KORKUYU ÖĞRENMEK
Derin bir uykudan uyanır gibi hissetti. Uyuşukluk her yanını sarmıştı sanki. Yattığı yerde keyifle dönmeye çalıştı ama kıpırdayamadı bile. Şaşırdı, hatta korktu. Uyanma zamanı diyerek göz kapaklarını araladı. Gözlerini açtığında çevresini saran karanlıktan başka bir şey göremedi. Bir an kör olduğunu zannetti. Gözünü açmak için göz kapaklarını tüm zorlamalarına rağmen hiç ama hiçbir şey görmüyordu. Kör olmadığına emin olmak için uzaklarda görebileceği soluk bir gölgeye bile razıydı. Gözlerini irileştirdi olmadı sonra kıstı ve ardından bir kere daha kıstı olmadı, odaklanmaya çalıştı gene olmadı. Maalesef hiçbir şey göremiyordu. Birden daha önemli bir sorunla karşı karşıya olduğunu fark etti. Ağzını açıyor ama ciğerlerine hava gitmiyordu. Bir daha bir daha denedi ama olmuyordu. Belki korkudan belki de hava alamayışından dolayı kalbi yerinden çıkacakmış gibi çarpmaya başlamıştı. Şah damarının çılgınca attığını hissediyordu. Ne yapacağını bilemeyecek durumdaydı. Üstelik sorunlar hiç bitmiyordu.
Bu defa elini kolunu oynatmaya çalıştı ama kıpırdanması mümkün değildi. Hem kör hem de felçli mi olmuştu. Birden fark etti her yer sessizdi. Kulakları da mı yoktu yoksa. Bunun dünyada rastlanan örneği var mıydı? Her yanı titremeye başladı. Kalbi yerinden çıkacakmış gibiydi. Önce bu panik atağı atlatması gerektiğini biliyordu. “Öldüm ben” dedi kendi kendine. Sesi çıktı mı çıkmadı mı ondan bile emin değildi. Sonra ölmek bu olsa gerek diye düşündü. Düşündü, nerede olabileceğini başına ne haller geldiğini düşündü. Beyni tüm kıvrımlarıyla sinir hücreleriyle, kılcal damarlarıyla son sürat çalışıyordu. Başına neler gelmiş olabileceğini düşündü. Maalesef beyni idare etmesi gereken vücuda odaklanmıştı. Acil durumları yönetmeye çalıştığından düşünmeye vakit bulamıyordu.
Birden aklına geldi. Çok değil birkaç saat öncesi arkadaşlarıyla beraberlerdi. Bol gürültü, bol yemek ve bol alkol almışlardı. Maalesef rakı denilen meret şişede durduğu gibi durmuyordu. Sonra eve getirmişti arkadaşları kendisini. Yatağına yatırmışlardı. O zaman ya bir karabasandı üzerine çöreklenen veya Tanrı tarafından cezalandırılıyordu. Derin bir nefes daha almaya çalıştı ama nafile. Hala hava yoktu etrafında. Feryat etmek istedi ama ne sesi çıkıyordu ne de nefesi. Gözlerinin büyüdüğünü hissediyordu. Vücudunda hafif titremeler başlamıştı sanki. “Demek yatağımda öldüm” dedi kendi kendine. Sonra soruyu değiştirdi, “ne ara öldüm ben?” dedi. Uykuda ölmüş olmalıydı. Kafası yine karıştı. Öldüyse kalbi neden atmaya devam ediyordu.
Bir süre el yordamıyla üzerine sarılı olan kefenden elini çıkartmayı başardı. Bunda başarıda oldu ve bedeli uzun tırnaklarını kan içinde kalmasıydı. Derin bir oh çekmek üzereydi ki hafif bir çığlık attı. Başka bir tehlike üzerinde dolaşmaya başlamıştı. Ayaklarında, kollarında karıncalanmalar başladı. Bir şeyler üzerinde geziyordu. Boğuk bir çığlık attı. Görmediği için sevinmeli miydi bilemedi. Yüzüne yaklaşmamaları için dikkat dua etmeye başladı. Bunları düşünürken durmadan çalışan parmakları kendisini saran bezden tamamen kurtulmayı başarmıştı.
Hala nefes almaya çalışıyordu ama hava yoktu ki bu karanlık içinde. Ölmek yukarıda yaşayanların algıladıklarından farklı bir şey olmalıydı. Derinden dünyanın taa içinden gelir gibi bir ses duydu. Bir çan veya bir gong sesi dalga dalga yankılandı kulaklarında. İşte gelecek olanların geldiğini duyuran ses bu olmalıydı. Bildiği duaları okumaya başladı. En başta söylenmesi gereken cümle neydi hatırlayamıyordu. Ölürken söylenmesi gereken sözleri düşündü. Onda hatırlayamadı. Birden hafif bir tıslama sesi duydu. Ses ayak ucundan bir yerlerden geliyordu. Cennetten gelir gibi tatlı bir serinlik çevresini yavaşça sarıyordu. Bir yerlerden hava geliyordu. Oksijen ciğerlerine gitmeye başlamıştı. Birkaç öksürükten sonra biraz olsun rahatladı. Biraz hava iyi gelmişti. Birkaç saniye içerisinde kalp atışları normalleşti. Ama o ara uykusu da gelmeye başladı. Göz kapakları ağırlaştı. Uyku denilen görünmeyen sis tüm bedenini kapladı tekrar. Dışarıdan gelen fısıltıları ve sesleri duyamayacaktı artık.
Geniş bir odanın ortasında kocaman bir yatakta yatan genç adam kıpırdandı. Ellerinin ayaklarının hareket etmesine şaşırmış gibiydi. Gözlerini açınca kalın kadife perdelerin arasından sızan loş ışık kendisini oldukça mutlu etti. Karanlık yoktu ve görebiliyordu. Kapı çalındı orta yaşı geçkin bir kadın kapıda göründü. “Küçük Bey arkadaşlarınız geldi sizi görmek istiyor” dedi. Daha kadının sözü bitmeden iki genç içeri girdi.
“Korku romanları yazarımız nasıl bu sabah” dedi önce giren. Sesinde hafif bir alaycılık vardı.
“Hiç uyuyamadım, korkunç bir kâbus gördüm” dedi. İki delikanlı birbirlerine bakıp bıyık altından gülümsediler.
“Korktun mu?” dedi arkadaşlarından biri.
“Galiba, hissettiklerim sanki gerçekmiş gibiydi. Belki de altıma bile ettim” dedi.
“Yok yok etmedin bundan emin olabilirsin. Dün gece atıp tutuyordun ben korkmam diye” Bu defa konuşan kısa boylu olan diğer konuktu.
“Hepsi sizin eseriniz miydi yoksa” bir an durdu “Anlamam gerekiyordu” dedi. Yüzündeki gülümseme kaybolmuştu. “Öldürecektiniz beni” dedi. Kızgındı.
“Ama korku romanları hikâyeleri yazmak isteyen biri korkmayı bilmesi gerekiyordu.” Diğer konuk söze girdi.
“Korkuyu bilmiyorum diyen biri kendini nasıl ifade edecekti ki?” O ara geniş yatak odasının kapısı hafifçe tıkladı. Kapının aralığından yaşlı bir kadın göründü.
“Hadi çocuklar kahvaltı hazır” dedi.
İşte her yazdığı okunan ve ülkenin tanınmış ailelerinden birinin oğlu olan, romanları gece okunmaması tavsiye edilen korku yazarı A. H. nin hikâyesidir bu.