Kelimeler

İyi okumalar dilerim.

İlk insanın kulağına fısıldanan kelimeler, beynini o kadar hızlı uyardı ki elleri semaya yükselir, kıpırtısız bir denizin mavi kaymağından semaya ellerini daldırıp küçük, iki küçük yıldız çıkarırken gözlerinin yuvalarından uğrayışını yeni fark ediyordu. Beyni o denli bir fitili salıvermişti ki o kıvrak, zeki ve zehirli uzvu harekete geçirmekle kalmamış, diğer bütün fitillerin uçlarını gölgeleyen duvarların çevresindeki bombaları da ateşlemişti. O bombalar patladığında insan, eskiye, bedenlerinin konuştuğu zamanlara asla dönemedi. Bunu gören ve bilen oradaki varlık sesini çıkartmadı. Fakat insan, elleri hala semaya uzanır vaziyette dururken düşündü. Bombalar nereden gelmişti? Duvarları ören ustanın bırakmadığı kesindi. Ya da değil miydi? Kim kendine bu kadar güvenebilecek bir iş ortaya çıkarabilirdi? Düşünceler başka duvarlara, onların yanlarında bekleyen bombalara doğru aktı. Sorgula. Elini indirme vaziyetinde durdu ve oluşuma, o bombalardan çıkan dumana baktı. Yusyuvarlak bir top boşlukta dönüyordu. Tıpkı diğerleri gibi, onları sürekli döndüren bir el varmışçasına hiç durmadan dönüyordu.

Kendi dünyasını yaratan insanlar durmadan gözlerini kırpıştırır, etrafındakilerden bir övgü beklerlerdi. İlk insan için durum biraz farklı gerçekleşiyordu. Kendisinden bir türün olmayışı onu, yaptıklarının değerini tartacak bir teraziden yoksun kılmaktaydı. İnsan insanın birimiydi. Bu, zamanın başında yazılmış bir gerçekti. Fakat insanlar, kendi dünyalarını yarattıktan sonra, “Bunun içerisine, beni öven bir şeyler koyabilseydim nasıl olurdu?” diye düşünmüşlerdi zamanla. Zaman ise insanı insan yapan bir diğer birimdi. Bu da zamanın başında, silinmeyen, uçmayan, onu yok edecek bir güç kalana dek orada yazılı kalacak bir gerçek olagelmişti. Gerçek ise bambaşka bir denizdi, aynı anda kapkara ve bembeyaz olan. Fakat o denizi var kılan şey, her şeyin fitilini ateşlemiş olan kelimelerdi.

Kelimeler bir başka yerde tekrar doğurdu. Fakat doğum çok kanlı, çok beklenmedikti. Doğan insan evlatlarından birisinin kafasına işlemişti. Bir vebanın temelleri, o kadar hızlı bir şekilde inşa oluyordu ki, süreli oynanan satrançta düşünen biri bile çok fazla zamana sahip görünürdü. Bulaştığı vücuttaki sistemleri çökerten ve hapşırmasını sağlayan, böylece diğerlerine bulaşmayı hedefleyen bir virüs gibi yayılmaya başladı insan ırkında. Geldiği hala görülemeyen bir hastalıktı bu. Komik olan ise hastalığın, kendini bir mancınık gibi kullanacak bireyler oluşturma çabasının görülmemesiydi. Bir evlat doğdu, sonra üç, on, yüz ve daha fazlası. Virüs, form değiştirdi ve sadece çocuk yapmayı değil, medeniyet haline gelmelerini ve birlikte yaşamalarını istedi. Başlangıçta her şey çok basitti. Ek, biç, ye, yat, uyu. Sonra virüs duygular ekti insanların kafalarına. Onu fark etmelerinden korktuğundan değil, fakat işini sağlama almak istedi. Bir sonraki safhada kendi bilgeliğini enjekte etti insanlığa virüs. Onlardan mucitler çıkardı ve onların hasatlarını ikiye, üçe katladı. Onları umursadığından değil, daha fazla hasat daha fazla enerji demekti. Daha fazla enerji ise daha fazla çocuk. Ve sonra duygular yeteneklerini döktürmeye başladılar. Ölümler başladı, ekinler azaldı. Sürekli bir aşağı bir yukarı oynadı insanla virüs. En sonunda ise virüs, girdiği ilk kulaktan çıkmayı başardı. Fakat kendisi, son kulak sahibi ölmedikçe yaşayacaktı.

1 Beğeni