Kara Esvaplı Küşende

Tefrika no: 1 -----------------------------------------------------------------

İki yanından bezlerle tuttuğu pilav dolu kaynar tepsiyi ivedilikle ahşap yer sofrasına bırakan hancı, doğrulmadan evvel bir kucak yufka dürümünü de bağdaş kurmuş oturan konuklarına sırayla üleştirdi. Dallı güllü yer minderleri üzerinde başköşeye sırtını veren kervanbaşı, dumanı tüten pilav tepsisine ve kenarlara dizili kızarmış bütün tavuklara iştahla bakarak sofra bezini dizlerine çekti. Hancı göz açıp kapayıncaya kadar mutfağa gidip geldi. Bir kap dolusu karlı ayran ile birkaç baş soğanı sofraya bıraktı. Konuklardan biri pos bıyıklarını daldırdığı ayran kabından birkaç yudum alıp yanındakine uzatırken, kurulduğu yerden sofraya eğilen kervanbaşı da kürek misali büküp kaşık yaptığı yufkayı nohutlu pilava daldırdıktan sonra ağzına götürdü ve kaynar falan demeden yanağını şişire şişire çiğnemeye başladı.

“Eksik varsa hoşgör Şahap Ağam.” dedi hancı. “Evvelce haberim olaydı birkaç kuzuyu ateşe kordum. Dar vakitte bunca yetişebildik.”

Kervanbaşı, tepside önüne düşen bir tam tavuğun budunu ayırıp tek seferde ağzına atmıştı. Burnundan soluk vere vere yağlı ağzındaki lokmasını gevreyip yarısını mideye gönderdikten sonra başını hancıdan yana kaldırarak;

“Tek eksik kuş sütüdür.” dedi. “İki buçuk haftadır bayat somun arası küflü keş yemekten imanımız gevremiş idi. Şu sini gözüme sultan sofrasından hallice görünür.”

Hancı, diğer konukların homurdanmasıyla bakışlarını kervanbaşının sofrasından alıp salondakilere çevirdi. Her bir yer sofrasına yedişer sekizer oturmuş kervancı ve kolcuların sabırsızlıkla kendinden yana baktığını gördü. Aynı anda mutfak tarafında hancının ortanca karısı belirdi. Yüzünü yaşmağıyla sıkı sıkıya örtmüş boylu poslu kürt kadını, kemikli esmer ellerinin bez yardımıyla tuttuğu başka bir kaynar pilav tepsisini en yakınındaki yer sofrasına bırakıp hızlı adımlarla mutfağa döndü. Sofradakiler sabırsızlıkla yemeğe başlarken, hancı da karısının peşi sıra mutfağa seğirtti. İkinci tepsideki pilava tavukları bütün değil, parça parça koyduğundan yetip yetmeyeceğinin hesabına düştü. Her ihtimale karşı kümesten birkaç tavuk daha alıp almamayı düşündüğü sıra ocağın başındaki ilk karısına gözü takıldı. Kadın, sırtı dönük vaziyette pilav kazanını karıştırıyordu. Titreyen omuzlarından ve kısık sesli hıçkırıklarından ağlamakta olduğu anlaşılıyordu. Hancı;

“Kes ağlamayı be kadın!” diye karısını payladı. “Şimdi koyverme sırası değildir. Ben korkmam mı sanırsın? Hem korkar, hem üzülürüm ama elimden bir şey gelmez. Çaresiz uyacağız tembihlenene.”

Ortanca karısı iki tepsi daha çıkarıp hazır etmişti. Sessiz sessiz ağlayan diğer kadının önünden kaynar pilav kazanını ıhlaya tıslaya yüklenip eşiğe bıraktı. Tahta kaşıkla kazandaki pilavı iki tepsiye sıvarken, en küçük gelin de kalan tavuklarla birkaç çulluğu ateşten almakla meşguldü.

Çok geçmeden salona geri döndüler. Aç acına bekleşen diğer konukların sabırsız bakışları altında iki tepsi etli kaynar pilavı, iki ayrı yer sofrasına daha bırakıp çekildiler. Hancı gene kaybolup bir an sonra belirdi, bu kez sacdan aldığı sıcak yufkaları katlanmış öbekler halinde sofraların arasına bırakıp mutfağa döndü.

Kervancılar menzile yatsıdan sonra varmıştı. Develeri hanın ön avlusuna ıhtırmış, atları da sayvanın altındaki yalağın az gerisinde uzanan ahşap dayaklara bağlamışlardı. Denkleri çözüp yüklerin bir kısmını iç avluya, kalan kısmını üstü kapalı ara avluya sıralarken hancı da apar topar kestiği bir düzine tavuğu ateşe koymakla meşgul olmuştu. Üç karısından en genç olanı, kervancılar doluşmadan salona sofra kurarken, ortanca ile az daha yaşlı olanı da iki kazanda pilav kaynatmaya koyulmuştu. Kervancılar işlerini bitirip iç avludaki tulumbadan çektikleri suyla ellerini yüzlerini yıkadıktan sonra sofrada yerlerini almış, birkaçı da hayvanları doyurmak için dışarıda kalmıştı. İçeridekilerin yemesi bittikten sonra sıra onlara gelecek, yerlerini alacak arkadaşları da avluda hayvanlara göz kulak olmaya devam edeceklerdi. İçeriden gelen kokular şimdiden iştahlarını kabartıp ağızlarını sulandırmaya yetmişti.

----------------------------------------------------------------------------- (devamı yarın)

2 Beğeni

Tefrika no: 2 -----------------------------------------------------------------

Hancı, normal zamanda müşteri çokluğundan ötürü içine düşeceği böylesi bir telaştan ziyadesiyle hoşnut kalırdı ama bu akşam halinden memnun olduğu pek söylenemezdi. Mutfağın ara penceresinden başını uzatıp içeride iştahla yiyip içen kervancılara baktıktan sonra alnında biriken terleri gömleğinin yenine sildi.

Yarım saat geçmeden sofralarda ne var ne yok yenmişti. Bunu gören hancı ile ortanca karısı yeniden konukların tepesine dikildi. Kadın sırayla tepsileri kaldırıp götürürken hancı da her sofra başına ikişer çanak tahin ile irili ufaklı ekmek kuruları bıraktı. Tahinin yetişemediği bir sofrayı da kuru üzümle takviye etti. Kervancılar, yedikleri yemeğin üzerine tahine buladıkları ekmek kuruları ve kuru üzümlerle ağızlarını tatlandırırken, sofradan kalkan bir kolcu eri mutfaktan yana yürüdü. Ara pencereden onları izleyen hancıya;

“Ayakyolu ne yana düşer?” diye sordu. Hancı, iç avludaki helanın yerini tarif edince o da hanın cümle kapısına doğru ağır ağır yollandı.

Kervancılar tahinlerini de bitirmişti. Çanakta kalanlar parmakla sıyırılıp ağıza çalındı, yeme içmenin hararetiyle üste başa dökülmüş ekmek kuruları sofra bezine silkildi. Hancı ile ortanca karısı gene yetişip sofraları kaldırmaya koyuldular. Hancı kasnak ve sinileri yüklenirken karısı da çabuk hareketlerle yere kırıntı dökmeden sofra bezlerini sağdan soldan büküp toplamaya koyuldu. Karınları doymuş olan bir kısım kervancının, eğile çömele sofra bezlerini toparlayıp kırıntı dökmeden tortop eden Kürt gelinden yana gözü dalmıştı. Kadının gür kaşlı kara gözlerinden ve esmer ellerinden başka görünen yeri yoktu. Buna rağmen bir eliyle açılmasın diye tuttuğu yaşmağıyla yüzünü örterken, boştaki diğer eliyle de sofra bezlerini toplaması esnasında konukların bazısı beyhude bir merakla kadının yüzünü görmeyi ummuştu. Kendi hanesinde avradını uçan kuştan sakınan adamlar, başkasının çatısı altındayken oldum olası pervasızca bir meraka kapılırdı. O sebeple bunun gayet farkında olan genç kadın elini çabuk tutmuştu.

Hancı, mutfak tarafında sinileri istifledikten sonra ilk karısının bulunduğu yana baktı. Kadının sırtı halen kapıya dönüktü. Usulca iç çekişleri kesilmişse de aralarda elinin tersiyle yüzünü gözünü silmesi bitmemişti. İki büklüm öne eğilmiş, tahta teknedeki bulaşık suyunu bakır leğendekiyle değiştiriyordu. Kürt gelin içeriye girip de sofra bezlerini dışa bakan pencereden avluya silkelerken oralı olmadı.

Mükellef sofranın üzerine ağızları da tatlanan kervancılara rehavet çökmüştü. Sohbetler uzamaya, şakalaşmalar artmaya başlamıştı. Kervanbaşı Şahap Ağa tütün kesesini ve çubuğunu çıkarıp çukur biçimli hazneye bir topak tütün koyduğu sıra hanın cümle kapısı açıldı. Az evvel ayakyoluna giden kolcu geri gelmişti. Onun geldiğini gören bir diğeri de arkadaşının oturmasına kalmadan iç avludaki helaya yollandı.

Hancı, mutfağın ara penceresine dirseklerini dayamış, içeri bakmaya devam ediyordu. Konukların bir arzusu var mı diye sorma bahanesiyle ocağın yanındaki fazla odunların birazını kucaklayıp içeriye götürdü ama şöminedeki odunların henüz köz olmadığını görüp kucağındakileri kenara bırakmakla yetindi. Mutfağa dönerken kervanbaşına ve diğerlerine bir istekleri olup olmadığını sordu. Şahap Ağa kısılmış gözlerle çubuğunu keyif içinde tüttürürken başını “hayır” manasında kaldırdı. Kolculardan biri ise kuşağının içine sokulu mintanını sıyırıp tıka basa şişmiş göbeğini gösterince berikiler kahkahayı kopardı. Hallerinden memnun oldukları belliydi. Hancı yeniden mutfağa yönelirken, az önce çıkan kervancı da helada işini bitirip dönmüştü.

Helaya ilk giden, ikinci gidenden daha uzun kalmıştı. Bu hesapla kervancıların ilki büyük, ikincisi de küçük abdestini yapmış olmalıydı. Kendine iş aranan hancı, bunu düşünür düşünmez ilk karısının tahta tekneden aktardığı bulaşık suyuyla dolu bakır leğeni alıp mutfaktan çıktı. Her gün huyunu suyunu bilmediği adamları ağırladığından, helaya bıraktığı küp ile su kabına dokunmayanlardan illallah ettiği için ayakyolundan gelen herkesin ardından kuburu kolaçan etmek ve icap ederse su dökmek adeti olmuştu.

-------------------------------------------------------------------- (devamı yarın)

2 Beğeni

Tefrika no: 3 -----------------------------------------------------------------

Hancının akşamdan beri göğsü daralıyor, sık sık ter içinde kalıyor, içini fenalıklar basıyordu. Zebil olmasın diye bulaşık suyunu helaya dökme niyetiyle avluya çıkıp hava almak iyi gelecekti. Leğendeki pis suyu taşırmadan hanın cümle kapısına vardı. Dirseğiyle açtığı kapının aralık kanadından çıktıktan sonra ayağının teki yardımıyla arkasından kapatmayı ihmal etmedi.

Dış avluda hayvanları doyurmak için kalan kervancılar, bakır leğen ile kapıdan çıkan hancıdan yana gayri ihtiyari başlarını çevirdiler. Sonra develerin önündeki kuru ot yığınlarına ve atların yem torbalarına takviye yapmaya devam ettiler. Bu sırada hancı da leğendeki bulaşık suyunu hela kuburuna döküp hanın cümle kapısına geri dönmüştü.

Mutfak tarafında hancının ilk karısıyla en genç kuması, iki ayrı tahta teknenin başında sessizce bulaşık tabak çanağı sıyırmakla meşguldü. Kalınca bir kütüğe ilişip onların uzattığı kap kacağı bezle silmekte olan Kürt gelin, hancının mutfağa girdiğini görünce oturduğu yerden kalkıp kütüğü erine bıraktı. Hancı kütüğe oturmadı, bakır leğeni ortanca karısına uzatıp mutfağın ara penceresinden içeriyi seyretmeye koyuldu. Terlemeye devam ediyordu. Seyrek sakallı yanağından damlayan terleri bu kez gömleğine değil, omuzuna atmış olduğu el bezine sildi.

Kervanbaşı Şahap Ağa, çubuğundan bir nefes daha çektikten sonra tütün kesesiyle birlikte yamağına verdi. Burnundan duman vere vere oturduğu yerden doğrulup ayağa kalktı. Sol ayağı, altına alarak oturduğundan uyuşmuştu. Uyuşukluğun geçmesini beklerken hafif hafif sırtını esnetti. Belini zapt etsin diye göbeğine kadar sardığı alaca kuşağı üzerinden koca karnını bir iki sıvazladıktan sonra adamlarının arasından geçip hantal adımlarla kapıya yöneldi. Bacağının uyuşukluğu tam geçmediğinden hafifçe aksıyordu. Deminden beri onu izlemekte olan hancının bir an için eli ayağı boşanır gibi oldu. Adamın niyetini anlayınca hemen doğrulup mutfak eşiğine çıktı.

Şahap Ağa kapıya varmadan hancı telaşlı adımlarla yetişip önünü kesti. Bir an için ne diyeceğini bilemedi. Kervanbaşı durmuş, soran gözlerle ona bakıyordu. Hancı çatallanan bir sesle;

“Şahap Ağam!” dedi, biraz duraladıktan sonra lafın gerisini getirdi.

“Ayakyoluna gitmekteysen, kubur tıkanmaya yüz tutmuştur. Dilersen arka avludaki helayı göstereyim.”

Şahap Ağa gözlerini kısıp birkaç saniye kadar hancının yüzüne baktı. Kulaklarına değin kızarıp pancar gibi olmuş adama;

“Düş bakalım önüme.” demekle yetindi.

Hancı ilkin mutfak tarafından yağ kandilini aldı. Ufak bir taharet ibriğini de kol altına kıstırdıktan sonra arka avluya uzanan dar sofayı adımlamaya koyuldu. Yüzü çarşamba pazarına dönmüş, elleri; hatta gömleğinin sırtı dahi terden sırılsıklam olmuştu. Kervanbaşı hemen arkasından geldiği için hancının yüzündeki kargaşayı göremedi.

Arka avluya açılan kapıyı araladıklarında, kirişten yana bir çan tıngırdaması duyuldu. Hancı eşiğin dibindeki birkaç basamağı inerken kervanbaşı da tepesinde tıngırdayan teke çanına baktı. Genellikle han girişlerinde böyle bir çan olur, dışarıdan geleni içeriye haber verirdi. Avlu çıkışına konduğunu ilk kez görüyordu ama üzerinde durmadı. Hancının tuttuğu kandilin zayıf ışığı altında eşiğe bitişik basamakları inerek avlu toprağına ayak bastı. Akşam karanlığında gözünün elverdiği kadar etrafa bakındı. Kullanılamaz halde bir beygir arabası kenara atılmış, gübre çuvallarına altlık olmuştu. Az ötede kesilmeyi bekleyen odun öbeğinin berisinde bir loğ taşı duruyor, onun karşı hizasına denk düşen tavuk kümeslerine bitişik keçi ağılı göze çarpıyordu. Ağılın yan duvarından çıkan kaba ağaç örneği çitlerin çevrelediği birkaç baş davar, miskin miskin geviş getiriyordu. Kapı açılırken kirişten gelen çan sesiyle bitişikteki birkaç oğlak kıpırdanmış, onlar kıpırdanınca boyunlarındaki çanlar tıngırdamıştı. Avlunun en ucunda kulübeyi andıran üstü kapalı derme çatma ahşap perdelik de ayakyolu olsa gerekti.

-------------------------------------------------------------------- (devamı yarın)

1 Beğeni

Tefrika no: 4 -----------------------------------------------------------------

Avlunun ortasına geldiklerinde hancı durdu. Kandil ile ibriği kervanbaşına verip ileriyi gösterdi.

“Ayakyolu orasıdır Şahap Ağam. İbrik helada kalabilir. Benim imdi mutfağa dönmem gerektir.”

Son cümleyi söylerken sesinin titremesine engel olamadı. Kandilin cılız aydınlığında kervanbaşının yüzüne kaçamak bir bakış attı. Şahap Ağa‘nın oralı olmadığını görünce dönüp hızlı hızlı uzaklaştı. Kervanbaşı dudağını büküp kapıya varana kadar hancının arkasından baktı. Sonra bir elinde ibrik, diğerinde yağ kandili, ayakyoluna ilerledi. Ahşap perdeye sabitlenmiş ufak kancayı çıkarıp helaya girdi.

Eşiğe bitişik basamakları tökezlemeden aşan hancı, sofaya girdiği gibi avlu kapısını ardından kapadı. Bu esnada kapı kirişinden sarkan teke çanı bir kez daha tıngırdamıştı. Hancının ter içindeki göğsü körük gibi inip kalkıyordu. Damdan kapı üzerine doğru hafif tahta gıcırtıları duyunca soluğunu tutup dikkat kesildi. Gıcırtılar yerini adım seslerine bıraktığında tüyleri diken diken oldu.

Birden avlu kapısının ardındaki eşiğe birinin atladığını duyarak yüreği ağzına geldi. Heyecanına mani olmak için yumruk yaptığı elinin tersini ağzına götürüp ısırdı. Adımlar eşikten uzaklaşıp avlunun yumuşak toprağında erimeye başladığında bile hancı yerinden kımıldayamadı. Bu adımların sahibinin nice zamandır orada beklediğini iyi biliyordu. Neden sonra dizlerinde derman bulup sarsak adımlarla kendini mutfağa atabildi.

Kervanbaşı Şahap Ağa, helanın tahta perdeliği üzerindeki çengeli arkadan ildirdikten sonra ibrikle yağ kandilini yere bıraktı. Güçsüz ışık altında kuburu seçtiği gibi şalvarına sığmayan göbeğini tutsun diye sardığı kat kat kuşağını açmaya koyuldu. Kuşak birkaç tur açıldıktan sonra üstünkörü katlayıp omuzuna attı. Çabuk hareketlerle uçkurunu çözdüğü şalvarını, içini tutan paçalı donuyla birlikte diz altına sıyırıp kubura çömeldi. Gözlerini kandilin titreyen alevine sabitleyip nefesinin el verdiği ölçüde ıkınarak hacetini gidermeye koyuldu.

Çok geçmedi, işini bitiren Şahap Ağa, sağ eliyle uzandığı ibrikten sol elinin avucuna biraz su alıp çömelik vaziyette taharetlenmeye başladı. Bulaşan parmaklarındaki gaitayı suyla sıyırıp elini tekrar tekrar ibriğin altına götürdü ve ardı ardına avucuna aldığı suları makatına çırptı. Aynı sırada tahta perdeliğe yaklaşan ayak sesleri duyunca taharetlenmeyi bırakıp dikkat kesildi.

Cılız ışığıyla helanın içini peyderpey aydınlatan yağ kandili, tahta perdeliklerin dışında kalan avlunun zifir karanlığına fayda etmiyordu. O sebeple içeride tahareti yarım kalan kervanbaşı, tahta aralarından bile dışarıyı seçmesine imkân olmadığının farkındaydı. Buna mukabil, hela kapısının önünde bekleyen birinin varlığı apaçık ortadaydı. Şahap Ağa, sesli bir şekilde genzini çekip kapının ardındakine seslendi;

“Kapı ağzında ne dikilirsin bre? İşim bitmemiştir. Hele az ötede dur, huylandırma adamı.”

Dışarıdan cevap gelmedi ama bekleyen her kimse de geri çekilmedi. Kapı önünde dikilenin ısrarcılığı karşısında kervanbaşının tepesi attı. Homurdana söylene taharetlenmesini bitirip kubura su dökme gereği bile duymadan doğruldu. Diz altlarına indirmiş olduğu iç donuyla şalvarını aynı anda çekip şalvarın uçkurunu alelacele bağladı. Omuzuna attığı kuşağının katlarını açıp sabırsızca beline doladıktan sonra yağ kandilini yerden aldı ve tahta perdenin çengelini araladı. Yok yere adamı huylandıran densizin yüzünü görmek için kandili baş hizasına kaldırıp kapıyı açtı.

Dışarıdakinin yüzünü ilk anda göremedi. Kandilin ışığını tutmasına rağmen tam önünde duran adamın karanlıkla bir olmuş suretini hemen seçemedi. Gözü karanlığa alıştığı vakit gördüğü ilk şey, bir çift hain bakış oldu. Ardından kapkara esvaplara bürünmüş sırım gibi bir gövdenin taşıdığı esmer başı çevreleyen kara türbana ve türbanın bağlı olduğu kara sarığa baktı.

-------------------------------------------------------------------- (devamı yarın)

1 Beğeni

Tefrika no: 5 -----------------------------------------------------------------

Şahap Ağa, handa görmediği siyahlara bürünmüş bu adamın akları iyice seçilir hale gelen kömür karası gözlerindeki tekinsiz parıltıya bakarken ansızın üst damağında soğuk bir acı hissetti. Karşısındakinin boğazına dayadığı yumruğunda sıkılı hançer kabzasını görememişti ama boğazındaki yanma ve içeriye gömülen çeliğin soğuğu, başına geleni idrak etmesine yetmişti. Yağlı gerdanından göğsüne, oradan da göbeğine boşanan kanın sıcaklığını hissedince gözleri iri iri açıldı. Hilal biçimli bir hançerin kıvrık ucu gırtlağı üzerinden boğazına girmiş, çene altından dilini parçalamak suretiyle ağız içerisinde devam ettiği yolunu üst damağında tamamlamıştı.

Kervanbaşı hayretler içerisinde bocalarken, gevşeyen elindeki yağ kandilini yere düşürdü. Ne hikmetse kandil kırılmadığı gibi cılız alevi de sönmedi. Hela tabanından titreye titreye yanmaya devam etti. Aynı anda kervanbaşının boğazına saplı hançeri kavrayan el, çene altından girmiş eğri çeliği içeride yarım tur döndürerek sert bir şekilde yana açtı. Kervanbaşının boğazından ıslak bir böğürtü yükselirken dizlerinin bağı çözülüp karşısındakinin omuzlarına güç bela tutundu. Ön gövdesini oluk oluk kızıla boyayan kanlar, hela zemininde birikmeye başlamıştı. Kanları gördükçe dehşete kapılan Şahap Ağa, bağırmak istediyse de beceremedi. Son hamleyle gırtlağı tamamen parçalandığı için sesi de çıkmaz olmuştu.

Başını kaldırdığında kesik boğazının acısıyla canından can gitti. Uğursuz yüzün sahibini yeniden görmeye çabalarken, kara esvaplara bürünmüş adamın omuzlarına kanca gibi tutunan kalın parmakları da katilinin boynuna uzanmaya çalışıyordu. Alelade bir menzil hanının avlu kuytusunda, bu sidik kokulu hela taşları üzerinde son nefesini verecekse bile canına kasteden zorbayı sağ bırakmaya niyeti yoktu.

Kervanbaşının titreyen elleri karşısındakinin boynuna uzanırken, kara esvaplı da bir silkinişte adamı itip helanın tahta perdeliğine dayadı. Şahap Ağa ne olduğunu anlayamadan koca göbeğine peş peşe hançer darbeleri yemeye başladı. Eğri çelik, seri biçimde karnına ve kasıklarına girip çıkıyordu. Çok geçmeden dermanı kesilen kervanbaşının hasmına kenetli parmakları gevşedi. Delik deşik olmuş karnını tutmaya kalmadan gözleri karardı. Dizleri bükülüp hela taşları üzerine çöktükten sonra hafif yan verip öylece kaldı. Parçalanan gırtlağından belli belirsiz bir tıslama geldi. Açık boğazında köpüren kanlar, gövdesinden sızanlara karışıp helanın kuburuna yol yol akarken Şahap Ağa ruhunu teslim etti.

Kara esvaplı esrarengiz adam, alışkın hareketlerle hançerindeki kanı cübbesinin eteğine sildikten sonra kuşağına sokulu kınına yerleştirdi. Yerde cılız bir şekilde yanmaya devam eden kandili çizmesinin tabanıyla söndürüp helanın tahta perdeliğini çekti ama hafif aralık kalsın diye çengelini ildirmedi. Az evvel kervanbaşının kesiklerinden üstüne bulaşan kanların iç bulandırıcı kokusuna aldırmadan kısa bir müddet geceyi dinledi. İşini olabildiğince sessiz görmeye gayret etse de tedbiri elden bırakmanın alemi yoktu.

Etrafın sakin olduğuna kanaat getirince sindiği avlu kuytusundan çıkıp atıl vaziyetteki beygir arabasına ilerledi. Gübre çuvallarına sürtünmeden arabaya tırmanıp avlu duvarı bitişiğindeki keçi ağılının damına çıktı. Her ihtimale karşı kenardan giderek olası bir çökmeye karşı güya kendince bir önlem almış oldu. Ağıl damının nihayete erdiği noktada avlu duvarına sıçrayıp çömeldiği yerden etrafı son kez kolaçan ettikten sonra duvar dışında bekleyen atından yana gölge gibi kayarak gözden kayboldu.

Evvelce mutfağa dönmüş olan hancının içine öküz oturmuştu. Eli işe gitmiyor, ayakları koca gövdesini taşıyamıyor, göğsünü basan ateşler yüzüne sirayet ettiğinden kulaklarına değin kıpkırmızı kesiliyordu. Akşamdan beri rahat vermeyen hararetini geçti sandığında da düşmüş olduğu müşküliyeti hatırlayıp yeniden ter içinde kalıyordu. Mutfağın diğer yanındaki üç kadın da işlerini bitirmiş, başları öne eğik vaziyette sessizce bekleşiyorlardı. Yalnız yaşı en ileri olan ilk karısı arada bir içini çekip gözlerini silmeye devam ediyordu.

-------------------------------------------------------------------- (devamı yarın)

1 Beğeni

Tefrika no: 6 -----------------------------------------------------------------

Kervancıbaşı avanesinin sohbeti koyulaşmıştı. Bir kısmı minderler üzerinde mayışmış, yarı kapalı gözlerle berikileri dinliyor gibi yapıp esasen uyukluyorlardı. Muhabbetin açmadığı birkaç kervancı, dışarıda hayvanlara bakarak olan arkadaşlarının yanına çıkıp bu kez onları içeri gönderdi. Hancı buhranlar geçirmesine rağmen yılların getirdiği alışkanlıktan ötürü işini de boşlayamadı. Gene ortanca karısını işe koştu, ivedilikle bir ufak sofra da dışarıdan gelenler için hazırlattı. Kazanın dibinde kalan pilavı birkaç baş soğan ve yarım somunla takviye etti. Sakınıyor gibi olmasın diye de kendileri için ayırdığı tavuk suyunu genişçe bir kaba koyup tepsiye ilave ettikten sonra götürmesi için Kürt geline verdi.

Yeni gelenler yemeklerini yarılarken, dilleri şişmiş gibi muhabbete dalan kervan kolcularının avazı mutfağa kadar gelir olmuştu. Hancı artık dışarıdan içeri girenin de, içeriden dışarı çıkanın da hesabını tutmuyordu. Hanın girişindeki iç avlunun helasına gidip, gelenlerin arkasından kovayla su dökmek de içinden gelmiyordu. Aklı diğer avlunun kuytusunda kaldığından, çömeldiği kütükte zangır zangır titreyen kanı çekilmiş ellerini ikide bir ovalayıp koltuk altlarına kıstırıyordu. Aynı şeyi huzursuz bir şekilde oynattığı dizleri ile aralarda ürperti gelip buz kesen ayakları için yapamadığından, büzülüp iki büklüm oturmakla yetiniyordu.

Kervanbaşının epeydir içeride olmadığını ilkin yamağı fark etti. Sofradan ayakyoluna gitmek için kalktığını bildiğinden, işinin uzun sürmüş olabileceğini düşündü. Ağasının huyunu da iyi bilirdi, çünkü yolda olmadıkları vakitler dizleri uyuşana kadar heladaki işini uzatma adeti vardı. Belki hela dönüşü hayvanların başındaki adamlarını lafa tutmuş olabilirdi.

Hava alma maksadıyla ön avluya çıkıp biraz bakındı. Avludaki birkaç kervancının arasında ağasını göremeyince adamlarla durduk yere muhatap olmamak için yönünü başka tarafa çevirdi. Gecenin serininde az biraz tazelenip rehavetini dağıttıktan sonra avluya çıkmadan evvel yerini içerideki arkadaşlarına sormuş olduğu ayakyoluna ilerledi. Boş olduğunu görünce de fırsattan istifade hacetini giderdi. Hancının hela içinde bıraktığı küpteki tası suya daldırıp kubura dökmeyi aklından geçirmediği için de ayakta gördüğü işini bitirdikten sonra çarçabuk çıktı.

Hancı ocağa yakın durduğu halde it gibi titriyor, buna rağmen aralıklarla gövdesinden ter boşanmasına engel olamıyordu. Hayatı boyunca geçirdiği en kötü günün gecesi de, en az gündüzü kadar kötüydü. Öğlenden beri başına gelenleri düşündükçe oturduğu yerde iyice büzülüyordu. Karıları da ondan farklı değildi. En genci biraz safça olduğundan durumu tam idrak ettiği söylenemezdi. Kürt gelin de içinden geçeni dışına yansıtmayan cinstendi. Yalnız ilk karısı kendi kadar perişan bir sessizliğe gömülüydü. Önceki akşam ortadan kaybolan tek oğlancığının haberini vermek için hana gelen o kem gözlü, Azrail kılıklı Acem uğrusunun eşikten içeri adım attığı saat, ekmek tekneleri olan bu dört duvar arasında huzur namına bir şey kalmamıştı.

“Şahap Ağam nerededir?”

Düşüncelere dalmış olan hancı ansızın irkilip sesin sahibine baktı. Kervanbaşının yamağı da mutfak kapısı eşiğinden ona bakıyordu.

“Buyur?”

“Şahap Ağamı derim. Nerededir bilir misin? Epeydir görünmez.”

Hancı, başta ne diyeceğini bilemedi.

“Avluya çıkmıştır belki.”

“Avludan gelirim, orada yoktur. Ayakyoluna da bakmışımdır.”

Hancı o an hatırlamış gibi yapmacık bir tavırla;

“Dur hele…” dedi. “Aklımdan çıkmıştır, iç avludaki hela tıkanır gibi olduydu da ayakyoluna gittiğini görünce mani oldumdu. Şimdi arka avlunun helasındadır.”

“Yolu göster hele.”

Hancı gene öne düştü. Bir yağ kandili daha alıp arka avluya açılan dar sofayı yürümeye başladılar. Ellerinin titremesi artan hancı, arkasından gelen yamağın bu halini görmemesini umdu. Kervancı yamağının ise aklında başka düşünceler vardı;

“Bu sefer çömeldiği yerde uyuyup kaldı herhal. Kubura düşmüş ise dilimden kurtulamaz gayrı.”

-------------------------------------------------------------------- (devamı yarın)

1 Beğeni

Tefrika no: 7 -----------------------------------------------------------------

Hancı önde yamak arkada, avlu kapısına varıp dışarı çıktılar. Kapının açılmasıyla kirişte tıngırdayan teke çanı yamağın da bir an için dikkatini çekmişti. Hancı eşikten inip avlu toprağında yalpalar yapa yapa ilerleyince ışıksız kalmamak için peşinden seğirtti. Beygir arabasını, gübre çuvallarını, loğ taşını, kümesi ve keçi ağılını geçerek avlunun en kuytusundaki ayakyolunun tahta perdelerine yaklaştılar.

Hancı karanlıkta bir an durdu. Daha fazla ilerleyip ilerlememesi gerektiğini bilemedi. Yamak ise gözü karanlığa alıştığı için ayakyolunun tahta perdesinin tam ildirilmemiş olduğunu fark etti. Aralıktan bakınca içeriyi tam seçemedi ama hela kokusuna karışmış kan kokusunu derhal aldı. Birkaç adım gerisindeki hancının elindeki kandile uzanıp heyecanla;

“Ver şunu!” dedi. Hancı bu emrivaki karşısında kandili uzattı. Kervancı yamağı tahta perdeyi aralayıp ışığı içeri uzatınca çimdik yemiş gibi oldu. Hancıyı yerinden sıçratacak bir sesle;

“Mustafa!” diye bağırdı. Birkaç adım geri çekildikten sonra kireç gibi olmuş yüzünü heladan alıp avlu kapısından yana çevirerek avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı.

“Mustafaaaa! Yetiş bre Mustafaaa!”

Hancı afallamıştı. Hafif yana eğilip yamağın elindeki kandilin yarı aydınlığında hela girişine bakınca olduğu yere kanlar içinde yığılmış kervanbaşının cesedini görüp irkildi. Beklemediği bir manzara değildi ama olacağı bilmekle olmuşu görmek farklı şeylerdi. Ensesinden kuyruk sokumuna bir posta daha ter boşandığını hissetti. Yamak ise bağırmaya devam ediyordu.

“Mustafaaa, neredesindir bre Mustafaaa!

Hancı da artık telaşını saklama gereği duymuyordu. Elinin ayağının titremesine mani olmaksızın o da bağırmaya başladı. İkisi birden avazları çıktığı kadar bağırıyorlardı.

Hanın içerisinde konuşup gülüşmeler devam ediyordu. Sesi sıtma görmemiş adamlar birbirilerinin lafını bastırıp ayrı ayrı tellerden çalıyorlardı. Bir ara hancının ortanca karısı mutfağın eşiğinde belirdi. Bunu fark eden bir kervancı onu seyre koyuldu. Kadın bir içeriye, bir de diğer taraftaki dar sofaya bakıyordu. Kürt gelinin arkasından hancının en genç karısı da eşikte belirince, kervancı dikkatini sohbetten alıp mutfaktan yana kulak kesildi.

Evvela bir şey duymadı ama bağdaş kurduğu minderler üzerinde kaykılıp dizlerine basa basa az öteye kaykılınca o yandan bir çığırış duyar gibi oldu. Berikilerin göreceği şekilde elini kaldırıp;

“Şşşşt!” dedi. “Susun bir yol!”

Adamların hepsi susmasa da çoğu sesini kesip arkadaşlarının baktığı mutfak tarafına kulak kabarttılar. Akabinde hanın diğer ucundan gelen çığırışı net bir şekilde duydular;

“Mustafaaa!”

Kervan kolcularının başı Mustafa, oturduğu yerde kıpırdanıp yönünü o yana çevirdi.

“Neredesindir? Tez yetiş bre Mustafaaa!”

Adamlar birbirilerine baktılar. Mustafa önündeki su testisini devirerek ayağa fırlayıp mutfak tarafına koştu. Eşiğe gerisin geri sinen gelinlerin önünden hızla geçip dar sofaya dalarken bir eli de kuşağındaki palanın kabzasındaydı.

Arka avluda dehşet içinde bağıran kervancı yamağı, sesini duyuramayacağını anlayınca hana doğru koştu. Kirişteki çanı tıngırdatarak sofa kapısını açtığı anda Kolcubaşı Mustafa ile burun buruna geldi. Çarpışmalarına ramak kalmıştı. Hancı da yamağın peşi sıra koştuğu için onun hemen arkasındaydı. Cin çarpmışa dönen iki adamın rengi atmış yüzlerini gören Mustafa soluk soluğa;

“Nedir?” diye sordu. Yamak, avlunun karanlık kuytusunu gösterdi.

“Şahap Ağa… Vurmuşlar… Ayakyolunda…”

Yamağın içi tükendiğinden dili dönmez olmuştu. Mustafa daha fazla beklemeyip yağ kandilini kaptığı gibi yalın kılıç ayakyoluna koştu. O sırada diğer kolcular da yetişip sofanın girişine yığılmıştı. Onların gerisinde de birkaç meraklı kervancı yer alıyordu. Altüst olan yamak, geğirtiler içerisinde kenara yediklerini çıkarırken adamlar da hancının şekilden şekile giren suratına beyhude yere baktıklarını bilmeden yanıt bekliyorlardı.

-------------------------------------------------------------------- (devamı yarın)

2 Beğeni

Tefrika no: 8 -----------------------------------------------------------------

Kolcubaşı Mustafa, kuytudaki helaya bir çırpıda varmıştı. Elindeki kandilin titrek ışığını Şahap Ağa‘nın ölüsüne tuttu. Diğer elinde kavradığı palanın ucuyla tahta perdeliği az daha itip hela kuburuna doğru pıhtılaşmış kan şeridine ve üşüşen leş sineklerine baktı. Ölünün parçalanmış boğazındaki açık yaradan kanlı soluk borusu görünüyordu. Boğazı haricinde gövdesindeki yaraları da ilk anda tespit eden Mustafa, yüzünü buruşturarak geriledi. Sağına soluna bakındıktan sonra başka birinin olma ihtimaline karşılık kuytuları kolaçan etmeye koyuldu. Sinirleri gerili vaziyette sımsıkı tuttuğu palasını bırakmadan çalı çırpıyla atıl öteberiyi kurcaladığı sıra diğer kolcular da ellerinde çıralarla yanına gelmişti. Ağıl ve kümeslere varıncaya kadar her yanı didik didik ettikten sonra dikkatli bir kolcunun beygir arabasına bulaşmış kan lekelerini fark etmesiyle avlu duvarına çıkmayı akıl edebildiler. Keçi ağılına bitişik duvarın diğer yanındaki toprakta nal ve eşelenme izlerini gören kolcuların birkaçı, telaş içinde hana geri döndü. Halen mutfak eşiğinden bakan iki kumanın önünden rüzgâr gibi geçip hanın cümle kapısına yöneldiler. İlkin ön avluya, oradan da avlu duvarları dışına çıkıp hanın bir cephesini öteden dolandılar. Az evvel duvar tepesinden baktıkları yere varınca, yukarıda görülenden fazlasını göremediler. Zifir karanlıktaki izler, çıra ışığında sürülecek gibi değildi. Başka ize rastlama umuduyla etrafı turladılar ama çok geçmeden hana geri dönmek durumunda kaldılar. Birbirilerine söylemeseler de bir konuda hemfikirdiler; iş işten geçmişti.

Dışarıdan gelenler arka avluya döndüklerinde kervanbaşı yamağı halen öğürüyordu. Midesinde bir şey kalmadığı için ağzından gelenler daha ziyade safradan ibaretti. Ona aldırmadan avlunun ucundaki yoldaşlarının yanına gittiler. Kolcular ortaya aldıkları hancıya ahiret soruları soruyor, tartaklamalarıyla eli ayağına dolanan adamın dediklerinden tatmin olmadıkları her hallerine yansıyordu. Handa bu gece onlardan başka kimsenin kalmadığını söylese de adamların inanası gelmiyordu.

Kolcubaşı Mustafa, hancıdan şimdilik iş çıkmayacağını anlamıştı. O sebeple yoldaşlarını dizginlemesini bildi. Vakit kaybetmeden Şahap Ağa‘nın ölüsünü heladan çıkarıp hanın ön avlusuna taşıdılar. Kendine anca gelebilmiş kervanbaşı yamağıyla aralarında hızlıca istişare ettikten sonra nöbet için dört kolcu seçtiler. Adamları iki avluya üleştirip içeri girerken, hanın cümle kapısını arkalarından sürgülemeyi ihmal etmediler.

Herkesin suratı beş karıştı. Uyku namına da bir şey kalmadığı gibi velinimetlerinin terk-i diyar etmesi sonucu menzile vardıklarında alacaklarını nasıl tahsil edecekleri merak konusuydu. Adamlar kara kara düşünürken Kolcubaşı Mustafa‘nın sesi duyuldu;

“Hancıyı çağırın hele, gelsin.”

Kervancılardan biri hancıyı çağırmak için mutfağa yöneldiğinde arkasından ekledi;

“Avratları da beraberinde gelsin, görelim onlar ne der bu işe.”

Ertesi akşam karanlık çöküp ortalıktan el ayak çekildiğinde, üç fersah ötede harabe bir köy berisinde hancı katırıyla belirdi. Ay ışığının aydınlattığı bozkırda yalnız ve tedirgin ilerleye ilerleye köy viraneliğinin girişine vardı. Etrafta en ufak bir hayat belirtisi yoktu. Vaktiyle Anadolu‘nun Celali asrında, Büyük Kaçgun esnasında şakilerce talana uğrayıp terk edilmiş yüzlerce köyden biriydi. Hancı biraz daha ilerledikten sonra on altı hanelik harabenin ışık yanan tek damına yanaşıp katırından indi. Bir vakitler çit görevi gördüğü anlaşılan iç içe geçmiş kalaslardan birine hayvanı üstünkörü bağladıktan sonra zayıf kandil ışığından gelen belli belirsiz aydınlığın vurduğu kalınca kumaşlarla örtülü tek pencereli damın bir omuzluk canı kalmış çürük ahşap kapısını üç kere vurdu. Ses seda çıkmayınca aynı şekilde üç kez daha vurup bekledi. Kapının ardında halen kıpırtı yoktu. Birkaç adım gerileyip pencereden yana seğirtti. Yok yere örtüyü aralamaya çalışsa da boyu müsaade etmeyince vazgeçip kapı önüne geri döndü.

-------------------------------------------------------------------- (devamı yarın)

1 Beğeni

Tefrika no: 9 -----------------------------------------------------------------

Kapıya üçüncü kez vuracaktı ki arkadan sinsice yaklaşan bir el ağzına yapıştı. Hali hazırda gerginliğinin son raddesinde olan hancı bayılayazdı. Ağzını sımsıkı bastıran el gövdesini gerilemeye zorlarken sırtına dayanmış kıvrık uçlu hançerin soğuk kavisini hissettiği gibi direnmeyi kesti. Ağzını kapatan elin sahibi ne yöne çektiyse hancı da o yana geri geri yürüdü. Bir müddet bu şekilde gerisin geri ilerleyerek birkaç evin arasından kıvrıldılar. Gözleri karanlığa alışan hancıya tüm yapılar birbirinin aynı görünüyordu ki burnuna gelen tezek kokusuyla birlikte girdikleri taştan yapının bir ahır eskisi olduğunu anlamakta gecikmedi.

Hancının ağzını kapatan esmer el çekildi ama sırtına dayalı hançeri tutan diğer el kımıldamadı. Hancı gık demedi, arkasını da dönmedi. Boştaki el sırtından iterek birkaç adım öteye yolladı. O zaman çekingenlikle arkasına dönen hancı, tam da beklediği gibi kara esvaplara bürünmüş adamın ahır kapısını örtmekte olduğunu gördü. Ahırda yalnızca bir beygir vardı ve çok da bakımlı olduğu söylenemezdi. Kara esvaplı adam kapıyı örtme işini bitirip uğursuz bakışlarını üzerine dikince hancının tüyleri diken diken oldu. Yine ağzını açmaya kalmadı, kara esvaplının pençesi omuzuna yapıştı ve ite kaka ahırın bir ucuna sürükledi. Tam köşeye vardıklarında omuzdaki el bu kez enseyi kavrayıp biraz daha ağırlaşarak eğilmesini sağladı. Hancı o zaman alçak bir oyuntudan ahırın bitişiğindeki başka bir yapıya geçtiklerini anladı. Burası, az önceki ahıra nazaran daha aydınlık sayılırdı. Gene izbelikti, gene virandı ama boy seviyesinin yukarısındaki kanatsız pencereden giren ay ışığı, içeride kandil yakmaya lüzum bırakmayacak bir loşluk sağlıyordu. İçeride kapı yoktu, evvelce varsa da muhtemelen duvarla örülmüştü. Hancı, ensesinde kara esvaplının soluğu ve pençesiyle içeriye bakınmaya devam ederken çimdik yemiş gibi irkildi. İleride, bir duvar dibinde saman yığınlarına gelişigüzel atılmış eski püskü ve yamalı bir hasır üzerinde oturan oğlancığını fark etti. Çocuğun elleri ve ayakları bağlıydı. Ağzı ise ensesinden birkaç turla sarılı bir çaput parçasıyla kapalıydı. Kolları arkasında birleşmişken ayakları öne uzanmış vaziyetteydi. Korkudan ve alıkonmaktan ötürü bitap düşmüştü ama iki gündür kendisini tutan kara esvaplıyla birlikte babasının da geldiğini görünce heyecanla kıpırdanıp doğrulmaya çalıştı.

Hancı, arkasındakinin tehditkâr varlığına aldırmaksızın ileri atılıp oğlancığının yanına vardı. Kıvrım kıvrım kıvranan çocuğun ağzındaki çaputu çözüp kafasını bağrına bastı. Üzerine sinen kurumuş bok ve sidik kokusuna aldırmadan çocuğun gözyaşlarıyla yol yol ıslanmış kirli yüzünden, kızarmış gözlerinden öptü. Hanın civarında keçi otlatırken kaybolan oğlancığının haberini iki gün önce bu kem gözlü Acem uğrusundan almıştı. Hiç sakınmadan çocuğu alıkoyduğunu söylemiş, hanelerine kara bir bulut gibi çöküp isteklerini bir bir sıralamıştı. Dediğine göre akşam saatlerinde hana bir kervan varacaktı. Kervanbaşının bir şekilde yalnız kalması sağlanacak, o vakit adamın canını alacak, tüm bu süreçte hancı ve karıları dediklerine uymazsa oğlancığı ıssızda boğazlayıp kurda kuşa yem yapacaktı. Tek çocuklarının derdinden ne hancının, ne de karılarının aklına kara esvaplı adamın kervanbaşı ile ne husumeti olduğunu düşünmek gelmemişti. Kara esvaplının hanı en ince ayrıntısına kadar kolaçan ederek kafasında oluşturduğu düzene harfiyen uymak mecburiyetindeydiler.

Durup durup oğlancığına sarılan hancı, neden sonra çocuğun ötesinde berisinde bir maraz var mı diye oğlanın orasını burasını yoklamaya başladı. Ne idüğü belirsiz kem gözlü uğrudan her şeyi beklerdi. Çocuğun vücudunda ne bir yara izi, ne de ırza geçmeye ilişkin bir zorlama ibaresi göremedi. Yalnız hareketsiz kalan çocuğun sıkı sıkıya bağlı elleri ve ayakları şişmişti. Aynı sebepten ötürü de altını hep kirletmiş, bir yana kımıldayamamıştı. Ayrıca kokan nefesinden epeydir aç kaldığı aşikârdı. Bunu fark etmek hancıyı daha da kahretmişti. Kollarında sessizce titreye tireye ağlayan oğlancığının başını yeniden bağrına basarken yalvaran gözlerle kara esvaplıdan yana döndü.

“İstediğin ne varsa yaptık. Her bir şey tembihlediğin gibi oldu. Kurban olayım sal gayri evlatçığımı da gidelim.”

-------------------------------------------------------------------- (devamı yarın)

1 Beğeni

Tefrika no: 10 ---------------------------------------------------------------

Kara esvaplı, yılan gözleriyle hancıyı süzdü ama ağzını açmadı. Bunun üzerine hancı oğlancığını bırakıp doğrularak karşısındakine dil dökmeye başladı.

“Kervancılar gelmeden ne dedinse yaptık. Ön avludaki teke çanını arka avlunun kapısına astık. Oraya kervanbaşından gayrı kimseyi salmadık. Kervancılara ikindiden beri damda beklediğini belli etmedik. Handa başka kimse yok sandı durdu hepsi.”

Kara esvaplı, sakallı ağzını ilk kez araladı. Tıslamayı andıran kısık bir sesle;

“Kervancılar…” dedi. “Ölüyü ne vakit buldular? Kolcular bil’ahire neler yaptı?”

“Gece yarısına varmadan buldular. Ahiret sorularıyla bunaltıp hanın altını üstüne getirdiler. Yazıda da iz süremeyince gerisin geri hana dönüp sabah namazı vaktine değin uykuyu haram bellediler.”

Hancı bir an için duraksadı. Kara esvaplı, gözünü adamın üzerinden ayırmaksızın dinlemeyi sürdürdü.

“Naaşı ön avluda yıkayıp kefenledikten sonra gün ağarırken handan ayrıldılar. İyice uzaklaştıklarına emin olunca tembihlediğin gibi bir başıma bu viraneliğe geldim.”

Kara esvaplı, birkaç adım ilerleyip hancıyı az öteye itti. En başından beri sol elinden bırakmadığı hançerini elinde şöyle bir tartıp boştaki eliyle saman yığınları üzerine atılmış hasırda iki büklüm duran oğlanı mintanının enseye denk gelen kısmından kavrayarak ayağa kaldırdı. Haliyle çocuk dengede duramadı ama kara esvaplı da düşmesine mahal vermeden çocuğu ayakta tutmayı bildi. Babası yanaşacak gibi olunca hışımla döndü, yılan bakışlarla karşılaşan hancı ister istemez geriledi.

Çocuğun arkadan bağlı ellerini saran ipleri hançeriyle kesen kara esvaplı, nedense ayaklarındaki bağlara dokunmadı. Bir eli halen oğlanın mintanını boyun hizasından kavramaya devam ediyordu. Hancıya dönüp;

“O vakit dışarıdaki atlıların seninle bir ilintisi yoktur öyle mi?”

Hancı buz kesti, beti benzi attı. Bir an ne diyeceğini bilemedi. Sonra hararetle atıldı;

“Hangi atlıları dersin? Kimselere görünmeden buraya bir başıma gelmişim. Avratlara da öyle belletmişim. Beraberimde kimseyi getirmemişim, ardımdan kimseyi sürükleme…”

Lafını bitirmeye kalmadı, suratında öyle bir şamar patladı ki, hancı neye uğradığını şaşırdı. Yer yer samanlarla örtülü pis kokulu toprak zemine kapaklandığı gibi bir müddet öyle kaldı. Az önce babasının bağrında usul usul ağlayan yorgun ve perişan oğlan, kara esvaplı kendisini tuttuğundan beri taş kesilmişti. Şimdi babasını da tek şamarla yere çaldığını görünce hepten korkup büzüldü.

“Yalan söylersin!” diye hiddetle tısladı kara esvaplı. “Kolcularla kurduğun düzeni bilmem mi sanarsın?”

Hancı, elinin ayasını bastırdığı başının sol yanını ovalaya ovalaya doğrulmaya çalışırken öteki konuşmasını sürdürdü.

“İtilafa varmış idik. Kervanbaşının katline müteakiben gün dönende tek başına yanıma gelecek idin. Kimseler bilip işitmeyecek idi. Çocuğu ancak bu şeraitte teslim alacak idin. İtilafa uymadın. Kolcuları peşine takıp düzen kurdun.”

Kara esvaplı, önceki akşam Şahap Ağa ‘yı katlettikten sonra hanın duvarları ardında gece karanlığına karışmıştı ama atıyla bozkırda geniş bir tur atıp ilk anda hanın etrafını kolaçan etmelerini beklemişti. Daha sonra hana diğer cihetten tekrar yanaşmış, evvelce belirlediği ve hancıya bildirmediği şekilde başka bir duvar kuytusuna sinerek avluda olup bitenlere kulak kabartmıştı. Gürültü patırtı kesilip de kapılar sürgülenince uzaklaşmış fakat gün ağarana kadar civarda bir duldaya çekilip kendini saklamış, bir yandan da hanı gözetlemişti. Hancının dediği gibi gün ağarırken kervan handan ayrılmıştı ama geldikleri akşamki kalabalıkla değil. Kolcuların yarısının handa kaldığı belliydi. Bir iki zorlamadan sonra anasının gözü kolcubaşı karşısında hancının hemen çözüleceğine ve ister istemez işi bozacağına kanaat getirince kara esvaplı da kendi düzenini kurmuştu. Hancıyı ilk anda geldiği dam altında tutmayıp da birkaç ev ötedeki ahır bitişiğinde sakladığı oğlanın yanına çekmesi o yüzdendi.

-------------------------------------------------------------------- (devamı yarın)

2 Beğeni

Tefrika no: 11 ---------------------------------------------------------------

Aldığı tedbirler bu kadarla kalmıyordu. Ahırın ön kısmında beklettiği beygir göstermelikti. Has atını, iç kısımda ay ışığı vuran pencerenin dışını gören başka bir dam altında konuşlandırmıştı. Ahırın tek kapısı olduğundan vaktinden evvel yetişirlerse ancak o yanı tutabilirlerdi. Oysa kara esvaplı, iç kısımda pencerenin alt hizasına koca bir et kütüğü dayamıştı. Çok fark yaratmasa da bu kütük, pencereye yanaşmaya az daha imkân sağlayacaktı.

Hancı, kara esvaplının çıkışı karşısında fazla direnemedi. Zaten iki gündür hayatı zindan olmuş, sabır ve metanet namına en ufak takati kalmamıştı. Birden tüm sinirleri gevşeyip gözlerinden sicim gibi yaşlar akmaya başladı.

“Bezirgân kısmının korucusu, adama neler eder bilir misin? Bana sabaha değin ne eziyet ettiklerini bilir misin? Yediğim dayak kesmeyince ortancayla küçük avradın ırzına göz diktiklerini bilir misin?”

Kara esvaplının ifadesiz yüzündeki iki karanlık oyuktan ibaret sinsi gözlerinde kor ateşler yanıyordu. Gene de lafın arkası gelsin diye uğursuz bir sükûnet içerisinde bekledi.

“Ben ister miyim sanırsın oğlancığımın canını ateşe atayım. Ne yaptımsa vazgeçiremedim. Benden sonra açıktan yanaşıp köyün etrafını tutacaklardı. Şimdiye çoktan yerlerini almışlardır ama ben çocukla ayrılmadıkça köye girmeyecekler.”

Hancının serzenişi, yalvarmaya dönmüştü.

“Kurban olayım müsaade et. Sen uzaklaşmadan oğlanı alıp buradan bir yere ayrılmam. Bu karanlıkta gittiğini fark etmezler. Zaten girişte kandil ışığı sızan damda bellemişlerdir bizi. Burada olduğumuzdan haberleri yoktur. Kolcular farkına varana değin yerimden kıpırdamam. Ne olur tek oğlancığımı bana bağışla.”

Kara esvaplı gene bir şey demedi. Yukarıdaki pencereden vuran ay ışığıyla hepten ürkünç hale gelen siluetinde herhangi bir kıpırtı yoktu. Yalnız kem gözleri ışıl ışıl parlıyor, aklından geçenleri açık etmekle etmemek arasında bocalıyordu. Kısa bir müddet öylece kalıp düşündü. Neden sonra ağzını araladığında aynı yılan tıslaması bir kez daha duyuldu.

“İtilafa varmış idik. Gün dönende tek başına varacak idin. İtilafı bozdun. Vebali bana değil sanadır.”

Son cümleyi der demez sol elindeki hançeri, mintanından kavradığı oğlanın boğazına çaldı. Hancı ilk anda durumu kavrayamadı. Ay ışığında parlayan bir çelik şavkıması görmüştü ama oğlancığı boğazlanan kuzular gibi sesler çıkarıp her yanı kızıl kan içinde kalınca olan biteni idrak edebildi. Hancının gırtlağından öyle bir feryat koptu ki, kara esvaplı gibi soğukkanlı bir adem-küş örneği bile bir an için hafifçe irkilmiş bulundu.

Çocuk ahır zeminine düşmeden hancı yetişip oğlancığını yakaladı. Boğazındaki kesikten öyle çok kan fışkırıyordu ki, hancının salt üstü başı değil, yüzü gözü de kanlar içinde kalmıştı. Solgun çehresinde kalan son hayat belirtisi gözleri sabitlenirken boğazından gelen hırıltılar da kesilince evladının öldüğünü anlayan hancı, ilkinden daha fena bir feryat kopardı. Oğlanın ölüsü üzerine kapanarak bağıra çağıra ağlamaya başladı. Ağlamaktan katılana kadar oğlunun üstünden kalkmadı. Bir ara kan çanağına dönmüş gözlerle başını kaldırdı ama kara esvaplıyı göremedi. Ağlayışlarına küfürler, lanetler karıştı. Kin ve üzüntüsünden uluma benzeri sesler çıkarır oldu.

Kara esvaplı, hancının oğlandan yana hamle ettiğini görür görmez kenara çekilmişti. Yan hizasındaki et kütüğüne basarak ahır penceresine yetişti, kollarıyla kendini yukarı çekip pencereye konuşlandıktan sonra bir anlığına durup soluklandı. Hemen ardından kıvrak hareketlerle ahırın damına çıkıp bitişikteki başka bir hanenin damına atladı. Damdan dama bir iki sefer daha sıçrayarak ahırın penceresini karşıdan gören ve evvelce atını bırakmış olduğu yapıya ulaştı.

Tüm bunlar olurken gecenin sessizliğinde hancının avazını duyan kolcular, sindikleri karanlıktan çıkarak terkedilmiş köye dörtnala girdiler. Esasen köyü çevrelemek niyetiyle bozkıra yayıldıkları halde hancının feryatları üzerine tasarladıkları düzeni unutup atlarını köy meydanına topuklamış bulundular.

-------------------------------------------------------------------- (devamı yarın)

1 Beğeni

Tefrika no: 12 ---------------------------------------------------------------

Girişteki ilk hanenin örtülü penceresinden zayıf kandil ışığı sızmaya devam ediyordu. Birkaçı derhal atlarından inip hanenin çürük ahşap kapısını omuzladı. Kapının bir vuruşluk canı olduğundan, tek göz hanenin orta yerine çatırdayarak yıkıldı. İlk gelen kolcular yalın kılıç hemen içeri üşüştüler ama rutubet kokulu izbelikte kimseyi bulamadılar.

Hancının feryatları halen duyuluyordu. Sesin üç-dört hane öteden geldiğini anlayan Kolcubaşı Mustafa, az önce kapısını kırdıkları haneden koşar adımlarla fırlayıp sesin geldiği yönü tayin etmeye çalıştı. Adamları da yaktıkları çıralarla peşi sıra seğirttiler. Çok aramalarına gerek kalmadı, sesin en net geldiği ahırın kapısına varıp kısa bir araştırmayla köşedeki oyuğu fark ettiler. Eğilerek iç kısma geçtiklerinde ise hancıyı kucağında evladının ölüsüyle kanlar içinde uğunurken buldular.

Hışımla dışarıya çıkıp virane köyün içerisinde kara esvaplıyı beyhude yere aradılar. Atlara binip köyün civarında taze izler bulmayı ve daha fazla uzaklaşmadan adamı aramayı akıl ettiklerinde, talihin oyunu tecelli etti. Ay buluta girmiş, bozkır şimdi zifir karanlığa mahkûm kalmıştı. Ellerinde çıralarla pür dikkat iz bulmaya çalışsalar da kara esvaplı adam, kendi gibi kapkara cins atıyla çoktan iki ok atımı mesafede belirsiz bir yönde geceye karışmıştı.

Birkaç akşam sonra Erzurum Sancağı’na bağlı bir kasabanın külliyesinde, avluya çıkmış iki gölge arasında bir tür alışveriş tamamlanıyordu. Gösterişsiz kaftanıyla saçsız başındaki takkesini birbirine uyduran yaşlı olanı, kara sarığını aynı renk peleriniyle tamamlayan kara esvaplar giyinmiş daha genç olana uzun tespihini doladığı sağ eliyle yüklü bir kese uzattı. Külliyenin suhteleri yatsı namazına durduğu için avluda ikisinden başka kimse yoktu.

“Dedikleri kadar yaman çıktın Efruz!” dedi yaşlı olanı. “Şahap bezirgânın haberini dün sabah yetiştirdiler. İyi iş çıkarmışsındır. Şu keseye saydığım her akçe sana helaldir.”

Kara esvaplı bir şey demedi. Yalnız başını hafifçe eğip sağ elini göğüs hizasına götürerek karşılık verdi. Sonra uzatılan keseyi alıp koynuna sokuşturdu. Yaşlı olan konuşmasını sürdürdü.

“Vaktiyle Diyar-ı Bekir sancağına ivedi ulaştırılacak yüz otuz baş davarımı Şahap bezirgâna emanet etmiş idim. Hayvanlar sancağa varamadan eşkıya baskını yemişler. Kendi mallarıyla birlikte benim olanca davarı da şakilere kaptırdığı haberi gelmiş idi. Talihsizliktir, cana geleceğine mala gelmesi yeğdir deyip zararımızla oturduk. Çok sonraları duydum ki Şahap bezirgân baskın ne yememiş. Ona zimmetlediğim yüz otuz baş davarı kurbandan evvel Kara Hamid’teki hayvan pazarında satmış. Parasıyla da hariçten kervan düzmüş. O gün bu gündür uyku bana haram idi. Şimdi tahsilat tamamlanmış, Şahap bezirgân borcunu kanla ödemiştir.”

Külliyede yatsı namazı bitmiş, genç suhteler birer birer avluya çıkmaya başlamışlardı. Yaşlı olan, lafı uzun etmeden muhatabını kapıya kadar uğurladı. Kara esvaplı, yağız atına atladığı gibi ardına bakmadan külliyenin aksi yönde dörtnala uzaklaştı. Kasabayı geride bırakıp Anadolu‘nun başka bir köşesine bela taşımak üzere gece karanlığında gözden kayboldu.

Adına Efruz derlerdi. Yılan gözlü, karga burunlu, kara sakallı bir serkeş idi. Babasını şarkta esir düşmüş derbend çerisi bilirdi. Oysa İranlı bir halayıktan doğma harp piçi olduğu söylenirdi. Akçe karşılığı cana kıyıp kelle hesabıyla kesesini doldurduğundan, gıyabında katil yahut adem-küş diyenlere aldırdığı görülmemişti. İlk zamanlar Anadolu vilayetlerinde kara esvaplı küşende diye bilindi. Çok sonraları namı yayılıp devletin başına bela olduğunda cümle alem ona yezid’ül şark diyecekti…

---------------------------------------- Bu Öykünün Sonu ----------------------------------------

Küşende: Öldüren, katil, kıyıcı kimse. (Farsça)

2 Beğeni

Hikayeyi gün gün paylaşıldıkça okudum. :slight_smile: En başından bir merak yaratması ve Kara Esvaplı suikastçının güdüsünü de merak ettiğim için günlük paylaşımları takip ettim.

İlk paylaşımı okurken aklıma gelmişti. Pilav tepsisi için kaynar demek yerine el yakan gibi bir kelime daha mı doğru olurdu. Kaynar sanki tepsi için doğru durmuyor gibi geldi bana.

Güzel hikayeydi, beğendim ben.

1 Beğeni

Beğendiğinize çok sevindim.

“Kaynar pilav tepsisi” derken kastettiğim, kazandan dinlendirilmeksizin kaşık kaşık alındığı için halen kaynar gibi dumanı tütmekte olduğunu ve tepsiye sıvandığı için de bu kaynar hissin tepsiye sirayet ettiğini belirtmek adınaydı. Aslında kaynar olan pilav, tepsi de kaynar pilavın tepsisi, kaynarlık ise tek başına tepsiye addettiğim bir sıfat değil. Gene de bunca şeyi üç kelimeye konsantre edince ister istemez çoklu anlam ihtimalleri beliriyor. :slight_smile: Galiba tabirim biraz ortada ve göreceli kalmış. Sonrasında bir kez daha elden geçireceğim zaman bu detay üzerine tekrar düşüneceğim.

Bir aksilik olmazsa hafta sonuna yeni Küşende öyküsü paylaşmak istiyorum. Bu sefer günlük tefrika halinde uzun uzun değil de tek oturuşta bitebilecek tatta başlayıp biten bir öykü (10 sayfacık). Beş yıla yakındır notlar halinde kenarda bekleyen, kaba kurgusu hazır 7-8 adet uzunlu kısalı Küşende öykülerim (daha doğrusu öykü taslaklarım) var. Sırası geldikçe ve bu kategori için uygun görüldüğü müddetçe paylaşmaya devam edeceğim.

İlginiz ve yorumunuz için teşekkür ederim.

3 Beğeni

Güzel olmuş elinize sağlık.

Benim merak ettiğim , karakter kahraman mı , anti-kahraman mı yoksa kötü adam mı?

1 Beğeni

Teşekkür ederim.

17’nci yüzyıl Osmanlı coğrafyası ve ortalama dinamiklerini arka plana alarak hikayelerini kurgulamakta olduğum bu karakter, katıksız kötülüğün vücut bulmuş hali. Bencil, çıkarcı ve geçimini ölümden sağlayan bir kiralık katil. Aynı zamanda çok zeki ve ön hazırlık sürecini kusursuz yönetebilen bir düzen erbabı. Parası ödendiği sürece öldürdüğünün kim olduğuna aldırmıyor. Zengin, fakir, köylü, soylu, sipahi, kadı, hancı, yolcu, derviş, imam, zanaatkar, bey oğlu ve hatta kadın olması bile fark etmiyor. Bu ilk hikayenin 11. günkü tefrikasında da ölçüsüz zalimliğini ve cüretini malum sahne ile anlatmaya çalıştım. 12. günün son paragrafında da her öyküde yer alacak kapanış takdimi dolayısıyla karakterini açık etmek istedim.

Küşende öykülerinde ana karakter derinliği, motivasyonu ve sebep sonuç bağlantısı olmayıp fazla yüzeysel kalmaması için karakterin vurgulanan yegane özelliklerini destekleyen unsurlar olacak ama esasen hikayeler Efruz’un aldığı işler nezdinde o anlatıdaki yan karakterlerin hikayeleri ve husumetleri üzerinden gelişecek. Efruz, bu hikayelerde sofraya konan tepsi görevi görecek ama esas yemek her zaman tepsinin içerisinde gelenler olacak. Her öğünde farklı yemek ama aynı tepsi olacak. Bazen tepsinin de devrilip yemeklerle beraber yuvarlandığı ya da yemeklere bir şey olmaksızın tepsinin düşüşleri olacak. Tekdüzeliği kırmak için Küşende konseptinin öykülerinde olaylar ve yan karakterler haricinde ana karakteri her seferinde bir parça daha işleyeceğimiz bir süreç olacak ama yukarıda da dediğim gibi, bu süreç asla bir derine inme ve motivasyon ifşası olmayacak. Ana karakter, hiçbir şekilde empati kuramayacağımız net ve sabit bir antipati unsuru çünkü. İyiler ya da arada kalanlar aracılığıyla değil de salt kötü aracılığıyla daha az iyilerin ve daha az kötülerin yer alacağı kısmen bağımsız, kısmen de ardışık anlatılar silsilesi diyebilirim Küşende konsepti için.

Bir sonraki Küşende öyküsü ile tüm bu bahsettiklerim daha da belirgin hale gelecektir sanıyorum.

1 Beğeni

Ben hikayelerde (kelime anlamıyla) “Kahraman” a ,yabancıların tabiriyle “okey” im. Her ne kadar beyaz atlı prenslerden , prenseslerden , “Kahraman” kahramanlardan bıksam da , ne hikayelerde okumak ne de dizilerde , filmlerde seyretmek istemesem de kabul edebilirim. Anti-kahraman a bayılırım. İyi yönleri kadar (hatta çok daha fazla) kötü yönleri olan , arızalı karakterler beni daha çok çekiyor. “İnsan” doğasına daha yakın hissettiriyor. Bana daha gerçekçi geliyor. Batının dayattığı kesin ve keskin ayrımlı “İyi-Kötü” kavramlarının yerine , doğunun “Hem iyi hem kötü” yaklaşımı insan doğasını daha iyi yansıtıyor. Ama konu “Kötü” ye geldiğinde işler değişir. İçinde “kötü” karakter barındıran şeyleri de severim ancak sonunda hak ettiği cezayı hak ettiği şiddette çekmesi kaydıyla. Bir karakter , bir hikayede çocuk öldürüyorsa , hikayenin sonunda onun direğe bağlanıp diri diri yakılmasını beklerim misal. Ha diyeceksiniz ki “Gerçek hayatta böyle olmuyor , kötüler çoğunlukla paçayı kurtarıyor” , haklısınız , biz de zaten gerçek hayattan kaçmak için hikayeler okuyoruz , dinliyoruz , seyrediyoruz.

1 Beğeni