Marguerite Yourcenar. Aslında bütün anlatmak istediğim şeylerin özeti bu iki kelime. Buradaki okurların bu ismi aha önce duyup duymadığını, okuyup okumadığını bilmiyorum ancak pek çok kişinin gözden kaçırmış olduğunu fark ettiğim bir yazar kendisi. İlk okuduğum kitabıyla beni etkisi altına aldı ve derhal diğer eserlerini de okuma gereğini bana hissettirdi. Belki de hala etkisi altında olduğumdan öyle ifade ediyorum, belki de birkaç gün demlenmeye bıraksaydım daha saf düşünceler çıkacaktı yazdıklarımdan ama benimle aynı düşünceleri hissedebilecek başka okurların da varlığını hesaba katınca aslında tam böyle bir heyecanla yazmam gerektiğini fark ettim. Başka türlü merak uyandıramazdı çünkü. Birilerinin hayatında yer edinebilecekken bir kenara izlemeyi reva göremedim bana ya da başkalarına.
Biyografisini detaylıca yazmak isterdim açıkçası ancak bütün bu kelime kalabalığının içerisinde sadece göz değdirilip geçilen birkaç yazıdan ibaret olacaktı muhtemelen -ki zaten öyle herkesin dudaklarını uçuklatacak ahım şahım bir hayatı da yok. Kişiliğini ve sonrasında eserlerini de oluşturan en önemli etken, annesi olmadan aristokrat bir baba tarafından büyütülmüş olması. Tam olarak babası da büyütmüş diyemeyiz, babası bir çocuk bakmak için çok genç hissediyormuş kendisini, bir süre sonra da evdeki çalışanlara bırakmış kızının bakımını. Böyle bir yalnızlık içinde ve iki dünya savaşı arasında geçen bir hayat, yirminci yüzyılın en önemli yazarlarından biri olmasına tesir etmiş. Daha fazla ayrıntıya girmeden kendi eserlerinde yansıttığı kişilerin birer Marguerite parçası olduğunu da belirtmek isterim. Ahlak kurallarının kesin bir dille yok saydığı, suç kabul edilen ve yüzyıllarıdır değiştirilmeye çalışılsa da hep belli bir kesimin dışlamalarına maruz bırakılan, ucube gözüyle bakılan insanların birer parçası veya kitaplarındaki karakterlerin bir bütünü. Söylentilere göre homoseksüel bir adama âşık olup hüsrana uğramış Marguerite. Ama bu kendi yaşamındaki eşcinselliğin nedenini yeterince açıklayamıyor. Burada eşcinsellik tanımı ya da tartışması yapmadan, bu yönelmenin annesizlik sonucunda kaynaklandığı bana daha kabul edilebilir gibi geliyor. Hatta ‘’Bir Ölüm Bağışlamak’’ ve ‘’Zenon’’ daki temaların benzerliğini ve sık sık yinelenmesini yanlış yorumlanmasını istemeksizin bu şekilde ifade edebilirirm.
Stoacı üslubu ve saf diliyle birlikte klasisizm ve hümanizmin en güzel örneklerinden birini teşkil ediyor. Aslında 16. yy Rönesans’ından kalma bir hümanizm bu. Özellikle Zenon, Hadrianus ve Ömer Hayyam’ın etkisi altında. Zenon ve Hadrianus’un ismini barındıran kitapları var zaten, Ömer Hayyam adında bir eser çıkarsaydı tadından yenmezdi ama ismi uygun olmaz diye düşünüp pek itibar etmemiş sanırım.
Hadrianus’un Anıları:
Yunan-Latin dünyasına olan tutkusu ve antik edebiyat konusundaki geniş bilgisi sayesinde oluşan ve adını sıkça zikrettiğim İmparator filozof Hadrian’ın, halefi Marcus Aurelius’e yazdığı mektup şeklinde tasarlanan bir roman. 1951’de yayınlandı fakat romanı yazması 12 yıldan daha fazla sürdü. Hadrian; 60 yaşında, vücudunun ona ihanet ettiğini hisseden ve ölümün çok yakın olduğunu düşünen biri. Stoacı felsefesinin sunduğu ‘’mutluluk arayışında olma durumu’’ Hadrian’ın hayatında ve ölümde anlam ve mutluluk bulmaya çalışma yolculuğu ile karşımıza çıkıyor. Pek çok Fransız düşünüre göre ‘’20. yüzyılın sonunda eşcinsellik, ellili yıllarda Fransa’da olduğu gibi artık karalanıp cezalandırılmıyorsa, bunu az da olsa Yourcenar ve Hadrianus’a borçluyuz,’’ der.
‘’ İnsanların pek çoğunun bellekleri, sevmekten vazgeçtikleri ölülerinin sessiz sedasız yattıkları terkedilmiş mezarlıklardır. Unutulmayan acı, unutkanlıklarına yönelen bir küfürdür.’’
Zenon:
Zenon, Hadrian’dan farklı olarak güçlü tutku ve duygulara sahip kurgusal bir karakter. En fazla dikkat çeken özelliği aşırı özgürlükçü olması. Hatta pek çok kişiye göre Fransa’da hükümete karşı yapılan özgürlük eylemlerinde sıkça kullanılan ‘’Yasaklamak yasaktır’’ Zenon’dan çıkmış bile olabilir. Zenon’un bu kadar özgürlük tutkunu olmasının nedeni, eserin 1968 Mayıs Olayları ile aynı dönemde doğmuş olmasıyla rahatça açıklanabilir. Materyalizm ve panteizm arasındaki çatışmada, engizisyona karşı mücadele eden ve bu dini mücadelerle parçalanan dünyada kendisinin gelişimi ve insani deneyimleriyle ilgilenen simyacı ve doktor pek de iç açıcı olmayan hikâyesi diye özetlenebilir aslında.
‘’Kim hapishanesine gitmeden ölecek kadar aptal olabilir?’’
Alexis
Alexis’e ise daha farklı bir şekilde yaklaştım. Bir tür cevap gibi ama kime verildiği bile belli değil.
BU MEKTUP DOSTUM, çok kısa olacak. Yazmaktan pek hoşlanmam. Sözlerin düşünceye ihanet ettiğini çok yerde okudum, bu ihanetin bir başka türünü de varlığından haberinin olmadığı okurundan görüyorsun sevgili Marguerite. Senin cümlelerinle oynayıp yeni bir mektup üretmeye başlaması hangi anlamda ihanet sayılır? Ya da ne kadar yenidir? Bilmiyorum… Bilmiyorum ve bilmiyorum. Anlamak için en ufak bir gayret içinde miyim, içinde misin? Sanmıyo… bir saniye! Ne geveleyip duruyorum karşında. İnsanın kendini anlaması her ne kadar zor ve alışılmadık olsa da anlaşılması da bir o kadar zor bir ihtimal. Başından beri ‘’Ben anlatmaya çalışıyorum n’olur doğru anlayın beni!’’ diye haykırman da bu ihtimalin zorluğunu kanıtlar gibi. Buraya kadar gelebilmiş olman, gerisi getirebileceğine dair düşünceni pekiştiriyor mu? Muhtemelen evet, ancak bu benim sana karşı dayatmam. Devam etmelisin veya hemen şimdi terk etmelisin.
Bu mektup bir hayıflanma sevgili yazarım ve anlık da olsa okuyucum size değil kendime ama. Rol değiştirmek pek sıkmış olsa gerek. Sadece kendimizi anlatabilmek için konuşageldiğimiz şu iletişimsiz dünyada birilerini dinlemek ıstıraba dönüşüyor bir süre sonra. Bir Monique olmak isterdim Alexis’i anlayabilmek için ya da bir kelime birilerinin ağzında, o kelimenin tek gücü bir çocuğun ayaklarının altında ezilen farazi hayatı anlatmaya. Ne, yeter mi dedim sonunu pek işitemedim. Yetmez demişimdir. Yok yok, kesin yetmez dedim. Başka türlüsü olmaz çünkü. Hiçbir sözcük hayatı ve ölümü anlatmaya yetmez, tek gücü bu olsa bile. Hayatı kitaplardan öğrenemezsiniz diyorsun ya sevgili Marguerite’m, yüzlerce kitap okudum külünü bile bulamadım hayatın. Okuduğumu anlamadığımdan değil, anlamak istediğimi okumamdan da değil. Nedendir bilinmez. Ah, buldum sanırım! Tabii ya, bulmak istediğimden. Senaryosu yazılmış bir hayatı kim okumak ister? Heyecansız, zahmetsiz ve zevksiz. Gelecekten korkan yeterince pişmiş bir insan ister, çünkü toprağa düşmek zamanı gelince yerçekimi ters işler. Ölümün fiziğe karşı koyması ne kadar gülünç bir durum. Ölümü isteyecek kadar zamanın dışında kalmak ne kadar gülünç bir durum. Yaşadığını bilmemek ne kadar gülünç bir durum. Ama yeterince pişmiş bir insan bunca gülünçlüğe istese de gülemez, yaşamak olduğu gibi gülmeyi de unutmuştur zamanla.
Hangi kahramanım bu anlatıda, ne yapmaya çalışıyorum ısrarla? Basit bir geri dönüş denemeye çalışıyorum okumayacağınızı bile bile. Üstelik farklı bir alfabeyle. Benim dilimde sözcüklerin tanımı duymak istediğiniz türden değildir. Benim dilimde tutkunun karşılığı kırık dökük bir penceredir. Açıklayamam çünkü hiçbir pencere buna katlanamaz. Tutkununsa pek umurunda değil, arzuları bir savaş almış gidiyor, kim mağlup olacak diye sonucu izliyor. Kaybeden ben olacağım sevgili Marguerite, bunun için üzülme. Hiç arzuya teslim olmayan birine acıdan başkası hak getire. Yalnızlığımla sohbet ettim de senin üzülmeyeceğini söyledi. Bir bilsen ne kadar sevindim o an ama yalnızlığım o iğrenç dişleriyle durur mu hiç kahkaha atmadan. Devamını şöyle getirdi üzerime tıslayarak: ‘’Üzülmeyecek çünkü kimse okumayacak bu mektubu, tek yeri terk edilmiş şehrin bir çöp kutusu.’’ Savunamadım kendimi, doğruydu dedikleri, söylediğim hiçbir ifade inandırmazdı bizi.
Öyleyse bırakıyorum artık yazmayı, galiba sen de çoktan bıraktın okumayı. Basit ve hastalıklı bir hayalden ibaret. Benden selam ilet lütfen, Alexis’e ve Monique’ye ve yalnızlığının getirdiği mutsuzluğunu paçalarında sürükleyen diğer herkese. Tutkusuz ve her şeyin kurallara bel bağladığı bu dünyada sıkıştığımı da söyle. Kurtulmanın bir yolunu biliyorlardır belki de.
‘’Yalnız, biraz hüzünlüydük. Şartlardan ziyade kişiliğe bağlıydı bu ve etrafımdaki herkes, hüzünlü olmayı sürdürerek de mutlu olunabileceğini kabul ediyordu. ‘’
Marguerite Yourcenar Kitapları:
Romanları
- Ateşler ( 1936, Feux )
- Alexis ya da Beyhude Kavga Üzerine ( 1929 ve 1952, Alexis ou le Traite du vain Combat)
- Bir Ölüm Bağışlamak (1939 ve 1988 , Le Coup de Grace )
- Hadrianus’un Anıları (1951 ve 1984, Memoires d’Hadrien )
- Zenon (1968 ve 1985, L’Œuvre au noir -1968 Femina Ödülü )
Şiirleri
Alçippe’nin Merhameti (1956 ve 1974, Les charites d’Alcippe )
Öyküleri
Doğu Öyküleri (1963 ve 1985, Nouvelles Orientales )
Denemeleri
- Düşler ve Kaderler (1938, Les Songes et es sorts )
- Zaman, Şu Büyük Yontucu (1983, Le Temps, ce grand sculpteur )
Anıları
- Dindar Hatıralar (1974; Souvenirs pieux -Üçleme )
- Kuzey Arşivleri (1911, Archives du Nord )
- Ne? Sonsuzluk (1988 , Quoi? L’Eternite )
Tiyatro Oyunları
- Elektra (1954, Electre )
Bir hatam varsa eğer mazur görün lütfen. Şimdiden, okuyan herkese çok teşekkür ederim.