İstanbul'da Chinatown

  • Hayır sana inanmıyorum!
  • Pardon hesabı alabilir miyiz?

Uzaktaki garsona hızlıca elini kaldırarak hesap işareti yaptı. Garsonun kafasıyla onayladığını gördüğü zaman karşısındaki kadına geri döndü. Alaycı gözlerle ona neye inanamadığını sordu.

  • ……

Kadın otuzlu yaşlarının başında olmasına rağmen sanki yirmilerinin başındaymış gibi duruyordu. Bu güzelliğin makyaj yüzünden mi olduğunu düşünmeden edemedi ama gülüşü hiç de sahte hissedilmiyordu. Bordo elbisesi elindeki şaraba ne kadar güzel uyuyordu. Hafif çekik gözleri de bütün restorandaki insanların yüzlerini kızartacak kadar tatlıydı. Bir an için ne kadar şanslı olduğunu düşündü. Evet, şimdilik sadece arkadaşlardı ama daha fazlası olmaları için neler vermezdi.

  • Hu hu! Beni dinliyor musun?
  • Pardon çok yoğun bir gün geçirdim de dikkatim dağılmış.
  • Tamam, çalışkan çocuk o zaman bu akşam evime kahve içmeye de gelemeyeceksin.
  • Yok yok! Bugün hiç yorulmadım bile hatta seninle buluşmayacak olsaydım fazla mesai bile yapardım o kadar enerjiğim. Dinliyorum seni.

Kadın gözlerini devirdi ve gülümsedi. Ah o gülümseme…

  • Diyordum kiii… Nasıl oluyor da gezmeye, yeni yerler keşfetmeye hiçbir arzun olmuyor.
  • Nereyi gezeyim ki? Zaten bunca iş görüşmesine gittikten sonra az çok bir yerler gezdim. Onlar da yorgunluk dışında bana bir şey katmadı.
  • Of çok sıkıcısın.
  • Mesela elinde olsa sen nereye giderdin?

Elini çenesine koyarak bir süre düşündü. Bir iki defa homurdandı sonra heyecanlanarak gözlerini açtı ve konuştu:

  • Çin’e
  • Çin’e mi? Neden?
  • Bilmiyorum. İçimden öyle geldi ayrıca oralarda görecek çok şey var. Mesela… Sokak yemekleri, o ışıklı kırmızı lambaları da çok seviyorum veya… Şans kurabiyeleri! Başka-
  • Şans kurabiyeleri mi? Cidden bana onlara inandığını söyleme!
  • Bir defa onlara inanmıyorum! Eğlenceliler. Ayrıca sanane istediğime inanırım istediğime inanmam. Bu kadar sinirine giden şey ne?

Tansiyonun arttığını gören kadın ve adam durdular. Sonra gülmeye başladılar. Şans kurabiyesi için tartışılır mıydı?

  • Şöyle ki…

Adam gülmesini tutmaya çalışarak.

  • Hepsi tamamen satış taktiği, o şeylerden sadece üç beş tane var arada bir döndürüyorlar. Senden de bir güzel paranı alıyorlar. Ne fal ile ne de şans ile alakası var. Kapitalizm.
  • Allah aşkına, o dönem Çin’de kapitalizm mi vardı?
  • Güzel noktaya değindin.

Bu sırada garson masaya hesabı getirdi. Her ikisi de ödemek için bir girişim yaptılar ama adam yemek fikrinin ondan çıktığını söyleyerek hesabı ödedi. Ardından ceket ve mantolarını alıp masadan kalktılar. Adam kapıyı kadın için özenle açtı ve arkasından da hemen kendisi çıktı.

Hava kapalıydı. Yağmur tanıdık bir arkadaş gibi şemsiyeleri kucaklamak için yer arıyordu. Kadın içtiği şarabın hoşluğu ile mayışmış, yüzünde küçük bir gülümsemeyle sohbetlerini kaldığı yerden devam etmeye çalışıyordu. Bir taraftan arkasında kalan adama doğru konuşuyor diğer taraftan karşı kaldırıma geçmeye çalışıyordu. Kaderin cilvesi, kendisine doğru hızla gelen taksiyi görmedi. Ani bir hareketle adam onu kolundan yakaladı ve geri çekti ancak bu hareketiyle kendisi bir adım önce çıkmıştı. Taksi yavaşlamaya çalıştıysa da dahi çarpmaya engel olamadı.

Adam taksinin göz yakıcı farları altında gitgide dibe çöktü, çöktü ve çöktü.

En sevdiği kazağın kokusu. Babasının saati. İlk öpücüğü. Annesinin biricik gözleri ve sevgisi. Uyandı. Gece yarısının ıslak havası yüzüne işlemiş yerde yatıyordu. Ayağa kalktığında kimsecikler ortada yoktu. Bomboş bir sokak, sonunda ise parlak ışıklar. Dar sokağın içinden geçerek ışığa ulaşmaya karar verdi, zaten başka ne yapabilirdi. Kafası sızlıyordu. Bir süre yürüdü artık ışık ona çok uzak değildi. Sonra durdu. Bunlar öylesine ışıklar değildi, bunlar Çin mahallelerini süslemekte kullanılan fenerlerdi. Sıcak renklerden oluşan fenerler adamın içini ısıttı. Fenerleri göz ucuyla takip etti, uzakta bir büfe mi vardı?

Fenerler, güzel anıların sıcaklığı ile yolu aydınlattı. Evet, bir büfe vardı. Büfeye daha da yaklaştıkça görüntü netleşti. Keçi sakallı yaşlı bir adam büfeyi işletiyordu. Büfede sadece o vardı. Hemen oturma yerlerinin önünde duran ocağında bir çeşit et ısıtıyordu. Etin ocaktaki cızırtısı bütün sokakta yankılanıyordu. Büfenin önünden ağır adımlarla geçti, cebinde yeteri kadar parasının olduğunu kontrol edince yaşlı adamın karşısına oturdu.

  • İyi akşamlar.
  • İyi akşamlar efendim. Ne istersiniz?

Bu sırada yaşlı adam kafasını kaldırmadan büyük bir gayretle birden fazla eti pişirmeye devam ediyordu.

  • Valla, başım çok sızlıyor, ona ne iyi gelebilir ise o olsun.

Yaşlı adam elini kafasına doğru götürerek asker selamı verip, o zaman bir General Tso’nun tavuğu hizmetinizde diye servisi betimledi. Bu sırada tavuğu getirmek için mutfağın içine doğru hareket etti. Küçük tavuk parçalarında gelen bu yemek, özel bir sosla kaplanıp pirinçle birleştiriliyordu. Yaşlı adam geri döndüğünde bütün malzemeleri toplamıştı, hatta bazıları çoktan hazırdı. Böyle bir rüyada hijyeni sorgulamak yersizdi.

  • Adın var mı yabancı?
  • Ömer.

Bu sırada “Ömer” ağrıyan başını tutmaktaydı.

  • Ne oldu efendim, başınız?
  • Düştüm galiba hatırlamıyorum, hatta aslına bakarsanız şu an neredeyiz onu bile bilmiyorum.
  • Chinatown, efendim.
  • İstanbul’da Chinatown mı var?
  • Şu an içindeyiz efendim.
  • Peki neden kimsecikler yok?
  • Bilmiyorum belki korktular, yabancıları pek sevmeyiz. Hepsi sizin gibi sadece Tso komutanımın yemeğini yemeğe gelmiyor.
  • Anlıyorum. Peki usta, senin bir ismin var mı?
  • Tang.
  • Ne anlama geliyor?
  • Çince “çorba” demek efendim. Çorba içmek sabır ve iştah ister, her elin harcı değildir.
  • Biliyor musun, kız arkadaşım seni çok severdi usta.

Bu hoş iltifata cevap bulamayan yaşlı adam sessizliğe büründü. Bu sırada Ömer etrafı izlemeye başladı. Hafif bir çimen kokusu burnunu yoklamaktaydı ne de olsa yağmur yağalı çok olmamıştı. Büfenin içine doğru baktıkça yeni şeyler fark ediyordu. Küçük Çince yazılar, tatlı biblolar, şu herkesin evinde bulunmasını istediği -el sallayan kedi- bile vardı. Ömer en sonunda aramakta olduğu şeyi buldu. Bir kutu fal kurabiyesi.

  • Biliyor musun Usta-
  • Tang!
  • Tamam öyle olsun. Tang usta. Biliyor musun- tabii bilmezsin nereden bileceksin- ben fal kurabiyelerini hiç anlayamadım. Hani bir promosyon gibi bir şey mi yoksa satış taktiği falan mı?

Tang ikisinin de olmadığını söyleyerek homurdandı. Bir taraftan neredeyse hazır olan yemek için eski tahta kase çıkartıyordu. Fal kurabiyeleri…Hm, diyerek yemeği tahta

kaseye boşalttı ve Ömer’in önüne koydu.

  • Efendim buyrun yemeğiniz…Aslına bakarsanız Fal kurabiyeleri şans veya gelecek öngörmez. Bu size anlattığımı kimseye anlatmayın efendim yoksa satışlar düşebilir.
  • Peki neden anlatıyorsunuz o zaman. Beni diğerlerinden farklı kılan ne?
  • Buralara bir daha uğrayamacağınızı biliyorum. Bu düşünceleri kenara bırakın asıl işimize dönelim. Fal kurabiyeleri şans veya gelecek sağlamaz diyordum. Evet, sağlamazlar. Onların sağladıkları şey bir tutam hayattır. Bütün günün yorgunluğu ve boğucu dertleri arasından insanlar büfelere giderlerdi, aynen sizin gibi. Bazen içinde yaşadığımız hayatı dertler yüzünden unutuverir ve kayboluruz. Bu kurabiyeler de sözde şansları ile insanları hayata geri bağlarlar. Gözlerini açar. Fakir bir adama zengin olabileceği konusunda umut verir veya yalnız bir adama aşkı hatırlatır. Böylece, bu istekleri aramamız için ve hatırlamamız için gözümüzü açar, bize bir şans tanır. Bu yüzden adı şans kurabiyesidir. Keşfetme şansı. Şans kurabiyede değil, kurabiyeyi açanın ruhundadır ancak ihtimaller her yerdedir. Bahsettiğim üçgeni görüyor musunuz efendim. İhtimaller - İnsan - Kurabiye.
  • Anlıyorum, peki neden bu karşılıksız iyilik? Size ne kazandırıyor?
  • Mutlu insanlar daha çok yemek yer efendim.

Hafifçe güldü.

Ömer yemeğini özenle yiyordu. Bir yandan da Tang ustanın anlattıklarını düşünüyordu. Kız arkadaşına bunları anlatmak için sabırsızlandı eğer buradan evin yolunu bulabilirse tabi. Tang usta burada çok yalnız duruyordu. Onun bir yakını olup olmadığını merak etti. Ustaya bir yakını olup olmadığını oracıkta sordu.

  • “İncir” var!
  • İncir mi?

Evet, diyerek dükkanın köşesindeki köpek kabını gösterdi. Üzerinde “İncir” yazıyordu. Ortalıkta bir köpek görünmüyordu ama bu işi kurcalamak istemedi.

  • Cinsi ne?
  • İncir bir Pug’dır.
  • Ne garip bir isim bir köpek için, gerçi yakın zamanda duyduklarımdan daha iyi.

Tang, köpeğinin inciri çok sevdiğini bu yüzden adının da o olduğunu açıkladı. Ömer köpeğin neden ortalıkta olmadığını sordu. Tang basitçe cevap verdi:

  • Benim işim sadece incirleri o kaba koymak. Gelip gelmeyeceği kendisine bağlı. Ne zaman ona ihtiyacım olsa yanımda bitiverir, hep öyledir. Sanki duygularımı koklayabiliyor.

Ardından işine döndü.

Hava biraz daha soğuklaştı. Zaman kavramı orada pek işlemediği için sadece saatin ne kadar geçtiğini havanın soğumasıyla anlayabilirdi. Lambalar sokakta hafifçe sallanıyor, hoş tıkırtılar yaratıyordu. Tang’ın ızgarada ısıttığı etler neredeyse bitmişti. Etlerin nereye gittiği hakkında hiçbir fikri yoktu. Teker teker kaybolmuşlardı. Izgaradan gelen çıtırtılar da artık sokakta yankılanmayacak kadar azdı. Artık gitme zamanı gelmişti.

  • Tang usta, eline sağlık. Sana borcum ne kadar?

Yaşlı adam elini ileri geri süpürürcesine sallayarak bir borcu olmadığını ima etti. Ömer bunun üzerine itiraz etse de adam kabul etmedi. Tam masadan kalkarken Tang, adamın kutudan bir fal kurabiyesi koydu.

  • Mutlu müşterilere! İyi akşamlar genç adam sohbet için teşekkürler.
  • Yemek için asıl sana teşekkür ederim Tang!

Böylece kendi yollarına ayrıldılar. Ömer geldiği sokağın devamını yürümeye başladı. Ama nasıl dönecekti! Nerede olduğunu bile bilmiyordu. Yolu Tang’e sormak için arkasını döndü ama dükkanın yerinde yeller esiyordu. Sokakta tek bir ses yoktu. Sadece uzaktan küçük bir çın sesi geliyordu. Küçük bir siluet sokağın başında belirdi. Yaklaştıkça köpek formunu aldı. Şişman bir Pug! Ağzında da bir incir! Bu İncir olmalıydı. İncir Ömer’in yanına gelip onu yaladı sonra onu takip etmesini istercesine koşturmaya başladı.

Bir adam ve bir köpek saat kimbilir kaçta, hiç var olmayan bir sokakta delicesine koşuyorlardı. Ara sokaklar, küçük evler, kocaman meydanlar…Sonra bir kapıya geldiler. İncir kapının yanında durdu ve kafasıyla işaret yaptı. Burasıydı. Adam kapıdan geçti.

  • Ömer!

Ömer ışıklar altında gözlerini açtı. Başı inanılmaz ağrıyordu. Mahalleli Ömer’in etrafına toplanmıştı. Ömer’in gözlerini açtığını gören kadın adamın üzerine atladı, onu kollarının arasına aldı.

  • İyi misin, ayağa kalkacak halin var mı?

Ömer, yavaşça ayağa kalktı ve etrafına bakındı. Hızla gelen taksi, yemek yedikleri o şık restoran; Çin Mahallesinden eser yoktu.

  • İyiyim, iyiyim. Biraz başım ağrıyor.
  • Seni hastaneye götürmeliyiz.
  • Ne kadardır… Baygınım?
  • 1- 2 dakika kadar?
  • Biraz ileride arabam olacak…İstiyorsan öyle gidebiliriz- hastaneye?

Adam ve kadın mahallelinin fısıltılarından sıyrılıp gecenin karanlığına doğru yol aldılar. Dakikalar geçti ve araba ufukta belirdi. Adam araba anahtarlarını çıkarmak için ceketinin cebine uzandı ama bulduğu şey umduğundan biraz daha farklıydı. -Fal Kurabiyesi- Bir an için olduğu yerde durdu, kadın da onunla beraber durdu. Adamın bir el hareketiyle, fal kurabiyesi bu iki kayıp insanın tek konusu oldu. Bunun nereden geldiği üzerine ikisi de bir şey demedi. Kadın başta bunu bir şaka olarak algıladıysa da adamın yüzündeki dehşet olayın ciddiyetini anlamasına yardım etti. Birlikte -bir tek kelime bile etmeden- kaldırıma oturdular ve kurabiyenin ucuz, parlak paketini sıyırdılar. *Crack.

İnanmadığın şeyleri sana inandıracak birini bul.
(Kağıdın arkasında ise 4. Sebzeli Noodle’da %30 indirim kuponu vardı)

Kaldırımdan kalktılar ve arabanın içine geçtiler. Sessizliği ilk adam bozdu:
Galiba artık bir Çin gezisi kulağa eskisi kadar kötü gelmiyor.
Kahkahalar arasında kadın arabayı çalıştırdı ve beklenmedik yeni bir yolculuğun kapısı böylece açılmış oldu.

1 Beğeni