Lord Horatio T. Pembegöt her sabah olduğu gibi bu sabah da büyükelçilik bahçesindeki durgun, ayna gibi parlayan havuzun kenarına gelmişti. Özellikle önemli diplomatik görüşmeler yapacağı günlerin sabahında burada oturup hem notlarını gözden geçirmeyi hem de düşüncelerinden arınmayı severdi. Ancak o sabah havuzdaki lotusların güzelliğine dalıp daha yakından bakmak üzere eğildiğinde gördüğü yansıma ile donakaldı: Suda rengi yer yer kırmızıya ve limon küfüne çalan yeşil tüylü, uzun kuyruklu, koca gagalı bir papağan ona bakıyordu.
“Ye gods and little fishes!” diye bir haykırış kopardı çaresizlikle. Çığlığı bahçede dalgalanarak yayılırken sudaki papağanın gagası da aynı anda oynamıştı. Pembegöt korkuyla gözlerini yumdu. İçinden ona kadar saydı. Gözlerini açıp tekrar havuza baktı. Papağan hala oradaydı ve Pembegöt’ün her hareketini taklit etmeye devam ediyordu.
Birden kafasında bir şimşek çaktı. Hariciyedeki kariyeri boyunca yaşadığı tuhaflıklar art arda hafızasının derinliklerinden fırlamaya başladı…
Mesela geçen ayki kraliyet resepsiyonunda Galler Prensi’nin ona “Ah, benim tatlı papağanım!” diyerek başını şefkatle okşaması… O sırada Pembegöt bunun rafine ve eşsiz İngiliz mizahının doruk noktası olduğunu düşünmüş, hatta diplomasiye ısırıcı ve ironik bir hiciv olarak algılamış ve kahkahalara boğulmuştu.
Ya da diplomatik temaslar ve resmi törenler esnasında diğer herkese yemek servis edilirken ona özenle ayıklanmış ay çekirdeği getirilmesi… Bunu daima yetersiz stoklarla ve sıra kendine geldiği an yemeğin bitmesiyle, yani sadece ona has eksantrik bir talihsizlik şeklinde yorumlamış, şövalyece bir olgunlukla kabullenerek bu durumu hiç sorgulamamıştı.
Geçen hafta tercümanlık görevini yürüttüğü, devletler arası, çok gizli bir müzakerede, tam üç saat boyunca sandalye yerine pirinç bir tünekte oturmuştu. Kendisine gösterilen tüneği “yeni nesil bir ergonomik mobilya” sanmış ve kraliyet tercümanına protokolde verilen bu kıymetten ötürü göğsü kabarmıştı.
Fransız Büyükelçisi’nin ne zaman karşılaşsalar ona “Polly wants a cracker?” diye sorması geldi hatırına sonra… Bunu da züppe Fransızların İngilizlere olan tarihsel husumeti ve aşağılık kompleksiyle ilişkilendirmişti hep.
Odasında güne başladığında sekreteri her sabah onun için kavrulmuş fındık, badem ve mısır içeren bir tabak hazırlayıp atıştırması için masasına bırakıyordu. Lord Pembegöt bu gıdayı yeni ve revaçta olan bir diyet metodu zannetmişti.
Ve son olarak, resmi törenlerde giydiği smokinlerinin tümünün arkasında yırtmaç yerine bir kuyruk deliği vardı. Terzisinin avangart bir moda anlayışına sahip olduğunu düşünmüş, bu yüzden de ince zevklere sahip olan dostlarına önermişti onu sürekli.
Her şey anlam kazanmaya başlıyordu yavaş yavaş.
“Oh dear,” dedi titreyen bir sesle. “Sanırım ben bir papağanım.”
Tam o sırada bahçenin derinliklerinden özlem ve şehvet dolu bir çağrı yükseldi: “JOSEPHINE! GEL BURAYA JOSEPHINE!”
Pembegöt sesin geldiği yöne başını çevirdiğinde, toga’lı bir adamın semirmiş bir Plymouth tavuğuna doğru düşe kalka koşturduğunu gördü. Adam bir eliyle başındaki meşe yapraklarından yapılma tacı düzeltirken diğer eliyle de tavuğa doğru davetkar ve hayli acıklı jestler yapıyordu:
“Josephine! Waterloo’yu kaybettim ama seni kaybetmeyeceğim!”
Ayaklarında rugan ayakkabılar, sırtında bir trençkot olan Plymouth tavuğu hiç aldırış etmeksizin ziyafet çekmek için bir böcek ya da solucan bulma umuduyla otların altındaki toprağı gagasıyla eşelemeye devam etti.
Lord Pembegöt şaşkınlıkla olanları seyrediyordu. Adam tavuğa tekrar seslendi:
“Josephine! Toulon’da uyluğumu deşen mızrak bile canımı bu denli yakmamıştı!”
Şiir düşkünü olan Pembegöt kendini daha fazla tutamadı. Zihninin derinliklerinde bir Shakespeare dizesi yankılanıyordu: “What manner o’ thing is…”
"Uyyyy uşağım, bu ne iştur da?”
Kendi sesini duyunca gagasını kapadı hemen. Neden Shakespeare’in dizelerini sesli olarak okumaya kalktığı zamanlarda hep böyle garip bir Türkçeye çevirerek dillendiriyordu dizeleri? Ve daha da önemlisi, neden bir papağan olduğunu şimdiye kadar hiç fark etmemişti?
Lord Pembegöt tam da bu karanlık düşüncelerin pençesine düşmüşken gökyüzünü öksürüklü bir motorun sesi kapladı. Bulutların arasında gövdesi pas yeniği bir Murat 124 süzülüyordu. Direksiyonda bir asilzade, İkinci Mahmut’un yaverinin torununun oğlunun yeğeninin kayınbiraderinin oğlunun kayınvalidesi vardı ki, bu kadın aynı zamanda Aşağılık Slobovya’nın tek taksi şoförüydü.
Murat 124 büyükelçilik bahçesinin tam ortasına, mum begonyalarının olduğu tarhın üzerine kondu. Direksiyondaki kadın otomobilin kırık camından kafasını uzattı, şoför koltuğunda bir türlü rahat edemeyen aç bir ejderha edasıyla kıpırdandı ve sonunda tüm gücüyle bağırdı:
“Rasim! Napolyonluğu bırak da atla, Mars’ta icraya düşmüş kelepir bir arsa var!"
Rasim bir an duraksadı, Josephine’den, yani rugan ayakkabılı ve trençkotlu Plymouth tavuğundan gözlerini ayırmadan İkinci Mahmut’un yaverinin torununun oğlunun yeğeninin kayınbiraderinin oğlunun kayınvalidesine “Madam,” dedi, “davetinizle teşerrüf ettim… Fakat ben şu an imparatoriçemle Fontainebleau’nun bahçelerindeyim ve…”
"İmparatoriçen değil o Rasim, bitli ve kurtçuklu bir tavuk. Fontainebleau Sarayı’nın değil, büyükelçiliğin bahçesindesin ayrıca,” dedi kadın. “Sen salı günleri Napolyon’san, ben de salı günleri galaksilerarası taksi şoförlüğü yapıyorum. Ama yine de o arsayı görmeye gideceğiz. Hadi atla!”
Lord Pembegöt bütün bunları izlerken gagasını hayretle takırdatarak açıp kapıyordu. Yeni keşfettiği papağan olma durumunu bir anlığına unutmuştu. Tam o sırada Josephine, yani rugan ayakkabılı ve trençkotlu Plymouth tavuğu aniden gagasını topraktan çıkardı ve doğrudan Pembegöt’e doğru yürüdü. Yanına geldiğinde trençkotunun cebinden bir monokl çıkarıp sol gözüne itinayla yerleştirerek sıkıştırdı.
“Elementary, ekselansları,” dedi Plymouth tavuğu mükemmel bir Londra aksanıyla. “Ben dedektif Sir Yumurtalock Tulkinghorn. Sizi bekliyordum, Lord Pembegöt.”
“Beni mi bekliyordunuz?” diye şaşırdı Pembegöt. “Siz… Siz konuşabiliyor musunuz?”
“Elbette konuşabiliyorum. Asla çözülememiş kayıp vakalarını araştıran bir dedektifim ben. Şu an Fatih Sultan Mehmet’in kayıp dürbünü dosyası üzerinde çalışıyorum. Ki bu dürbün, sizin soylu ailenizin tarihiyle de epey yakından ilgili…”
Ama cümlesini bitiremedi çünkü Murat 124’ün direksiyonundaki kadın kornaya hırsla abanarak bastı.
“Ah, benim artık gitmem gerekiyor,” dedi af dilercesine Rasim ikisine. Sonra birden cebinden bir kartvizit çıkarıp Pembegöt’e uzattı. Kartvizitte şöyle yazıyordu:
“FATİH SULTAN MEHMET
(Pazartesi günleri)
NAPOLEON BONAPARTE
(Salı-perşembe günleri)
ŞARLO
(Cuma günleri)
RASİM
(Hafta sonları)
Not: Çarşamba günleri Büyük İskender olarak siz değerli müşterilerimizin hizmetindeyiz.”