmediğim bir konu hakkında hiç ilgimi çekmeyen bir dönemle ilgili bir kitabı okuyabilmemi sağladı. Puanım: 5.5/10

5 Beğeni

Korku Öyküleri Antolojisi: Karanlıkta 33 Yazar (Sürprizbozansız)

Bu kitap gerçekten gördüğüm en iyi antolojilerden biri. Baskısı olmadığı için sahaf ağına düşmüş olması da çok kötü. Bu antolojiyi ve içindeki onlarca öyküyü incelemek zor olacak ama eninde sonunda bu günün geleceğini biliyordum. Edisyonu güzel bir kitaptı ve öykü seçimleri de ortalamanın üzerindeydi. Bunda biraz da öykülerin bazıların çok eski olması ve muhtemelen teliften düşmüş olmalarının da etkisi olabilir ama yine de geneli ortalamanın üzerindeydi. Ayrıca öyküler sanırım yazıldıkları dönem göz önüne alınarak belli bir kronolojik sırayla verilmiş. İnceleme yaparken yazıldığı zamanı göz önüne alacağım için sona doğru yaklaşırken eleştiri düzeyini daha keskinleştireceğim. Bu da ilk öykülere daha yumuşak olacağım anlamına geliyor. Şimdi öyküleri tek tek incelemeye başlamadan önce her öyküden önceki yazar tanıtımlarının da baya başarılı olduğunu söyleyeyim.

Yeşil Çay – Joseph Sheridan Le Fanu: Kitaptaki en uzun öykülerden biriydi ve kendi içinde de bölümlere ayrılmıştı. Korkutamasa bile belli bir gerilim içinde tutmayı başarıyor yazar. Gizem seviyesi de fena değildi. Dini öğeler de dönemine ayna tutuyordu. Ancak sanki daha kısa olabilirdi. 6.5/10

Hayalet Posta Arabası – Amelia A. B. Edwards: Eski hikâyelerin günümüzde bizi germesi oldukça zor olduğunu düşünüyorum. Bu hikâye bunu aşıyor ve germeyi başarıyor. Evet korkutmayı başaramıyor ama o tekinsiz ortamıyla bir miktar geriyor. Sonu da dönemine bakılınca oldukça güzel bitirilmiş . 7/10

Yargıcın Evi - Bram Stoker: Konu günümüzde aşırı basmakalıp. Lanetli bir ev ve içinde tek başına kalmaya cesaret eden biri. Evin lanetli olma sebebi de çok saçma. Ancak tabi dönemine göre bunlar basmakalıp ya da saçma değil. Yani olayın başını sonunu çok iyi biliyorsunuz ama Stoker başarılı bir yazar olduğu için bunları bilmenize rağmen sizi germeyi başarıyor. 7/10

Maymun Pençesi – W. W. Jacobs: Günümüzde artık bıktığımız “bir lütuf bir lanet” olayının sanırım gördüğüm en iyi öyküsü. Yani bu öyküde de her şeyi biliyorsunuz ama yine de okumak keyif veriyor. Korkuyu geçtim gerilimi bile son satırdaki ufak bir sahne dışında vermiyor. Ancak çok güzel bir öykü olduğunu ve antolojideki en iyi öykülerden biri olduğunu söyleyeyim. Bana biraz Inside No:9 dizisinin 4. Sezon 6. Bölümünü hatırlattı. 8.5/10

Gabriel-Ernest – Saki: Saki’yi çok duyuyordum bu yüzden beklentim yüksekti. Korku öyküsü içerisinde değerlendirmesek ve dönemine göre değerlendirsek fena değil ama yine de beklentimin baya altında kaldı. Dili güzel evet ama konuyu sevmedim. 5/10

Tepedeki Müzik – Saki: Şimdi yazarken fark ettim ben sanırım bu öyküyü okumamışım o yüzden değerlendirmeye almıyorum. Okursam düzenlerim.

Kapalı Pencere – Ambrose Bierce: Dili güzel ama ya konu? Yani ne desem bilemiyorum, yazar sanki son sahnede “Jump Scare” bir sahne yazar okuyucu korkuturum demiş ama olmamış . 4/10

Duvarın Ardında - Ambrose Bierce: İlk öyküsüne kıyasla yazarın bu öyküsü güzeldi. Okurken delilik mi yoksa gerçek mi diye şüphede kaldığınız başıyla ve sonuyla güzel bir öyküydü. 7/10

Bir Düş Müydü? – Guy De Maupassant: Kesinlikle bir korku öyküsü değildi bence antolojiyi yapan kişi çok yanlış anlamış öyküyü. Her şeyin görüldüğünü gibi olmadığını anlatan kısa ve güzel bir öyküydü. Okurken bir Tim Burton filmi ya da müzikal izliyormuş hissiyatı oluşturdu. 7.5/10

Horla - Guy De Maupassant: Antolojideki en iyi öykülerden birinin Maupassant gibi korku öyküleri yazmayan birinden çıkmasını hiç beklememiştim. Dönemine bakmasak bile çok başarılı bir öykü. Gizemi ve gerilimi öyle güzel veriyor ki yazar insan hayranlık duyuyor. Bu öykü bende daha çok Maupassant okuma isteği oluşturdu. 8.5/10

Alınyazısı – Montague R. James: Korku öyküsü değildi ama döneminin büyü merakını anlatmak açısından fena bir öykü değildi. Gerilim veya pek bir gizem de yoktu öyküde. Okunup geçilecek ne iyi ne kötü olan öykülerden biriydi. 5/10

Favori: Tahta At – David H. Lawrence: En ufak bir korku veya psikolojik gerilim öğesi olmayan tamamen bir anne ve babanın çocukları üzerindeki etkisinin anlatıldığı yazarın çocukluk dönemiyle de ilişkili olduğunu düşündüğüm kişisel bir öyküydü. Psikolojik-dram kategorisine koyabiliriz sanırım. Bu antolojide olmasına da anlam veremedim. Korku-gerilim olarak bakılmadığında fena bir öykü değil. 6/10

Söğütler – Algernon Blackwood: Bu öykü sadece seçkideki değil hayatımda okuduğum en iyi öykülerden biri oldu. Kitapta okurken gerildiğim ve hatta biraz korktuğum iki öyküden biri oldu. Bu öyküden daha önce bir metin okurken korktuğum hiç olmamıştı sadece gerildiğim olmuştu. İlk defa bir şeyler okurken korktuğum için bu öyküyü sanırım hiç unutmayacağım. Ancak herkes benim kadar etkilenir mi bu öyküden bilemiyorum. Öykü, Tuna’nın Macaristan taraflarındaki kollarından birindeki küçük bir ırmak adasında geçiyor. Garip gelecek ama sanırım ırmak adası bir korku öyküsünün geçeceği en tekinsiz yer olabilir. Çünkü ırmak yükseldikçe adayı yavaş yavaş kemiriyor ve karakterler için bir ters döndürülmüş kum saati etkisi yaratıyor. Olayın kendisi de korkutucu çünkü yazar öykünün başından en sonuna kadar sürekli bir gerilim yaratıyor ve de bilinmeyene karşı olan korkuyu çok ustaca kullanıyor. Dili ise muazzam. Bu adamın tüm kitaplarını okumak istiyorum. Uzun tuttum bu öykü incelemesini çünkü herkesin okumasını istiyorum. Bu antolojiyi okumasanız bile bu öyküyü okuyun ve okutun. 10/10

Yem - Algernon Blackwood: Yine Blackwood yine çok güzel bir öykü. Çok bilinen perili ev öyküsünü bile öyle güzel ele almış ki yazar ve girme sebepleri olarak da güzel bir temel bularak olayı derinleştirmeyi başarmış. Okudukça ana hikâyenin perili ev olmadığını aslında yazarın başka bir şey anlatmak istediğini anlıyorsunuz. 9.5/10

Kara Satırlar - Carl Jacobi: Çok gizemli ve heyecanlı başlayıp ortalarında da bu gizemi daha da arttıran ama sonuyla sönük kalmış bir öyküydü. Sonu daha iyi olsa antolojideki en iyi öykülerden biri olabilirdi. Yine biraz dönemini yansıtan öykülerden biriydi. Öykünün dili ise güzeldi. 6.5/10

Falun Madenleri - E. T. A. Hoffmann: Antolojideki en kötü birkaç öyküden birini E. T. A. Hoffmann’ın yazacağını hiç düşünmezdim. Okurken abi hangi dönem olursa olsun insan böyle bir şey yazar mı diye soruyorsunuz kendinize. Korku öyküsü olduğu belli ve içinde takıntılar ve sonuçları da olduğu için psikolojiye de girmiş yazar biraz ama bu ne berbat bir öykü. Evet, bu büyük yazarın bu öyküsü hakkında berbat ifadesini kullanabiliyorum. Sen kimsin diyecekler için öyküyü okumalarını öneririm. İnsanın bu kadar kötü bir öykü yazması için bence özellikle uğraşması gerekiyor. 0/10

Bir Kayalık Dağ Öyküsü – Edgar Allan Poe: Poe’nun sevdiğim birçok öyküsü var ve antolojideki diğer yazarlara göre çok daha iyi tanıdığım bir yazar. Yine güzel bir öyküydü. 7/10

Beyaz Tozun Öyküsü – Arthur Machen: Bu yazarı çok görüyordum ama ilk defa kendisinden bir şeyler okudum. Keşke okumasaydım. Psikolojik gerilim yaratılmaya çalışılmış ama tam olacakken olmayan bir öykü. Yani yazar germekten ya da korkutmaktan son anda vazgeçmiş ama bir korku ya da psikolojik gerilim kitabı olduğu da çok bariz. Sanki yazar dur ya okuyucularım çok korkarlar, korkutmadan bitireyim demiş öyküyü. Kötü bir öykü ama dili iyiydi. 4/10

Kara Avlu - Thomas Burke: Antoloji hakkında araştırma yaparken ilk gördüğüm öykü buydu ve bende bir beklenti oluştu ve öykü beklentimi fazlasıyla da karşıladı. Pek korku denemez psikolojik gerilime ise girebilir gibi. Ancak öykünün kendisi güzel. Tıpkı Poe’nun bazı öyküleri gibi son ana kadar ben ne okuyorum ya dediğiniz kafanızın karıştığı ama sona geldiğinizde öncesinde okuduğunuz tüm parçaların birleştiği ve resme geriden bakıp “aa ne güzel bir şey okumuşum ben” diyebileceğiniz güzel bir öyküydü. 8/10

Warburg Tantavul’un Şakası – Seabury Quinn: Ben ne okudum dedim bitirdikten sonra. Yazar nasıl bir psikopat ki böyle bir şey yazmış diye düşündüm. Old Boy filminin farklı bir versiyonu diyebiliriz bu öykü için. Warburg Tantavul ismini unutmayın, kısa öyküler içinde bundan daha hasta bir adam var mı merak ediyorum okudukça göreceğiz ama şuan kendisi benim kısa öyküler içinde okuduğum 1 numaralı hasta ruhlu şerefsiz karakter konumunda. 1/10

Hayalet Çiftlik Evi - Seabury Quinn: Yazarın ilk öyküsünü hiç beğenmeme rağmen bu öyküsünü beğendim. İçinde çokça basmakalıp şey vardı hatta öykünün tamamı basmakalıptı ama işte bazen neyin nasıl yazıldığı daha önemli oluyor. Bu öykü de öyleydi. Bilinen bir konunun güzel işlenmesi yine de zevk verebiliyor okurken. 7/10

Adsız Kent – H. P. Lovecraft: Tam bir Lovecraft öyküsüydü. Okurken gizemi, tekinsizliği ve atmosferi hissediyorsunuz. Ancak bir romanın bir kısmıymış gibi bir konuya ortadan dalma ve sonra konu bir yerden bağlanmadan çıkma durumu söz konusu. Sanki durum hikayesi şeklinde yazılmış gibi. 7/10

Ulthar’ın Kedileri - H. P. Lovecraft: Çok kısa bir öyküydü. Kötü değildi ama kesinlikle iyi de diyemeyeceğim. 5/10

Öteden Gelen Avcılar – C. A. Smith: Lovecraft’ın arkadaşı olan bu yazar aynı onun gibi öykü yazıyor. Heykellerle ve canavarlarla ilgili bu öykü güzel bir temele oturtulmuş ama öyküden çok uzun bir novella olabilirmiş hissiyatı oluşturan bir öykü. Ayrıca sonu belirsiz olmasa bile devam etmeliymiş hissi uyandırıyor insanda. 6.5/10

İnanç Hep Sürer – Manly W. Wellmann: Antolojideki en felsefi öykülerden biri olan bu öykü gerilim öyküsü olmamasına rağmen (ben öyle düşünüyorum) germeyi başarıyor. Çok başarılı ve anlatmak istediği şeyi çok güzel veren bir öyküydü ama yazar riske atmayarak belki anlatmak istediklerimi anlamayacaklar olur anlatmak istediğim şeyi öykünün başlığı yapayım demiş sanırım. 8/10

Cehennem Güvercinleri – Robert E. Howard: Bu adamın neden döneminin en başarılı yazarlarından biri olduğunu anlamak için okunabilecek, gerilimi ve tekinsizliği çok güzel veren, değişik bir konu vermese bile bir konunun işleniş dersi niteliğindeki bu öyküyü okumanızı öneriyorum. 8/10

Panjurlu Ev - August Derleth: Bu abi sanki antolojiden haberdarmış ve içindeki öyküleri okuyup “bunlar da korku öyküsü mü lan durun size korku öyküsü nasıl olur göstereyim” diyerek bu öyküyü yazmış. 9/10

Yolu Açan – Robert Bloch: Bu yazarı daha önce duymamıştım ama nasıl duymadım bilmiyorum öyküleri çünkü çok güzel. Bu öykü içinde tarihsel bir dokunun bulunduğu kısa olmasına rağmen psikolojiye de giren sonra da güzel bir sonla biten güzel bir öyküydü. 7/10

Kemancının Ücreti – Robert Bloch: Geldik efsanelerden birine. Sen nasıl güzel bir öyküsün böyle. Ne güzel bir girişin var böyle. Paganini hayranıysanız bu öyküyü okuyun değilseniz de okuyup bu virtüöz hakkında araştırmalar yapmaya başlayın. Çünkü Paganini hakkında bu öyküdekine benzer bir efsane zaten varmış. Robert Bloch gibi usta bir kalemin elinde bu efsane; gerilimin, gizemin ve edebi tatminliğin birleştiği bir şahesere dönüşmüş. Öykünün giriş paragrafını paylaşmak istiyorum:

“Hanın kapısı savrularak açıldı ve Şeytan içeri daldı. Bir ceset kadar zayıf, cesedin sarmalandığı kefenden daha beyazdı. Gözleri mezarlar kadar derin ve koyu renkliydi. Ağzı Cehennem’in kapısından daha kırmızı, saçı en derinlerdeki çukurlardan da siyahtı. Bir züppe gibi giyinmiş, şatafatlı bir at arabasından inmişti, buna rağmen kim olduğu şüphe götürmezdi: Şeytandı o, Yalanların Babası.” 10/10

Denizdeki İkinci Gece – Frank B. Long: Bu antolojiyi hevesle kütüphaneden aldım getirdim eve okuyacağım ve antolojileri sırayla okumayı sevmediğim, anlık olarak hangi başlığı seversem onu açıp okuduğum için ilk olarak “Denizdeki İkinci Gece” öyküsünü açtım ve okumaya başladım. Nerden bilebilirdim ki koskoca antolojideki en kötü birkaç öyküden birini okuyorum. İyi ki o an bırakmayıp başka öyküleri de okuyup antolojiden vazgeçmedim. Çok kötü bir öyküydü. 1/10

Cüce – Ray Bradbury: Bradbury, abartıldığını düşündüğüm bir yazardır. Bu öyküsü de ne korku ne gerilim hatta psikolojik gerilime bile girmiyor. Ancak insan psikolojisinin güzel anlatıldığı bir öykü. Diyaloglar da güzeldi. Öyküyü normal bir öykü olarak beğendim ama sanırım telif haklarından dolayı yazarın daha güzel öykülerinden biri alınmamış. Ancak dediğim gibi psikolojik gerilim veya korkuyla uzaktan yakından alakası yoktu. 6/10

İçerdeki Oda – Robert Aickman: Okurken günümüzde çekilmiş bir korku filmi hissiyatı alıyorsunuz. Oyuncak bebeklere karşı çoğu kişide bir ürperti vardır ve bu yazarın ustaca kullandığı dille birleşince aynı anda hem korku hem de psikolojik bir öykü ortaya çıkıyor. Öykü boyunca korku ve gerilim giderek temposunu yükseltiyor zirve noktasına varıyor tam bom diyip okuyucuyu vuracakken yazar sanki dur ya çok mu korkuttuk deyip geri çekiliyor ve öykü bir anda korku ve gerilim öğelerini üzerinden atıp sadece psikolojik bir dramaya dönüşüyor. Bazı yazarlar neden böyle yapıyor anlamıyorum. 7.5/10

Büyük Sürpriz – Richard B. Matheson: Ben bu yazarı bu kadar geç tanıdığım için o kadar pişmanım ki. Bu antolojide üç öyküsü var ve hepsi de birbirinden güzel. Adam kesinlikle ironiden çok iyi anlıyor ve bunu çok güzel kullanabiliyor hem de korku gerilim öykülerinde. Gerçi bence öykülerinde korku ve gerilim adına pek bir şey yoktu ama okuduğunuzda sizi gülümseten ironilerle yazar sizi etkilemeyi başarıyor. Sadece üç öykü ile en sevdiğim yazarlar arasına girdi. Bu öyküyü absürt şeyler seven herkese öneriyorum zaten çok kısa ve bu kısa, absürt öyküye bile bir çocuğun psikolojisini yerleştirebilmiş yazar. Kesinlikle okuyun ve büyük sürprizi görün. 9/10

Birinci Yıl Dönümü - Richard B. Matheson: Bu öyküyü özellikle iyi bir öykü nasıl yazılır diye merak edenlerin okumasını öneriyorum. Gizem nasıl verilir, öykü ilerlerken okuyucunun sadece en sonunda “haa demek o yüzden öyleydi” diyeceği küçük ipuçları nasıl bırakılır ve sonunda çarpıcı bir son nasıl yazılır merak ediyorsanız okuyun, okutun ve sonra bir daha okuyun. “Ben, Efsaneyim” kitabının yazarı Richard Matheson gerçekten de zeki bir adammış. 10/10

Kan Oğlu - Richard B. Matheson: Yine bir çocuğun psikolojisi yine etkileyici bir son. Ancak diğer iki öyküye göre biraz daha zayıf kalmış. Sanırım sonu için yazılmış öykülerden biriydi ama psikolojik tarafı güzel işlenmişti. 7.5/10

Bayan Gentilbelle – Charles Beaumont: Antolojide sağlam bir psikolojik gerilim öyküsü yok mu derken bu öykü çıktı karşıma. Ebeveyn ve çocuk üzerinden bu psikolojik gerilim öyküsü günümüzde biraz basmakalıp olsa da dönemine göre iyi bir öykü olduğu kesin. 7/10

Toplanma Yeri - Charles Beaumont: Ne korku be gerilim ne de psikoloji içeren çoğunlukla sadece diyaloglar üzerinden ilerleyen bu kısa öykü sonuyla vay be dedirtiyor ve bir miktar “Love, Death and Robots” ilk sezon havası veriyor. Yine sonu için yazılmış ama kesinlikle çok güzel bir öyküydü. 9.5/10

O Küçücük Bir Kız ve Annesinden Ayrılamaz – Harlon Ellison: Öykünün başlığı orijinalinde de böyle mi bilmiyorum ama sadece garip olmakla kalmayan aynı zamanda öyküyü okuyanlar için dönüp başlığa bakınca “what the…” diye tepki verecekleri bir başlık olacak. Öyküye gelince hayatımda bundan daha dehşet verici bir öykü okumadım. Öykünün konusunun, kendisinin dehşet verici olduğu yetmiyormuş gibi ortamı da çok değişik. İzlanda ya da İrlanda’nın o hep gördüğümüz falezimsi uçurumlarındaki bir mağarada geçen dehşet verici bir öykü. En kötü tarafı da öyküde olanların gerçek olma ihtimali. Yani tarihte böyle kişilerin yaşamış olacağına dair hem lehte hem de aleyhte kanıtlar var. Öyküyü okurken hem korkup hem de gerilebilirsiniz benim gibi ama bunların bir kısmın gerçekten de olmuş olabileceğini düşünmek daha başka bir duygu yaratıyor insanda. Korku öyküsü böyle olur. 10/10

Şahmaran – Harlan Ellison: H. Ellison benim favori yazarlarımdan biri oldu. Bu sanırım okuduğum dördüncü öyküsüydü ama kesinlikle kitaplarını da alıp okuyacağım. Vietnam savaşına ve orada esir alınan insanların sonradan uğradıkları muameleye karşı güçlü bir eleştiri barındırıyordu eser. İçindeki fantastik unsurun da eleştiriyi pekiştirmek için kullanıldığını düşünüyorum. Ancak yazım tekniği açısından anlaşılması bir güç bir öykü olmuş. 7/10

Gece Seansı – Ramsey Campbell: Tüm antolojide anlamadığım tek hikâye oldu. Başlarda anladım ve bir miktar gerildim ama daha sonra neler oluyor bir türlü anlamadım birkaç defa başa döndüm ama baktım ki anlaşılmıyor okuyup bitirdim ben de. Anlaşılması zor olduğu için düşük veriyorum. 3/10

Styx Irmağı Ters Akar – Dan Simons: Bu öykü hakkında çok şey diyebilirim, içindeki psikolojik öğelerin mükemmel işlenişi, dramatik öğelerin ayarında verilmesi, gerilecek bir durum oluşturmadan her an okuyucu gergin tutması veya konunun dönemine göre güzelliği gibi şeyler söyleyebilirim ama hiçbirini okumayan birine tam olarak anlatamam. Eğer içinizde Black Mirror’un 2. sezon 1. bölümü yani “Be Right Back” bölümünü izleyenler varsa biraz olsun anlayacaklardır. Tam olarak aynı şekilde gerçekleşmese de ikisinde de ölüme meydan okuyuşun yarattığı yapaylığın insanları etkileyişi anlatılıyor. 9/10

Korku – Clive Barker: Cilve Barker’ ait bir şeyi ilk defa okuyorum. Beklentimi baya yükseltmiştim. Öykü çok sevdiğim bir şekilde takıntılı bir insan üzerinden ilerliyordu. Bu kişi insanların korkularını öğrenmeye takıntılı biri. Çok sevdiğim iki birleşim. Ancak sonu ne kadar saçmaydı. Yani yazar o sonu yazarak resmen güzel bir öyküyü hiç etmiş. Yazık olmuş. Ancak dediğim gibi ilk kısımlar güzeldi. 5.5/10

Yağmur Mevsimi – Stephen King: Stephen King’in bu öyküyü dalga geçmek için yazdığına eminim ama kanıtım yok. Ne korkusu ne gerilimi yazar birileriyle dalga geçmek için yazmış bu öyküyü başka açıklaması olamaz. Hayatımda gördüğüm en klişe replikler, en klişe konu ve lütfen sürpriz bozan demeyin veee katil kurbağalar. Ya yemin ederim adam dalga geçmiş antolojiyi yapan kişi de sarhoş muymuş okumamış mı bilmiyorum bunu alıp korku antolojisine koymuş hem de Stephen King diye. Ya ısıran kurbağalar… Konuşmalara bakın:

“’Bence sen ve Bayan geceyi kasaba dışında geçirmek isteyebilirsiniz’ dedi sonunda.” 0/10

Güneşte Bir Mum – David N. Wilson: İçinde ne korku ne de gerilim bulundurmayan, Hristiyanlıkla ilgili dini bir hikâyenin mükemmel bir yeniden uyarlanışıydı. Dili işlenişi her şeyiyle çok güzeldi. Ancak en ufak bir gerilim-korku öğesi yok. 8/10

4 Beğeni