İyi, Kötü, Ben

“Gerçekte kötü olan nedir? İyi veya kötünün kim/ne olduğuna kim/ne karar verebilir? Buna karar verebilmek için bir tanrıya veya bir yöneticiye muhtaç mıyız? Eğer birilerinin/bir şeylerin üzerimizde hatırı yoksa kendi iyilik ve kötülük kavramlarımızı mı kabul etmeliyiz? Ya da hiç kimsenin/hiçbir şeyin karar vermediği, mutlak iyilik ve kötülüğün gerçekliğine ulaşabilir miyiz? Bunların dışında bir seçenek var mı yoksa …”
Bu sorular, her sabah, her akşam ve aslında her an olduğu gibi, kırk kişilik otobüs kuyruğunun yeni sakini olmak üzere ilerleyen sıradan bir adamın aklından geçen monoloğun küçük bir parçasıydı bu sorular. Bir an önce evine gidip cızırtılı radyosunun eşliğinde, önceki gün rutubetin zayıflattığı kirişten sökülen kornişini yeniden nasıl sabitleyeceğini düşünmek istemeyen bu adam sırada ki yerini aldığı andan itibaren de neden evine dönmek için bu kadar zahmete girdiğini sorguluyordu.
“İnsandık, tek amacı kendini doyurmak ve barınmak olan bir türdük. Zamanla toplandık ama sadece kendi soylarımız kadar. Bunun sebebi neydi? O zamanlarda, bilginin üretilmediği o ilkel zamanlarda, soyun değeri nasıl benimsenmişti? Ya da soy önemli değil miydi? Bu küçük toplulukların oluşmasının tek sebebi insanların birbirlerine ve doğaya karşı sayısal, görsel, kısacası niceliksel olarak üstünlük kurmak istenmesi miydi? Peki, bu insanları toplu yaşamaya iten neydi? Yine mi nicelik? Güvenliğin ve daha kolay bir hayatın gerekliliğinin nicelik değil de nitelik olduğunu ne zaman fark etti insanlar? Belki de farkındalardı ama ilk önceliklerini nicelik olarak değerlendirdiler. Eğer böyle olduysa bu… çok akıllıca bir kararmış. Tam da bir insandan beklenmesi gerektiği gibi. Bir noktaya kadar maymundan gelmiş olduğumuz fikrini yorumlayabilirim ancak hiçbir zaman insanların akıl kullanımında bir primat kadar geri olduğunu kabul edemem. Eğer insanı, diğer hayvanlardan ayıran aklı olmasaydı oluşturduğu topluluğun aslında hiçbir anlam ifade etmediğini nasıl anlardı? Önce bir oluşturuldu, sonraysa bu bütünün içerinde bir sürü kırık oluştu ve şimdide insanlar o kırıkların arasında yaşıyorlar. Yoksa tek sorunumuz güvenlik miydi? Devlet denilen olguyu izi koruyan bir B planı olarak düşünüyor olabilir miyiz? Devlet önüne çıkan bir yan kesiciye karşı seni koruyamaz ya da bütün mal varlığını koruyacağını yüzde yüz garanti edemez. Ama seni diğer devletlerden ve onların baskılarından, yaptırımlarından, zorbalıklarından koruyabilir. Hayır, devlete ihtiyaç duymamızın tek sebebi güvenlik olamaz. İş bulmak, karın doyurmak ve sağlıklı kalmak için de devlete ihtiyaç duyarız. Ama devlet bu konularda da öncelikli değildir, yine bir B planıdır. O zaman her şeyimizi düzene sokmak için kurduğumuz devletlerin içerisinde başımızın çaresine yine kendimiz bakıyorsak bu olguyu oluşturmamızın amacı nedir? Neden eve gidiyorum? İnsanların var olduğu ilk günden beri oluşturmaya çalıştığı bir fenomenin parçası olan ben neden yalnız yaşıyorum? Neden yalnız çalışıyorum, neden yalnız yemek yiyorum, neden yalnız düşünüyorum?”
Sıradan adam, yazın bitişini simgeleyen yağmurun ilk damlasının üzerine düştüğünü fark etmedi. Çünkü o sıralarda kendisinin diğer insanlara kıyasla ne kadar akıllı ve gözü açık olduğunu düşünmeye başlamıştı. Yaptığı her çıkarımda bir haklılık payı olduğunu ve sorduğu sorulardan en az yirmide birine kimsenin cevap veremeyeceğini düşünüyordu. Kendi kendine her zaman “ cevapsız sorular önemlidir, onları belirleyebilirsek sorunun/sorunumuzun ne olduğunu bulabiliriz” diyordu. Belki de sadece kendini kandırıyor ve cevap vermediği sorulara olan hıncını gururuna dönüştürüyordu.
Ensesine yerleşen ıslaklık ve vanilya aromalı tatlımsı bir kokunun etkisiyle irkildi sıradan adam. Ama o çok zekiydi, saniyesinde anlamıştı ne olduğunu. Arkasındaki densizin sıkmış olduğu parfüm elim bir kaza sonucu üzerine bocalanmıştı. Karşılık vermemeyi, sinirlenmeyi ve gülüp geçmeyi düşündü ama insanlığının ona kattığı bir kusur vardı ki o daha düşüncelerini noktalamaksızın bedeni onu arakasına bakmaya zorlamıştı.
O anda bir ilk ile karşılaştı. Yıllardır kesintisiz olarak gürül gürül akmakta olan düşünce pınarı ilk defa tıkanmıştı. Kelimelerini bile toplayamadı. Arkasına dönebilmek için üç adım attı. Önce bakışlarını yere indirdi sonra da konuşabilmek için çenesini kapattı. Tam söze girecekken yeniden duraksadı. Şaştı. Mühürlü dudakları yukarıya doğru yayılmaya ve o güne kadar hiç kimsenin dikkatini çekmemiş olan mücevherimsi dişlerini sergilemeye başladı. Derin bir nefes aldı. Hava o kadar taze ve temizdi ki o anda insanların neden yayla havası denilen şeye övgüler yağdırdığını anladı. Kısa bir bekleyişten sonra başını gökyüzüne kaldırdı ve bakışlarını toplanmakta olan yağmur bulutlarına dikti. Onlar felaket değil, yeni bir hayat getirecekti. En azından o, böyle hissetti. Daha fazla zaman kaybetmek istemedi. Son üç saniye içerisinde bir şeylerin farkına varmıştı ama hala yeterli değildi. Hislerine kulak verdi bu sefer bakışlarını karşısına hedefleyerek,
“ Lütfen, size ne kadar kötü birisi olduğunuzu açıklamama izin verin?” dedi, dudakları hala kulaklarına doğru kıvrımlanıyorken.