KR Kitap Kulübü #4 Milan Kundera - Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği

Öncelikle bir itirafta bulunacağım: Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ni okumaya başlarken pek de beğeneceğimi düşünmüyordum. Bunun iki temel nedeni vardı; ilk olarak kitabın arka kapak yazısı beni kitap için heveslendirecek kadar bilgi vermiyor, ikincisi de çok önceden Kundera’nın bir kitabını okumuş ve memnun kalmamıştım diye hatırlıyorum (kitabın ne olduğunu hatırlamak bir yana artık bunun gerçekten olduğundan dahi emin değilim). Hal böyle olunca biraz da “Oh be, sonunda gönül rahatlığıyla eleştirebileceğim, insanlarla kavga edebileceğim bir kitaba geldi sıra.” düşüncesiyle başladım okumaya. Evdeki hesap çarşıya uymadı tabi.

Her şeyden öte Kundera’nın anlatım şekli beni hayran bıraktı. Aynı anda hem iyi bir roman okuyorum hem de daha önceden okuduğum bir roman üzerine yazarıyla sohbet ediyorum gibi hissettim kitap boyunca. Kitsch’ten boka, hayvan sevgisinden komünizme Kundera aklına gelen her şeyi konuşuyor ancak bunu o kadar planlı ve yerinde yapıyor ki hiçbiri roman içerisinde sırıtmıyor. Yeri geliyor daha önceki bölümlerde söylediği bir şeyi hatırlatıyor bize, yeri geliyor karakterin davranışına anlam veremediğini söylüyor. Yani Kundera bir yandan bize hikayeyi anlatırken bir yandan da bizimle beraber okuyor. Kitabın anlatılma biçimi gerçekten şahane.

Karakterlerin iyi yazılmış, hikayenin iyi kurgulanmış olması falan zaten bu kadar ünlü bir kitapta olmazsa olmaz şeyler. Tomaz’ı hiç sevmedim, Tereza’yıysa bir o kadar sevdim. Zaten Tomaz’a daha çok sayfa ayrılmış olsa da ne çocukluğunu öğreniyoruz ne de ailesini. Karakteristik özellikleri de bana uzak olunca pek fazla empati yapamadım onunla. Tereza ise bana göre çok daha iyi anlatılmış, okurun bağ kurması kolaylaştırılmış bir karakterdi. Bu ikisinin yanında Sabina ile Franz biraz yan karakterler gibi kaldılar ancak bu ikilinin anlatıldığı, Stalin’in oğlunun ölümüyle başlayıp Franz’ın ölümüyle biten ve baştan sona bir “kitsch” tartışması olan Büyük Yürüyüş bölümü kitapta o ana kadar en sevdiğim bölüm oldu. Sonra Karenin’in Gülümseyişi gibi daha güzel bir bölüm gelmeseydi öyle de kalacaktı. Yani bu konuda @Jarlath’la farklı düşünüyorum, ben her kelimesinden zevk aldım bu kısmın.

Hikayenin önemli parçalarından biri de Çekoslavakya’nın Ruslar tarafından işgal edilmesi. Bu durum yalnızca arka planda anlatılan bir şey değil, karakterleri de doğrudan etkiliyor. Kitapla ilgili sevemediğim şey de burada; yazar komünizme fazla takılı kalmış. Yaşananların büyük bir insanlık ayıbı olduğundan şüphem yok ama anti-komünizm kimi yerlerde biraz abartılmış sanki.

Kitabın esas meselesini güzel özetleyen şu kısa alıntıyı da ekleyeyim:

Yüklerin en ağırı ezer bizi, onun altında çökeriz, bizi yere yapıştırır bu ağırlık. Öte yandan her çağda yazılmış aşk şiirlerinde, kadın erkeğin bedeninin ağırlığı altında ezilmeyi özler. O halde yüklerin en ağırı aynı zamanda yaşamın sağladığı en şiddetli doyumun da imgesidir. Yük ne kadar ağır olursa, yaşamlarımız o denli yaklaşır yeryüzüne, daha gerçek, daha içten olur.

İşi tersten ele alırsak, bir yükten mutlak biçimde yoksun olmak insanoğlunu havadan daha hafif kılar; göklere doğru kanat açar insan, bu dünyadan ve dünyasal varlığından ayrılır, yalnızca yarıyarıya gerçek olur, devinimleri önemsizleştiği ölçüde özgürleşir.

Hangisini seçmeli o halde? Ağırlığı mı, hafifliği mi?

Ve böylece KR Kitap Kulübü benim için dörtte dört yapmış oluyor. Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği de kişisel sıralamamda az bir farkla Kanını Satan Adam’ın ardından ikinciliğe oturdu. Epey güzel kitaplar seçiliyor dört aydır ya. Daha sıkıntılı kitaplar mı mı seçsek acaba, tartışma daha ateşli geçer belki o zaman :smile: Yalnız her geçen ayda yorum yapan kişi sayısının gittikçe düşüyor olması biraz endişelendirmiyor değil.

Cem diğer başlıkta sırada özel bir etkinlik olduğunu söylemiş. Şansa bakın ki 4 hafta sonra askere gideceğim için katılamayacağım muhtemelen. Neyse, yine de merakla bekliyorum bakalım ne çıkacak.

7 Beğeni