Bu kez eski öykülerimden birini değil, yeni bir öykümü yayınlamak istedim. Aslında şu an sadece ilk bölümü hazır. Diğer bölümler de bittikçe bu başlık altında yayınlayacağım.
I. Bölüm
Genç kadın artık iyice ağır gelen sırt çantasını omzundan attı. Çanta, arkasındaki yatağın üzerine düştü. Kadın, çantanın içindeki kitapların devrildiğini duydu. Sonra kendisini gerisin geriye atarak yatağın üzerine, çantanın yanına sırt üstü uzandı.
Yorucu bir gündü, üstelik yorucu bir yılın ardından gelen yorucu bir gündü ama çekilen çileye değmişti. Şimdiyse yapmak istediği tek şey akşama kadar rahat bir uyku uyumaktı. Ondan sonra da bulabilirse belki güzel bir akşam yemeği yerdi.
Odasının penceresinden içeri giren ve yatağın üstüne düşen gün ışığı şu an çantanın üzerindeydi ve yavaş yavaş kadının üzerine doğru geliyordu. Öğleden sonra güneşi, uyurken onu hep rahatsız ederdi ama bu kez değil. Zaten kış mevsimi olduğu için hava serindi, güneş yakmıyordu. Üstelik yataktan kalkıp perdeyi bile kapatamayacak kadar yorgundu. Gözlerini kapattı, o yorgunlukla hemen uykuya daldı.
Yeniden gözlerini açtığında karanlıkta olduğunu fark etti. Akşam mı olmuştu, yoksa gece yarısı mı bilmiyordu. Yerinden kalkıp odadan çıktı, çıkarken kapısını kilitlemeyi unutmadı. İçeride bir hazine vardı, çalınmasını asla göze alamazdı.
Merdivenlerden koşarak indi ve aşağıdaki büyük salona ulaştı. Salon kalabalık değildi, sadece köşelerdeki koltuklarda kahvesini içerek sohbet eden birkaç kişi vardı. Saat oldukça ilerlemiş, akşam yemeğini kaçırmış olmalıydı. Duvarlardaki meşaleler salonu aydınlatmaya çok da yardımcı olmuyordu. Bu yüzden akşam saatlerinde insanlar, meşalelere yakın olan köşelerdeki yerleri kapmaya çalışıyorlardı. Kahve içmek! Eskiden herkesin yapabildiği bir şeydi ama günümüzün dünyasında çok büyük bir lüks olmuştu. Belli ki bu insanlar çok şanslıydı.
Hızlı adımlarla masaların arasından geçip resepsiyona ulaştı. Bankonun arkasındaki ince bıyıklı, uzun boylu ve kırmızı ceketli adam onu görür görmez güler yüzle ve sıcak bir ses tonuyla karşıladı:
“Hoş geldiniz Eda Hanım. Bu akşam nasılsınız?”
Eda, genç kadının adı buydu. Henüz tam olarak uyanamadığını belli eden ve aynı zamanda endişesini gizleyemeyen sesiyle “iyi sayılırım. Yemeği kaçırdım mı” dedi.
“Evet.”
“Uyuyakalmışım.”
“Ben mutfakla konuşayım, sizin için bir şeyler ayarlayabilecekler mi bir bakalım. Odanızda mı olacaksınız?”
“Terasta olacağım.”
“Yemeğinizi oraya göndereceğim.”
“Teşekkür ederim.”
Eda, terastaki bir masaya kurulmuştu. Masanın hemen yanındaki fener olmasa oldukça karanlık bir akşamdı. Ay görünmüyordu ama binlerce yıldız parıldıyordu. Karşıdaki köyün ışıkları ise belli belirsiz bir görüntüydü. Eda ise başını kaldırmış yıldızları seyrediyordu. Hafif bir esinti Eda’nın tüylerini ürpertiyordu. Öte yandan esintinin getirdiği kır çiçeği kokusu oradaki az sayıda insana bir rahatlık duygusu veriyordu.
Bu sırada Eda’nın yanında bir garson beliriverdi. Sağ elinde bir tepsi tutuyordu. Sol kolunda ise bir battaniye taşıyordu. Yine de dik duruşundan hiçbir şey kaybetmemişti.
“Yemeğinizi getirdim efendim. Ne yazık ki mutfakta fazla bir şey kalmamış” dedi ve tepsiyi masanın üstüne koydu. Aslında yemek hiç de fena değildi. Eda, yaptığı sayısız yolculukta çoğu zaman herhangi bir şey bulmakta zorlanmıştı. Masadaki bulgur pilavı ve temiz su onun için fazlasıyla lüks sayılırdı. Pilavla birlikte servis edilen ana yemeğin kalmamış olması onun için önemli değildi.
“Bir de size battaniye getirdim. Teras bu saatlerde çok soğuk olur” diyerek battaniyeyi Eda’nın yanındaki boş sandalyeye bıraktı. Eda, minnet dolu bakışlarla “teşekkür ederim” dedi. Garson uzaklaştı ve Eda önce yemeğin kokusunu içine çekti. Bu koku, evdeki çocukluk yıllarından bazı anıları canlandırdı. Açlığın verdiği sabırsızlıkla yemeği hızlıca kaşıklamaya koyuldu.
Yemeği bitirip suyu içtikten sonra karşıdaki köyün ışıklarına bakarak düşüncelere daldı. Bu köy, tam sınırdaydı. Sınırın bu tarafında medeniyet varken diğer tarafında yaban topraklar vardı. Burası yaban topraklardan dönen kitap avcılarının, gezginlerin, askerlerin, hatta tüccarlarının geçiş noktasıydı. Bu otel de bu nedenle buraya inşa edilmişti. Ülkeyi terk etmeden önce mola vermek isteyenlerin ve yaban topraklardan dönerken medeniyete yeniden alışmak isteyenlerin geldiği bir yerdi.
Eda bir kitap avcısıydı. Bir kitap avcısının işi oldukça zordur. Sınırı geçip medeniyetin olmadığı yaban topraklarda gezinir, eski çağın yok olma tehlikesi altındaki değerli kitaplarını arardı. Ne yazık ki fazla kitap kalmamıştı. Önemli bir çoğunluğu büyük çöküşte yok olmuş, kalanların bir kısmı doğal nedenlerle yıpranarak ortadan kalkmış, onların dışında kalanlar da okuma ve yazma bilmeyen, kitabın ne olduğu hakkında hiçbir fikri bile olmayan vahşiler tarafından ısınmak için yakılmıştı.
Kitap avcılığı aynı zamanda tehlikeli bir iştir. Yaban toprakları barbarlarla ve sayısız tehlikelerle doludur. Bir sürü kitap avcısı çıktığı kutsal yolculuktan geri dönememişti. Kitap avcısının hayatındaki tek zorluk bunlar da değildir. Bir kitap avcısı uzun süren seyahatlerinde sevdiği veya tanıdığı herkesten uzak kalır. Yaban topraklardayken hiç kimseyle iletişim kurmasının imkânı yoktur. Eda, kitap avcısı olmaya karar verdiğinde nişanı bozulmuş ve evlilik planları rafa kalkmıştı.
Bu zorlu ve kutsal görevini başararak yeni kitaplar bulan kitap avcıları, o kitapları ülkenin kalbine, Fenix’e getirirlerdi. Dünya üzerindeki son medeniyeti yaratan, ayakta tutan, hatta geliştiren şey Fenix’ti. Fenix, medeniyetin kalbindeki kütüphane. Bu kütüphaneyi besleyen şey ise kitap avcılarıydı. Bu nedenle onların yaban topraklara seyahatleri kutsal bir hac görevi gibi görülür ve kitap avcıları bir çeşit hacı sayılırlardı. Onlara büyük bir saygı gösterilirdi.
Eda bu yüzden bir kitap avcısı olmayı seçmiş ve nişanlısı bunu kabul etmeyince de ayrılmaktan çekinmemişti. Hayatını birleştirmek istediği adamın onu anlamamış olması ise elbette üzmüştü, ama kitap avcısının hayatı zaten zordur.
Eda masada battaniyesine sarılmış bir şekilde oturmuş bunları ve getirdiği üç kitabı düşünüyordu. Üçü de çok değerli kitaplardı ama birisi, kütüphanenin bugüne kadar gördüğü en değerli kitapların arasına girecekti.
Hava o kadar soğuktu ki bir süre sonra battaniye bile ısıtmak için yetersiz kaldı. Eda titremeye başlamıştı. Masadan kalktı ve odasının yolunu tuttu. Odadayken kitapları tekrar okuyacaktı. Dönüş yolculuğu sırasında üç kitabı da okumuştu ama yine de onlara göz gezdirmeye, tekrar okumaya devam ediyordu. Zaten zaman geçirmek için yapabileceği başka bir şey yoktu.
Odasının önüne gelip anahtarı deliğe sokacaktı ki kapının aralık olduğunu fark etti. Hâlbuki kilitlemiş olduğunu çok net bir şekilde hatırlıyordu. İçeri girip gaz lambalarından birini yaktı ve oda aydınlandı. İşte o an bedeninin baştan sona ürperdiğini, kalbinin atışının hızlandığını hissetti. Aynaya baksa renginin bembeyaz olduğunu görebilirdi. Çünkü kitapların bulunduğu sırt çantası çalınmıştı!
Olabildiğince hızlı bir şekilde koşarak resepsiyona vardı. Soluk soluğa ağzından dört kelime çıktı: “Bütün kapıları kapat. Hemen!”
Resepsiyonist bu isteğin nedenini hiç sormadı. Bir kitap avcısı bunu istiyor ve böyle koşturuyorsa çok önemli bir nedeni olmalıydı. Soruları daha sonra sorardı. Koşup ön kapıyı kilitledi, yanındaki çocuğu da arka kapıya koşturdu. Tekrar Eda’nın yanına döndü. “Tamamdır.”
“Son bir saatte otelden hiç kimse ayrıldı mı?”
“Hayır.”
“Yine de araştırın”
“Hemen ilgileniyorum.”
“Acele edin.”
“Elbette.” Resepsiyonist kısa bir süre duraksadıktan sonra aklındakini sordu: “Sorun nedir efendim?”
“Otelde bir kitap hırsızı var.”
Bunu duyan resepsiyonistin gözleri fal taşı gibi açıldı, rengi bembeyaz oldu. Ürperti ve hızlı kalp atışları bu kez onu yakaladı. Hatta havanın serinliğe rağmen bir miktar terledi.
Bu sırada resepsiyonistin yanındaki genç çocuk koşarak döndü. “Kilitledim.”
Resepsiyonist kibarca teşekkür etti ve çocuğa orada kalmasını söyledi. “Ben Nazım Bey’e durumu bildirmeye gidiyorum.”
Birkaç dakika sonra resepsiyonist, Eda ve otel müdürü Nazım, Eda’nın odasında bir araya gelmişlerdi. Nazım, kır saçlı ve tombul bir adamdı. Resmî kıyafeti üzerinde değildi. Belli ki haberi almadan önce mesaisini bitirmiş ve dinlenmek için odasına çekilmişti. Tam uyuyacakken rahatsız edildiği yorgun bakışlarından ve bezgin sesinden kolaylıkla anlaşılıyordu. Konuya girdi:
“Kapı hiç zorlanmamış, odaya anahtarla giriş yapılmış.”
Resepsiyonist: “Bizden biri mi yaptı?”
“Aklıma başka bir olasılık gelmiyor. Bu anahtarlar çok özeldir. Her canı isteyen bu anahtarları kopyalayamaz. Şu âna kadar hiçbir anahtarımızın kayıp olduğuna dair bir bulgu da yok. Sizin şüphelendiğiniz kimse var mı Eda Hanım?”
“Hayır.” Eda’nın yanıtı kısa ve özdü. Nazım’ın her şeyi uzatarak konuşması rahatsızlık veriyor, Eda da homurdanmamak için kendini zor tutuyordu.
Nazım, resepsiyoniste bütün personeli aşağıdaki büyük salona toplamasını emretti ve birlikte odadan çıktılar. Bir saat sonra personelin tamamı sonra büyük salonda toplanmıştı. Otelin kapıları da kilitlenmişti. Müşteriler ise odalarında uykudaydılar.
Sayım tamamlanmış ve bütün personelin salonda olduğunu teyit edilmişti. Bir şey gören ya da duyan var mı diye sorulduğunda hepsi hayır demişti. Büyük çoğunluk doğru söylüyordu ama içlerinden biri ya da birkaçı yalan söylüyordu. Nazım, hırsızın bu salonda olduğundan adı gibi emindi.
Bu sırada salonun kapısı gıcırdayarak açıldı. Sınır Güvenliği Komutanı Binbaşı Mustafa, arkasında iki jandarmayla birlikte salona girdi. Binbaşı, jandarma erlerinden oldukça kısaydı ama ihtişamlı giyimi, gür sakalı ve sert yüzü sayesinde onlardan daha heybetli bir görünümü vardı.
Jandarmalar hızlı adımlarla yürüyerek Eda ve müdürün önüne geldiler. Mustafa hafif bir öksürükten sonra gür sesiyle konuştu: “Olayı duyar duymaz geldim Eda Hanım. Hiç endişeniz olmasın, o kitapları bulacağız, o hırsıza gününü göstereceğiz.”
Eda gerginliğini gizleyemediği sesiyle “planınız nedir” dedi. İçinden ise “bu adam hep böyle bağırarak mı konuşur” diye sormak geliyordu.
“Herkesi tek tek bizzat sorgulayacağım. Bu sırada adamlarım personelin odasından başlayarak bütün oteli arayacak. Otelin etrafını sardık. Size de istirahat etmenizi tavsiye ederim.”
“O kitaplar bulunmadan gözüme uyku girmez.”
“İsterseniz burada kalıp soruşturmayı takip edebilirsiniz. Tercih sizin.”
Eda kısa bir süre düşündükten sonra soruşturmayı yürüten ekibe şans dileyip orayı terk etti ve odasına gitti. Ne müdürün fazla uzun konuşmaları ne de binbaşının fazla gür sesine tahammül edemeyeceğini düşündüğünden odasına gitmeyi seçmişti. Yatağına girip uyumaya çalıştı ama başaramadı. Bir sağa bir sola döndü. Kafasında dönen düşünceleri durdurmayı denedi ama başaramadı. Ne kadar zaman bu şekilde devam ettiğini bilmiyordu ama ona çok uzun bir zaman gibi gelmişti. Bunaldığını hissediyor, zaman zaman nefesin kesildiği bile oluyordu. Bazen öfkenin verdiği enerjiyle yerinden kalkıyor ama sonra yorgunluğun verdiği güçsüzlükle yeniden uzanıyordu. En sonunda birinin kapıya üç kez vurduğunu işitti. Ayağa kalkıp kapının arkasına gitti. “Kim o” dedi.
“Hırsızı yakaladık efendim.”
Bu haber Eda’yı oldukça rahatlamıştı. Kaskatı vücudunun gevşediğini hissetti. Hatta hafiflediğini hissetti. Rahatlık duygusunun nasıl bir şey olduğunu yeniden hatırlamıştı. Elbiselerini çabucak yeniden giydi ve aşağı indi. Büyük salonda Binbaşı, emrindeki iki jandarma eri ve otel müdürü onu bekliyordu. Kısa boylu, tombul ve saçları ağarmış olan otel üniforması giymiş olan yaşlı bir kadın da elleri kelepçelenmiş ve bir sandalyeye oturtulmuştu.
Nazım, Eda’ya bir torba uzattı. “Sanırım bu sizin” dedi. Eda torbayı alıp içine baktı. Bunlar onun kaybolan kitaplarıydı ve hepsi de iyi durumdaydı. Nazım söze devam etti. Sesinden gururu anlaşılıyordu. Belli ki binbaşının başarısından kendine pay biçiyor ve belki de övgü bekliyordu.
“Sevim, bir yıldır otelimizde temizlik görevlisi olarak çalışıyor. Bu nedenle odaların anahtarlarına da ulaşabiliyor. Kitaplarınızı o çalmış. Onun odasında bulduk. Yatağının altına saklamaya çalışmış ama titiz bir araştırma sayesinde yakayı ele verdi…”
Eda soğuk bakışlarla yaşlı kadını süzdü. Sonra “bu doğru mu” dedi.
Kadın hiçbir şey söylemedi. Sadece başını aşağıya indirdi ve yere bakmaya devam etti. Eda “neden yaptın bunu” diye ekledi. Ama yine bir cevap alamadı.
Bu sırada binbaşı sessizliğini bozarak gür sesiyle araya girdi. “Bu kişinin geçmişini araştırmaya devam ediyoruz. Geçen yıl yaban topraklardan buraya göç etmiş olduğunu öğrendik.”
Otel müdürü bu bilginin önemini anlayamamıştı: “Peki bu neden önemli?”
Bu kez Eda cevap verdi. Yanıtı kendisinden beklenmeyecek kadar uzun ve ayrıntılıydı: “Sınırın ötesindeki bazı yabani topluluklar oradan kitap bulmamızı istemiyorlar. Bu kişi de bu yüzden hırsızlık yapmıştır.”
“Neden” diye sordu müdür. Bu kez hırsız başını kaldırdı ve müdüre bakarak konuştu. Nefreti sesinin tonundan belli oluyordu. Sesi öfkeli, kaba ve kendisinin görüntüsündeki birinden beklenmeyecek kadar yüksek ve rahatsız ediciydi.
“Hırsız olan ben değilim. Sizlersiniz. Her yıl avcı dediğiniz hırsızlarınızı gönderiyorsunuz. Bütün hafızamızı ve bildiğimiz her şeyi bizden çalıyorsunuz. O kitaplar bize ait.”
Eda ise ona acıyarak baktı: “Hiç kimseden hiçbir şey çalmıyoruz. Harabelerde, çöplüklerde bulduklarımızı alıyoruz.”
“O kitaplar bizim topraklarımıza ait. Bizden izin almadan harabeleri ve yeri kazıyorsunuz. Kurduğunuz medeniyetle övünüyorsunuz. Ama gerçekte geçmişimizi ve geleceğimizi çalarak bunu yapıyorsunuz. Alıp götürdüğünüz her kitapla siz biraz daha gelişirken biz de biraz daha geri kalıyoruz.”
Eda bu kez gülümsedi. Çünkü hırsızın söyledikleri ona saçma geliyordu: “Gerçekten mi” dedi. “Geldiğin yeri gördüm. Okumayı bile bilmiyorsunuz. O kitapları ısınmak için yakıyorsunuz. Sizden almasak o kitapları yok edeceksiniz.”
Eda torbayı koltuğunun altına aldı ve Sevim’in yanıtını beklemeden salonu terk etti. Odasına gitti. Ancak o saatten sonra rahatlıkla uyuyabildi.
Ertesi sabah atını hazırlattı ve kahvaltıdan sonra yola çıkmak için toparlanmaya başladı. Bu sırada binbaşı ve otel müdürü odasına onunla görüşmek istedikleri haberini gönderdiler. Eda kahve içilen salonda onlarla buluştu.
“Benimle görüşmek istemişsiniz.”
Binbaşı: “Bildiğiniz üzere hırsızın işlediği suç kanunlarımızda tanımlanmış olan en ağır suçtur ve cezası idamdır.”
“Biliyorum” dedi Eda. Binbaşının sesindeki değişimi fark etmemek mümkün değildi. Önceki gecenin aksine sesi çok gür değildi, hatta yorgunluğu sesine yansımıştı.
“Kitap avcılarına karşı işlenen suçlarda ceza kanunlarımızda istisnai bir madde var. Bu da kitap avcısına mahkemenin bile üzerinde bir karar verme yetkisi tanıyor. Önünüzde üç seçenek var: Onun hiç yargılanmadan idam edilmesini emredebilirsiniz, onu affedebilirsiniz veya karar verme hakkınızdan feragat edip kararı mahkemeye bırakabilirsiniz. Ancak dün akşamki sözleri onun aleyhine delil olarak kullanılacaktır. Mahkemede bir şansı yok.”
“Onu affetmemi mi istiyorsunuz?”
“Bu sizin kararınız. Ben sadece görevim gereği seçeneklerinizi size hatırlatıp kararınızı sormaya geldim. Eğer idama karar verirseniz onu hemen infaz edebiliriz, affederseniz hemen salabiliriz. Eğer işi mahkemeye bırakırsanız yargılanacağı güne kadar gözaltında tutacağız.”
“Hemen bir karar vermemi istiyorsunuz.”
“Çünkü bu hırsızla ne yapacağımı bilmem gerekiyor.”
“İdam dışında bir ceza veremem değil mi?”
“Hayır. Seçeneklerinizi söyledim. Kanunlarımız böyle emrediyor.”
Eda düşünceli bir hâlde “mahkemeye bırakmak normalde en kolayıydı ama deliler durumu değiştirmiş. Bu nedenle kararı mahkemeye bırakmakla onun idamına hükmetmek arasında bir fark yok.”
Hem binbaşı hem de müdür başlarını yukarı ve aşağı sallayarak bunu onayladılar. Eda devam etti: “Yasalar gereğinden fazla sert. Bence bu suçun cezası idam olmamalıydı.”
Bu kez otel müdürü söze girdi: “Ama bu yasaların neden böyle olduğunu en iyi sizin biliyor olmanız gerekir. Kitap avcılığı ve Fenix’in gelişmesi sayesinde Dünya üzerinde medeniyet küllerinden doğuyor. Fenix’in, içindeki kitapların ve kitap avcılarımızın korunması için çok sert ve caydırıcı cezalara ihtiyacımız var.”
Eda “bu adam yine gereksiz ayrıntılarda boğuluyor” diye düşünse de “haklısınız” demekle yetindi. Kısa bir aradan sonra ekledi: “Ancak ben işim gereği çok kitap okudum. Daha adil ve mantıklı bir hukuk bir zamanlar vardı.”
Bu kez yeniden Binbaşı yanıtladı ve sohbeti ana konuya geri getirdi: “Şu anki konumuz yasalarımızın doğru olup olmaması değil. Yürürlükte olan kanunlar bunlar ve hepimiz buna uymak zorundayız.”
“Öyleyse onu affediyorum” dedi Eda.
“Emin misiniz?”
“Elbette.”
Her iki adamın da yüz ifadelerinden bu karara katılmadıkları anlaşılıyordu ama bir kitap avcısının kararını sorgulamak hiç kimseye düşmezdi.
Sevim aynı gün içinde serbest bırakıldı. Mahkemede yargılanmayacak ve ne hapis ne de idam cezası almayacaktı. Ama otel yönetiminin onu işten çıkarma yetkisi vardı ve bu yetki kullanıldı. Sevim ülke içinde istediği her yere gitmekte özgürdü. Ancak artık hiç kimse ona iş vermezdi. Belki de onun için tek çıkar yol, geldiği yere, yaban topraklara dönmekti.
Eda otelin at barınağındaydı. Ortada ondan ve birkaç attan başka hiç kimse yoktu. Atların bulunduğu sıraların yanı sıra etrafta saman balyaları vardı. Bir köşede ise aletler vardı. Hava koyu renkli bulutlarla kaplanmıştı. Yağmurun geleceği belliydi. Ancak yola çıkma hazırlıklarını tamamlamış olan Eda bunu gözardı ediyor ve otelden ayrılma kararını ertelemiyordu.
Otel onun bütün ihtiyaçları karşılamıştı. Çamaşırları yıkanmış, heybesine yolluk yemek doldurulmuş. Kendisi de atı da iyi dinlenmişti. Atının adı Kömür’dü. Çünkü rengi simsiyahtı. Saçı da kuyruğu da uzundu ve çok güçlü bir yapısı vardı. Eda’ya son derece sadık, kıymet bilen, güvenilir bir dosttu. Yıllardır pek çok maceraya birlikte atılmışlardı.
Eda, Kömür’ün sırtına bindi. Bu sırada at barınağına Binbaşı Mustafa girdi. Gülümseyerek “görüyorum ki yola çıkmaya hazırsınız.”
“Evet. Size her şey için teşekkür ederim.”
“Ne demek. Bu benim görevim. Bir sonraki durağınız Kıyıkent mi olacak?”
“Evet, adet olduğu üzere başkente gitmeden önce kitap avcıları Kıyıkent’te toplanır.”
Binbaşı düşünceli bir şekilde Kömür’ün yanına yaklaştı ve onun saçını okşadı.
“Atınız çok güzel. Bir ismi var mı?”
Eda, üzerinde oturmakta olduğu atına sevgiyle bakarak “Kömür” dedi.
“Rengiyle uyumlu bir isim.”
“Aynen.”
“Buradan oraya yapacağınız yolculuk hiçbir aksilik olmazsa beş gün sürer. Her ne kadar ülke sınırları içinde olsanız da tehlikeleri de olan bir yolculuk bu.”
“Yaban topraklarda çok daha büyük tehlikeler gördüm” dedi Eda. Kendinden emin.
“Yine de her olasılığı düşünmek gerek. Özellikle de buradaki hırsızlık vakasından sonra.”
“Endişenizi anlıyorum” dedi Eda. “Ancak buradaki hırsızlık olayının başlıca nedeni, yaban topraklardan gelen bir insanın kişisel düşünceleriydi.”
“Buna katılmıyorum” dedi Binbaşı. Saman balyalarının arasındaki bir tabureye oturdu. “Kitap bulmak her geçen gün daha zor bir hâle geliyor. Dışarıda bulunacak kitaplar iyice azaldı. Kitaplar her zamankinden daha değerli hâle geldi. Bu yüzden hırsızların hedefindesiniz.”
Adam haksız sayılmazdı. Kitap avcıları her defasında daha az kitapla geliyordu. Çünkü bulunacak fazla kitap kalmamıştı. Bir defada üç kitapla birden dönmek artık daha nadir görülen bir durumdu. Bir kitap bile çok değerliyken Eda üç kitapla birden dönmüştü. Bu da durumu tehlikeli hâle getiriyordu.
Eda “ne yapmamı önerirsiniz” dedi. Binbaşı, ağıl girişinde bekleyen iki adamına dönüp el salladı. Adamlar koşarak geldiler ve komutanlarını asker selamıyla selamladılar. Binbaşı uzun boylu, esmer ve iri burunlu olanı göstererek “bu Emre” dedi. Sonra da onun kadar uzun boylu olmayan ama esmerlikte ondan aşağı yanı kalır yanı olmayan, yeşil renkli gözleri olan adamı gösterdi. “Bu da İsmet.”
Eda ikisine de “merhaba” dedi ama adamlar karşılık vermediler. Hazır ol vaziyetindeki duruşlarını hiç bozmadılar. Binbaşı “bunlar benim en güvenilir adamlarım. Müsaade edin size Kıyıkent’e kadar eşlik etsinler.”
Eda bu tekliften rahatsız olmuştu. Çünkü yalnız başına seyahat etmeyi seviyordu. Üstelik yalnızlık demek daha az sorun demekti. Rahatsızlığını gizleyemediği ses tonuyla “bunu kabul edemem. Sizi en güvenilir iki adamınızdan mahrum bırakmayacağım” dedi.
Binbaşı gülümsemesini gizleyemedi. Eda’nın ne düşündüğünü biliyor ve onun nezaket perdesini ustalıkla kullanmasını takdir ediyordu. “Israr ediyorum” dedi. “Burada çok şey değişti. Sizi tek başınıza yola çıkarırsam içim rahat etmez. Başınıza bir şey gelirse bunun hesabını veremem.”
“Anlıyorum ama…”
“Lütfen. Bunu kabul edin” dedi.
Eda kısık sesle konuştu: “Peki.” Yenilgiyi kabul etmişti. Binbaşı haksız sayılmazdı.