Kısa Hikaye - TAHAYYÜL

TAHAYYÜL

Kimisine göre anı yaşayınca daha güzeldir hatıralar, kimisine göre de anın her bir saniyesini unutmamak için fotoğraflamakta saklıdır küçük ayrıntılar. Yaşanan ya da görülen şeyler ne kadar unutulmasada ayrıntı ister kimileri.

Her hafta cuma günü dışarı çıkar, insanları izlerken düşünmeye çalışırdım hayatlarının nasıl olduğunu, ne gibi zorluklarla başa çıktıklarını ya da mutlu olup olmadıklarını… tabii ki bunları düşünürken bir sırdaşım vardı. Harçlıklarımı biriktirip aldığım küçük, kahvelerin en pürüzsüz tonu kameram. Fotoğraflardım çoğu şeyi, fotoğraflayıp her ayrıntıda daha çok hikaye kurardım aklımda.

Belki çektiğim karedeki insan da rol yapıyordu herkes gibi, belki de maskesini indirdiği bir anda yakalamıştım kameramla, en savunmasız anında. İşte en büyük farklardan birisi buydu beni diğer insanlardan ayıran. Rol yapmak bana göre değildi. Belki yorgundu gülüşüm ya da yüzümde izler oluşturmamıştı tebessümlerim, belki boştu bakışlarım, pırıltısız ve sönük ama işin sonunda kendimdin. Duvarlarım şeffaftı insanların aksine.

Farklı olan her şey ilgimi çekerdi ve mutlu olurdum onları düşünürken. Bunların içinde tanımadığım kişilerin hayatları ilk sıradaydı.

Yürüdüğüm sokakta yüzüme vuran akşam güneşi içimi ısıtıyordu. Hafif bir deniz kokusu ve rüzgarın uzaklardan getirdiği hoş kokulu çiçekler bedenimi huzurla sarmalamıştı. İnsanlar akşamın getirdiği telaş ile hızlı hızlı yürüyor, arabalar egzoz borularından çıkan kirli dumanlarını gökyüzüyle paylaşıyordu.

Önümde yürüyen kadın siyah fırfırlı elbisesi, kırmızı saten eldivenleri ve inci takılarıyla nereye gidiyordu? Belki eşi ile birlikte tüm haftanın yorgunluğunu atmak için güzel bir akşam yemeğine çıkacaktı. Eşi olduğunu düşünmüştüm çünkü sol elinin yüzük parmağında bir alyans vardı. Düşüncelerimin arasında kaybolurken solumdaki küçük, gri renkli kasap dükkanı, uzun zamandır buradan geçmediğimi hatırlattı. Hemen durup çakıllarla dolu kaldırıma oturdum.

“İyi günler ağabeyciğim. Yine beklerim.”

“Ramiz koş oğlum. Oradan 10 yumurta kap gel.”

“Ufaklık, bende 5 tane yumurta alabilir miyim?”

Gördüklerimden yola çıkarak beynimde kurduğum diyaloglarla tebessüm ettim. Hemen kameramı beynimde ‘Ramiz’ olarak adlandırdığım küçük çocuğa odakladım; yanındaki eskimiş, toz kaplı kıyafetleri olan, sırtlarında sepet taşıyan gençlerle oluşan görüntü çok hoşuma gitmişti. Acaba buradan kaç hikaye çıkartırdım.

Eve gider gitmez tavan arasındaki odama geçtim. Fotoğrafı inceleyince gördüğüm küçük ayrıntılarla resmen gözlerimin içi parladı. Kasap dükkanının üst katındaki evin penceresinde bir kafes vardı. İçinde gökkuşağını kıskandıracak renklere sahip bir papağan kamerama doğru dönmüştü. Tam o an istemsizce içimde bir burukluk oluştu.

Bu sefer bakışlarımın odağını gençlere çevirdim. Gençlerin ikiz olma olasılığı kaçtı? Çünkü birbirlerine çok benziyorlardı ama soldaki gencin sırtındaki sepet niye daha küçüktü ki? Ve Ramiz’in kucağındaki şey neydi ? Kafamı iyice ekrana yaklaştırsam bile ne olduğunu anlayamadım. Orasını boşverip hemen defterimi ve kalemimi elime aldım. Buna da bir hikaye yazacaktım diğerlerine yazdığım gibi ama bir türlü yazıma başlayamadığımı, bakışlarımın fotoğrafta takılı kaldığını fark ettim.

Kasap dükkanının içinde asılı olan tavuk ve etler, dükkanın önündeki sergide dizili halde olan yumurtalar ve serginin diğer ucuna oturup önündeki sırtında sepetleri olan iki gençle konuşan Ramiz…

“Ramiz, kardeşim, günün nasıl geçti.”

“İyiydi ağabey. Lakin bugün yanlışlıkla üç yumurta kırdım. Babam kızmadı ama kendimi kötü hissettim. Bu yüzden yarın sizinle tarlaya gidip biraz pamuk toplayacağım ve kazandığım parayla babamı mutlu edeceğim.”

Ramiz’e oluşturduğum konuşmayla hafifce kıkırdadım. Ama Ramiz yerinde olsam bende aynısını yapardım. Sonuçta para kolay kazanılmıyordu bu devirde. Hele İstanbul gibi bir şehirde yaşıyorsan vay haline. Düşüncelerimin arasında ufak bir gezinti yaptıktan sonra hikayeyi kurgulamaya devam ettim.

“Ama kardeşim olmaz!”

İkiz kardeşlerin aynı anda konuşmasıyla yine güldüm.

“Niye?”

“Çünkü senin okulun var ve seninle tarlada çalışmaman konusunda anlaştığımızı hatırlıyorum.”

Küçük sepetli gencin konuşmasını omzumda hissettiğim el böldü. Kafamı çevirince annemi görmemle mutlu oldum. Yemeğe inmeyince merak etmiş olmalıydı. İşaret diliyle ‘aç değilim’ dedim. Biraz düşündükten sonra gülümseyip odamdan çıktı.

İşte diğer insanlardan farklı olduğum en önemli nokta buydu, ben işitme engelliydim. Bu duruma ne kadar alışmış olsam bile bazen üzülmüyor değildim. Merak ediyordum kuşların sesini, rüzgarın sesini ve birçok şeyin sesinin hissettirdiklerini, sessizlik bazen boğuyordu beni. Bundan dolayı kameramla gezip fotoğraf çekiyor ve hikaye oluşturuyordum ucu bucağı olmayan karanlık zihnimde. Sessizliğime ses oluyordu düşündüğüm, yazdığım hikayeler.

Elime deri kaplı, toprak kokulu defterimi alıp hikayemi yazmaya başladım. Henüz benim için mutlu sonla biten bir şey olmadı ama Ramiz niye mutlu olmasın ki diye düşündüm. Hikayemin sonunu Ramiz’in büyüyüp doktor olmasıyla tamamladım. Benim düşüncelerimi güzelleştiren Ramiz başkalarının da hayatlarını güzelleştirmeliydi.

Hikayemi sonlandırmamla defterimin köşesine bugünün tarihini atıp, kapağını kapattıktan sonra annemin yanına indim. Bir gün daha sona ermişti. Hayatın ne kadar acımasız olduğunu düşünsem bile bir gün daha beni mutlu etmişti.

Evet, kasap dükkanının üstündeki kamerama bakan minik papağan gibi konuşamıyordum lakin onun gibi de beni hapseden duvarlar ve kafesim yoktu. Kusurlarım hayatıma yön veriyor, özgürlüğüm dizleri parçalanmış, ayakları kırılmış düşüncelerime kanat oluyordu.

1 Beğeni