“Bu kadar da olmaz artık!”
Henüz iki hafta olmuştu taşınalı ama kendisi hariç komşulardan hiçbirisi, rahatsız olmuşa benzemiyordu. Yoksa birileri bir şeyler yapar, en azından belediyeye filan şikayet ederlerdi. Artık alıştıklarından mıdır yoksa umursamadıklarından mı kimsenin bir şey yaptığı yoktu. Yeni evine taşınalı daha bir hafta olmuştu. Ama tadını çıkarabildiği söylenemezdi pek. Bu berbat koku yüzünden. Hadi o yeni taşınmıştı, diğerlerine; hepsi de burada kendisinden daha eski olan komşularına ne demeliydi peki? Ne biçim insanlardı bunlar? Bunu gerçekten merak ediyordu, mecazen değil, kelimenin gerçek anlamıyla yani… Çünkü evinin görüş alanı içinde hane ev olmasına rağmen sakinlerinden daha biri bile hoşgeldine gelmemişti. Ara sıra evinin önündeki ana yoldan veya çevreye dağılmış bağların arasındaki toprak yollardan tek tük bazı ihtiyarların geçip gittiğini görebiliyor olmasa, tamamen terk edilmiş bir bölgeye yerleştiğini sanacaktı. Bu tabii ki sevdiği ve istediği bir şeydi. İstanbul’un bütün o karmaşa, gürültü ve kirliliğinden uzak ama yine de İstanbul’a böylesi yakın bir cennet…
İnsan böyledir işte. En dayanılmaz koşullara bile zamanla alışır, bir kere alışmayagörsün; bir daha o sorun neyse artık onu fark etmezdi bile. Konu ister ölüm olsun ister şimdi burada olduğu gibi bütün mahalleyi kaplayan iğrenç bir koku. Kimsenin umrunda değil gibiydi. Alışmış olmalıydılar. Bu yüzden farkında bile değillerdi. Çünkü hepsi de en az otuz-kırk yıldır bu mahallede oturan çoğunlukla ihtiyar insanlardı. Yaşlı insanları sevmezdi pek. Her ne kadar kaçınılmaz şekilde bir gün kendisi de onlardan biri haline gelecek olsa da. Tabii şansı yaver gider de o kadar yaşlanmadan ölürse o başka tabii. İhtiyarlar, genellike tek bir şeyi çok iyi yaparlardı hayatta; kabullenmek. Buna karşılıksa sadece tek bir şeyi kabullenmeyi beceremezlerdi; yakın çevrelerinde bulunma talihsizliği yaşayan gençlerin heyecanı… Önceki ikametgahından atılma sebebi de tam olarak buydu. Ya da kızgındı hala, o yüzden konuyu bu şekilde görme eğilimindeydi. Günebakan Apartımanı… Zaten bir apartmanın kapısında “apartıman" yazısı varsa, orası en az elli yıllık demekti. Sakinleri de öyle. Eve çok fazla kadın alıyormuş… Geceleri çok ses oluyormuş… (Sevişme seslerini kast ediyorlardı muhtemelen. Evine getirdiği kadınlarla salon futbolu oynadığını hatırlamıyordu çünkü hiç. )“Apartıman” sakinlerinin, aralarında imza toplayıp, oldukça uygun şartlarda kiracı olarak yaşadığı, güzide dairesinden kendisini attırmalarının sebebi bunlardı. Daha otuzlarının başında, genç, yakışıklı sayılabilecek, bekar bir adamdı. Ne olacaktı ya?! Akşamları, yorganın altında otuzbir çekip sessizce uykuya mı dalacaktı! Evet. İhtiyarların neredeyse sonsuz olan o her şeyi kabullenebilme yetenekleri burada işlemiyordu. Adına ister ahlak desinler ister düzenin bozulması, kabullenemedikleri tek şey; artık kendilerinden uzak olan o gençlik yıllarının enerjisi ve heyecanıydı. Onun dışında bokun içinde bile yıllarca hiç şikayet etmeden, sükut ve huzur içinde yaşayabilirlerdi.
Beykoz, Zerzevatçı köyü yakınlarında, yan yana; çoğunlukla bahçeli, tek katlı evlerden oluşan, küçük bir sokakçıktı burası. Saymamıştı ama sokakta bulunan evlerin sayısı onu geçmiyordu muhtemelen. Taş çatlasa sekiz… Aralarda bir iki tane de çok katlı binaya da rastlanıyordu. Buradaki evler çoğunlukla köhne, en yenisi elli altmış senelik gibi görünen ama ilerlemiş yaşlarına rağmen pek de bakımsız sayılamayacak yapılardı. Ormanla kaplı iki tepe arasında genişçe bir düzlük üzerinde yine yeşillikler içinde yer alan, serin ve sakin bir muhitti. Kendi evinin bulunduğu bu küçük sokakçık hariç yerleşim genellikle dağınık ve sistemsizdi. Evler en fazla onun evinin de bulunduğu Haydar Efendi Sokak’ta birbirine bu kadar yaklaşıyor, onun dışında tepelere doğru giderek dağınıklaşarak seyreliyordu. Birçoğu özellikle dikkat edilerek bakılmazsa çevrelerindeki asırlık ağaçlar arasına iyice gizlenmiş olduğundan dolayı, ilk bakışta fark edilemiyordu bile. Sokaktaki karşılıklı evleriyse genişçe bir kır yolu birbirinden ayırıyor, yolla; yola en yakın ev arasında bile yolun en az iki katı genişliğinde çimenlik boş alanlar yer alıyordu. Yoldan en sık yirmi-yirmi beş dakika arayla nadiren araç geçiyordu. Söz konusu geçişler aynı zamanda sokak ve çevresinde göze çarpan yegane hayat belirtisiydi. Bu hoşuna gitmişti. İstanbul’a bağlı herhangi bir yerleşim biriminde sessizlik ve tenhalık… Hayal etmesi bile zordu doğrusu. Öğrenebildiği kadarıyla Zerzevatçı köyü, adını, bölgede 1920’li yıllara değin zerzevat yetiştiren bir aileden almıştı. O yıllarda sebze yetiştiriciliğiyle meşhur olan bölgeye daha sonraları, “Büyük Mübadele” yıllarında Balkan göçmenleri yerleştirilmiş. 1950’li yıllara doğru ise buralarda iskan edilen göçmenler, kendilerine hibe edilen toprakları, çoğunluğu Karadeniz bölgesinden gelen göçmenlere satmışlar. 90’lı yılların başında Mahmut Şevket Paşa Mahallesinden ayrılıp köy olmuş. Artık İstanbul’un neredeyse içinde kalmasına rağmen doğasını ve seyrek nüfusunu korumayı başarması, ona şaşırtıcı olduğu kadar çekici de gelmişti. Bölge halkıysa hala zerzevat işiyle meşgul olduğundan evler arasındaki geniş mesafeler çoğunlukla ekiliydi.
Tabi o esnada kokuyu fark etmiş değildi henüz. Rüzgar yüzünden olsa gerekti. Yoksa bedavadan konulan yeni evin sevencinden miydi?.. O gün rüzgarlıydı ve hava, muhtemelen koku kaynağının aksi istikamette esiyordu. Hayatında daha önce bu kadar ağır bir koku duyduğunu hatırlıyor değildi. Çöpten ziyade küf yahut çürüme gibi ama aslında tam olarak ikisi de olmayan, tanımlaması güç ama yeterince rahatsız edici bir kokuydu. İlk olarak yeni mahallesine taşındıktan iki gün sonra hissetiği bu berbat kokuyu, yakınlardan bir çöp arabasının geçiyor olabilmesi ihtimaline bağladığı için üzerinde durmamıştı. Bir müddet sonra geçerdi elbet. Bir müddet geçti, koku geçmedi. Oysa bildiği kadarıyla yakınlarda çöplük de yoktu.
Eve taşınalı… Bir hafta kadar olmuştu. Bundan kısa bir süre önce ölen dayısından miras kalmıştı. Dayısı, bilebildiği kadarıyla onun hayattaki son akrabasıydı. Bununla beraber sık görüştükleri söylenemezdi. En son liseye başladığında görmüştü onu galiba. Şimdi otuz yaşında olduğuna göre düşündüğünden de uzun süre geçmişti üzerinden demek ki… Neyse neydi!? Pek önemsediği söylenemezdi çünkü pek önemsediği yoktu. İhtiyacı yoktu ki. Veya yokluğunu hissettirecek bir sebep. Hayattayken pek bir yardımını ya da faydasını gördüğünü anımsayamadı. Ancak ölümünün zamanlamasının mükemmel olduğunu söyleyebilirdi. Planlansa bu kadar olmazdı. Günebakan Apartımanı’ndan, komşuların topladığı imzalara istinaden bir hafta içerisinde çıkarılacağının kendisine resmi olarak tebliğ edilmesinin sadece iki gün ardından dayısının ölüm haberini almıştı. Ve tabii ki başka akrabası olmadığı için kendisine kalan bu tek katlı bahçeli evin haberini. Haa! Bir de banka hesabındaki cüz’i miktardaki paranın. Resmi miras işlemlerinin tamamlanmasının ardından vakit geçirmeden evde küçük çaplı bir tadilat yaptırmış, dayısından kalan köhne eşyaların çoğunu da çöpe atmıştı. İçlerinde az çok kulanışlı olanlar vardı tabi. Garajda tozlanmakta olan çim biçme makinesi gibi. Dayısının banka hesabından kendisine intikal eden nakdi ise peşinat olarak ödedikten sonra, artık kira gideri de olmadığı için hemen kendine orta halli bir araba da almıştı. Her kendine saygısı olan İstanbullu gibi. Sonuçta İstanbul’da toplu taşıma demek toplu tecavüz demekti. Zerzevatçı, şehir merkezine biraz uzaktı ama yeni arabasıyla işe gidip gelmesi sorun olmayacaktı. Benzin için harcayacağı miktar hesaba katıldığında dahi.
Yani alınabilecek en uğurlu ölüm haberlerinden birini almıştı. Bundan sonra da her şey giderek artan bir tutarlılıkla daha da iyi olacak gibi görünüyordu. Bir de şu iç burkan koku olmasaydı.
Eve taşındığı ilk günlerde bedavaya konmanın neşesinden olsa gerek üzerinde durmamıştı pek. Hem zaten yapılacak bir sürü iş olurdu ev taşımaların ilk günlerinde. Kafasını ve bedenini bunlar meşgul ettiği için kokuyu o kadar da önemseyememişti başlarda. Ama işler bitip, bir pazar günü yeni evindeki ilk filtre kahve & sigara deneyimini açık havada yaşamak için gerekli girişimleri başlatınca -ki bu eline kahvesini alıp bahçeye çıkmaktan ibaretti- yaşamıştı ilk hayal kırıklığını. Koku o kadar yoğundu ki “Sıçarım böyle keyfin içine” diyerek evin içine geri kaçmak zorunda kalmıştı.
Başlarda ne yapacağını bilememiş, komşularının kapılarını çalıp, nazik bir şekilde onların da kokuyu alıp almadıklarını, kokunun nereden ve neden kaynaklanıyor olabileceğini soracak olmuş ama ilk birkaç evde, kimseyi bulamamıştı. Neyse ki mahalle tamamen terk edilmiş değildi. Yolda soru sorabileceği komşu ararken iki ucuna içleri boş zerzevat sepetleri asılı, kalınca bir değneği omzuna almış, ağır ağır yürümekte olan yaşlıca bir amcaya denk geldi. Yüzündeki kırışıklıkların çokluğu ve derinliğine bakılınca doksanlarında olduğu söylenebilecek adamın, cüssesinin iriliği ve yürürkenki seriliği, en azından uzaktan ve karşıdan bakıldığında ters bir yanılsamaya neden oluyordu. Sırtındaki o tuhaf, şekilsiz, orantısızca yaygın kambur da karşıdan gelirken, iyice yaklaşıncaya kadar fark edilmiyordu. Bu sebeple Murat, adama iyice yaklaşınca kısa bir şaşkınlık yaşamasına rağmen bunu yüzüne yansıtmamaya ve gözlerini adamın sırtındaki devasa denebilecek tuhaf kambura dikmemeye çalışarak selam verdi. “Selamün aleyküm emmi!” “Ve aleyküm selam.” Adamın sesi de en az görüntüsü kadar sıra dışıydı doğrusu. Boğuk… Sanki hiç dil değmeden sadece gırtlaktan gelen seslerden oluşan, daha ziyade homurtuyu andıran kalın ve gür bir konuşma… Adamın ne dediği anlaşıldığı sürece üzerinde durmaya değmezdi gerçi ama bu da o kadar kolay gerçekleşmiyordu. Mamafih aralarında geçen konuşma mealen şöyle gelişti: “Nereye böyle emmi?” “Bağa, zerzevata.” “Emmi buraya yeni taşındım.” “Hoşgeldin.” “Hoş bulduk. Allah razı olsun. Komşulara sorayım dedim ama kimseyi bulamadım…” “Bulamazsın. Yazın gelir, güzün gider çoğusu. Dersaadet’e. Bazısı bahçesini eker, kışlığını hazır eder bazısı sadece yazları torun torba yeşillik görsün diye gelir, sonra gene döner Dersaadet’e.” “Dersaadet mi?” diye düşündü Murat. “Hangi yüzyılda yaşıyor bu adam!” Dersaadet, ‘Mutluluk kapısı’. İstanbul’un Osmanlı İmparatorluğu zamanındaki başkentliği döneminde kullanılan isimlerinden biriydi. Bugün artık kimse o ismi kullanmıyordu. O kadar eskiydi ki bu isim, daha bugüne kadar herhangi yaşlı, hatta çok yaşlı bir adamın bile İstanbul’dan Dersaadet diye söz ettiğine bizzat şahit olmamıştı. Bu isim artık sadece; kimsenin anlamadığı eski Osmanlı belgelerinde ve Divan Edebiyatı yapıtlarında kalmıştı… “Kimse kalmadı mı şimdi burda yani?” “Az kaldı. Gider olanı da… Hüseyin’in yerine taşınan sen misin?” Hüseyin, hatırladığı kadarıyla Murat’ın dayısının evi kiraya verdiği kişinin adıydı. Dayısı evin sahibi olmakla birlikte burada oturmayı tercih etmemişti hiç. Murat, kiracıyla şahsen tanışmamıştı hiç çünkü buna gerek kalmamıştı. Evde yanıl başına yaşayan adam, dayısı vefat etmeden kısa bir süre önce başka bir yere taşınmıştı öğrenebildiği kadarıyla… “Evet. Tanıyor muydun?” “Az çok tanırdık birbirimizi. Nesisin yeğenim?” “Bir şeyi değilim. Dayımın kiracısı olurdu” “İyi adam idi. Kimseye zararı yok idi.” “Öyledir herhalde. Şahsen hiç tanışmadık.” “Ağır adam idi. Vara yoğa konuşmaz, kendi halinde yaşar gider idi.” “Öyleydi herhalde. Dediğim gibi şahsen tanışmadık hiç. Tek bildiğim kiralarını hiç aksatmadan düzenli olarak ödeyen biri olduğu…” “Adın ne yeğenim?” “Murat” “Sor bakalım Murat! Ne soracaktın?” “Kokuyu soracaktım emmi. Yakınlarda bilmediğim bir çöplük filan mı var?” “Çöplük yok. Konaktan geliyor o.” “Konak mı?” Murat’ın sorusuna adam, eliyle; bulundukları konumun doğu yönünde, uzakça sayılabilecek, tepelik arazinin üzerine kurulu, geniş bahçeli, kasvetli ahşap bir köşkü işaret ederek cevap verdi. “Abdülbaki Efendi Konağı diye bilinir… Sahibi delidir. Çöp biriktirir evde habire. Rüzgar, köşkün arkasındaki tepelerden estiğinde koku sarar burayı.” “Rahatsız olmuyor musunuz peki? Adamla kimse konuşmamış mı veya belediyeye şikayet eden kimse olmadı mı?” “Deli diye bilinir sahibi. Kimsenin tanışmışlığı konuşmuşluğu yoktur bildiğim kadarıyla kendisiyle. Çöp istifleme dışında kimseye bir zararı yoktur. Konak buradaki herkesten eskidir. Biz onlara göre muhacir sayılırız.” Parmağıyla geniş bir daire çizerek “Gördüğün evlerin çoğu da onların arsaları üzerine kuruludur derler. Allah razı olsun; zamanında müsaade etmiş, kimseye karışmamışlar. O yüzden kimse de onlara karışmaz.” “Ama benim bildiğime göre zamanında köye muhacirler yerleştirilmiş ve daha o zaman tapuları da dağıtılmış?” “Köyün içini diyon sen. Orası öyle. Konak da adreste köye bağlı ama buralar konağın arazisi diye bilinir. O yüzden kimse gelmez bile buralara.” “Anladım emmi. Peki kimdir, necidir konağın sahipleri?” Şahsen hiçbirini tanımam. Komşulardan da tanıyana rastlamış değilim gerçi. Ama bazen kahvede sözü geçer, lafı edilir. Anlatılanlara göre; Abdülbaki Efendi, eski Osmanlı paşalarındanmış. Sülalesi bir asırdan uzun süredir burada otururmuş. Aha şu tepelerden gözünün gördüğü her yer vaktiyle onlarınmış. Sonraları fakirlemişler. Mallarının, arazilerinin çoğunu satmışlar. En son şu gördüğün konakla çevresindeki arazi kalmış ellerinde… Benim bildiğim bu kadar. Zaten fazlasını bileni de bulamazsın buralarda. Dedim ya ne kimseyle muhatap olurlar ne de şahsen tanışanı bilirim. Bakma adının İstanbul olduğuna; köylük yerler buralar. Dedikodu olur en fazla. Ama hakikatte kimdirler necidirler bilinmez.” “Anladım emmi. Hayırlısı… Sağolasın.” “Sen sağol. Allah selamet versin.”
Vedalaştıktan sonra bir müddet omzundaki sepetlerlerle ağır ağır ilerleyen ihtiyarın gidişini izleyen Murat, bakışlarını köhne konağa çevirdi. Asırlık ağaçların arasında; gözlerden ırak, sessiz ve sakin şekilde istirahat eden konak, görkemli bir yapı olmakla birlikte, kendisini çevreleyen bahçenin genişliği ve avlu içindeki devasa çınarların yüksekliğiyle insana haşyet veriyordu. Bununla beraber, halihazırda kaynaklık etmekte olduğu ağır koku, bütün o izlenimi silip süpürüyordu; o ayrı…