koşuyordu. ardına bakarak. ardına baktıkça daha da korkarak.
eiilir kendini bir ağacın arkasına yasladı. usulca çöktü.
kalbi ağzında, nefesi boğazındaydı.
kuşlar ötmüyordu. rüzgar dalların arasından sıyrılmıyor, yaprakları yalayarak ıslık çalmıyordu.
eiilir kanlı pantolonunu sıyırdı. baldırında bir kesik vardı. düz, ufuk misali kesik. kılıç yahut ona benzer bir şeyin kesiği. etinin bir kısmını koparıp atmıştı.
yarasından sebep ateş gibi terliyordu.
eiilir derin bir iç cekti.
bir kılıç savruldu, rüzgarının değdiği her şeyi ikiye böldü; gergin bir ipi kesmek kadar basitti. asırlarca kök salmış kalın gövdeli ağaçlar devrildi.
eiilir’in gizlendiği ağaç da devrildi.
toz bulutunun dinmesi için biraz vakit geçmesi gerekti.
eiilir ayağa kalktı. döndü. aksaya aksaya, yere serilmiş ağaçların aralarından geçerek yürüdü. açıklığa çıktı, falindir’in karşısına dikildi.
ölecekti. şüphesizdi. ve dehşet verici bir düşünce olsa da bir an önce ölmek istiyordu. mümkünse acı çekmeden.
eiilir iki büklüm oldu. elini yarasına bastırdı. “ne duruyorsun?” dedi acı dolu bir hırıltıyla. “kovalamacanın son bulduğuna mı üzülüyorsun? hedeflediğin düşe ulaşmak insanı boşlukta bırakıyor değil mi?” ağzına biriken kanı tükürdü. “beni öldüreceksin. evet.” elinin tersiyle dudağındaki kanı sildi. “ama sana yaşama gayesi veren beni de öldüreceksin.”
kara giysilerle sarınmış adam peçesini indirdi. kukuletasını çıkardı. kara gözleriyle öylece baktı.
falindir kara kılıcını kaldırdı.
eiilir gülümsedi. acı bir gülümseme. buruk. ve kaygısız.
acı, burukluk, kaygısızlık: kabulleniş.
eiilir dizlerinin üzerine düştü. yüzüstü yere serildi. gözleri kapanmamıştı, ama karanlık vuku bulmuştu.