Melek ve Çoban

Rivayet odur ki;

Güneşin en parlak, yağmurlu günlerin ırak, kırların yemyeşil ve arıların çiçeklere musallat olduğu mevsim hüküm sürmekteydi, fânilerin âleminde. Günü meçhul, zaman içinde bir an, an içinde bir vakit. Mucizeler âleminden güzeller, güzeli bir melek yeryüzüne inme lütfunda bulundu.

Yasaklar hep canını sıkmış hatta ilgisini uyandırmıştı meleğin.

Defalarca bu konuda uyarılmıştı; Faniler âlemi ona göre değilmiş, hiçbir fani onu görmemeliymiş ve uzayan nutuklar sıkıcı öğütler. Oysa hiç de korkulacak bir şey görmemişti şimdiye kadar. Rengârenk güzel kokan çiçekler, etrafta dolanan türlü, türlü yaratıklar ona ne zarar verebilirlerdi ki.

Kendisini ilk kez bu kadar özgür ve mutlu hissediyordu. Yaşadığı saray hem evi hem hapishanesi olmuş, doğduğu andan itibaren gördüğü, bildiği tek yer olmuştu. Özgürlüğün tadına vararak, gördüğü her şeyi zihnine kazımak istercesine saatlerce dolaştı. Göz alabildiğince geniş, yeşilin tonlarının adeta güzellikte yarıştığı ortasından geçen ırmak tarafından ikiye bölünmüş bir ovada buldu kendini.

Uzaktan su kenarındaki söğüt ağaçlarının dibinden yükselen bir ses çekti dikkatini. Bildiği, duyduğu hiçbir ezgi yüreğine bu kadar dokunmamış, kulaklarında böyle çınlamamıştı. Hüznün, yalnızlığın bir sesi olsa diye düşündü ve fısıldasalar kulaklarıma duyacaklarım bundan farklı bir tını olamazdı. Merakla yöneldi sesin geldiği tarafa.

Ağaçlardan birinin dibinde gördü aklını esir alan ezgilerin sahibini. Elindeki boruya üfleyerek yürek burkan nağmelere ses veriyordu bu genç fani. Ne de güzel nağmeler dökülüyordu elindeki içi boş borudan. Daha önce hiç böyle güzel, bu kadar hüzünlü bir ses işitmemişti.

O an karar verdi melek bu genç adamla konuşmalı, aklını çelen sesleri çıkaran borunun gizemini öğrenmeliydi mutlaka. Tam delikanlıya doğru yönelecekti ki dadısının sesi yankılandı kulaklarında ne demişti dadısı bir faniye görünmen senin içinde onun içinde telafisi olmayan çok kötü sonuçlar doğurabilir. Ya haklıysa diye düşündü, ya söyledikleri gerçekse. Bu riski göze alamazdı, ama merakını da gidermeden duramazdı. Melek olarak görünmek tehlikeli olacak diye düşündü peki çözüm ne. Nasıl karşına çıkıp ta aklındaki sorulara cevap isteyecekti delikanlıdan.

Mucizeler âleminden gelen bir melekti o ve güçleri sınırsızdı bu faniler âleminde. İstediği her şekle girebilirdi ve öylede yaptı.

Söğüt gölgesinde nefeslenip aç karnını doyurmak için kısa bir mola vermişti çoban. Sürüsünü taze yeşilliklerle dolu bu ovada otlatırdı. Sabahın ilk ışıklarıyla herkes uykudayken yola koyulurdu ve soluğu bu söğüdün gölgesinde alırdı güneşin en tepeye çıktığı vakit.

Bu günde aynısıydı daha önce yaşadığı onlarca, yüzlerce gün gibi. Eline aldı eski dostunu ve üflemeye başladı. Öğrenebilmek için aylarca tek bir ses bile çıkaramadan sabırla nefes verdiği bu saz parçası artık en iyi dostu olmuştu. Sabır üzerine kurulmuştu aralarındaki muhabbet, hiç yılmadan günlerce nefes verdi delikanlı sazına vazgeçmeyi hiç düşünmeden.

Elindeki bastona tutunarak zar, zor yürüyordu ihtiyar kadın. Yüzünde yılların oluşturduğu derin çizgiler, sırtında ufak bir çıkın. Şaşırdı çoban görünce kadını bu kadar yakınına kadar hiç dikkatini çekmeden nasılda gelivermişti. Kendimden geçmişim diye düşündü sazın etkisi ve müziğin büyüsüyle. Farkına bile varamadım teyzeciğin, söğüdün gölgesi altına girene kadar.

Şaşkınlığını atıp buyur etti ihtiyarı fakir sofrasına. Taze süt, köy ekmeği biraz da zeytin vardı bugün çobanın azığında. Az dan az, çoktan çok tanrı misafiriydi sonuçta diye aklından geçirdi oturmasına yardım ederken yaşlı kadının.

Söğüdün gölgesinde yenen yemek boyunca her ikisi de tek kelam etmediler. Oysa ne çok sormak istediği vardı meleğin. Cevap alabilmek için çobandan ihtiyar bir kadın kılığında çıkmıştı karşısına. Sabretmeliydi zaten bir anda ortaya çıkması oldukça garip bir durumken peş peşe sıralarsa sorularını fazlasıyla şüphe çekerdi. Sustu ve önüne konan yemeği yedi sessizce.

Sessizliği bozan çoban oldu;

  • Nereden gelir, nereye gidersin teyzem?

  • Hak’ tan geldim Hakk’a giderim evlat.

  • Madem hak’ tan geliyorsun, niye geri hakka gidiyorsun a teyzem

  • Çünkü her gelişin birde dönüşü vardır. Sen gittiğin yerden geri dönmez misin evlat. Her sabah evinden çıkıp otlağa, akşam olunca da otlaktan çıkıp eve yollanman nedendir?

Şaşırdı biraz aldığı cevap karşısında, hiç bu şekilde düşünmemişti. Demek ki boşa ağarmamıştı saçlar diye geçirdi içinden. Yaşlandıkça insan daha mı bir bilge oluyordu yoksa. Çoban bunları düşüne dursun, melek içten içe seviniyordu. İlk soruyu cevaplamış ve şimdi soru sorma sırası ona geçmişti.

-Bir soruda ben soruyum evlat iznin olursa.

-Çaldığın saz çekti dikkatimi, ne ağzı vardır ne dili, delikli boş bir boru. Senin hünerin midir o güzel nağmelere can veren.

-Üfleyen nefes benim, çıkan ses onun maharetidir. Doğru yeri bulup sıcak nefesi üfledin mi ağızsız, dilsiz boru olsa dile gelir. İnsan gibi.

-İnsan gibi?

-İnsan gibi ya teyzem. Duygusuz, kayıtsız sandığın nicelerine, sabırla, sevgiyle, doğru sözcükler kullanarak yaklaştığında, içten, samimi hislerini çekinmeden paylaştığında göreceğin tek şey sana geri dönen iyiliğin olur.

-Kötü insan yok mudur? Herkes iyiyse bunca savaş melanet nedendir?

-Doğduğunda her insan evladı saf ve önyargısızdır. Bizi kötü yapan da, önyargılar ile donatıp, korkularımızın oluşmasını sağlayan da maalesef en yakınımızdaki insanlar ve yaşadığımız toplumun genel geçer kurallarıdır. İyi niyetle örerler içine hapis olduğumuz duvarları. Amaç dünyanın ve insanların kötülüklerinden korumaktır bizi. Farkına varamayız çoğu zaman, ya da çok geç fark ederiz. Özgürlüğümüzü sahte bir güvende olma duygusu ile takas ettiğimizi. Kalkanlar ve sahte maskeler ile dolaşırız kendimiz olmaktan korkarak.

Duydukları çok etkilemişti meleği, kendi hayatı gözünün önüne geldi bir an ne kadar da uyuyordu bu genç adamın anlattıkları onun yaşadığı hayata. Başına kötü bir şey gelir korkusu ile zevk aldığı pek çok şey yasaklanmıştı onu korumak için. “Senin iyiliğin için” diye başlayan her cümle, esaret zincirine takılan demir bir halka diliminden başka bir şey değildi.

-Doğru söze ne denir. Gardiyanlarımız bizi en çok sevdiğini iddia edenlerden çıkar hep.

Zincirlerimizi oluşturan her bir halka, duvarları ören her bir tuğla koruma içgüdüleri ile inşa edilir bizi sevenlerin. Oysa korumaya çalıştıkları şeyler bizi biz yapar. Yaşadığımız zorluklar karakterimizin en güçlü yanlarını oluşturur. Kendi deneyimlemediğin hiçbir duyguyu hissedemezsin, nasıl bir meyveyi tatmadan onun ekşimi, tatlımı olduğunu bilemeyeceğin gibi.

Kimseye güvenmemeyi değil, kime iki defa güveneceğini öğretmeliyiz sevdiklerimize.

Kendisi olmasına izin vermeliyiz, “biz’leştirmek” yerine. Bildiğimiz, kötü de olsa, rutinini öğrendiğimiz bir hayatı bilmediğimiz, daha iyi olabilecek bir hayata tercih etme sebebimiz de tam olarak bu sebeptendir. Tanıdık şeytan yabancı melekten iyidir.

-Evet, bu cümle aslında tüm konuştuklarımızın özü sanırım evlat “Tanıdık şeytan yabancı melekten iyidir” önyargılar üzerine kurulmuş bir hayat bataklık üzerine inşa edilmiş bir ev gibidir. En ufak depremde yerle bir olmaya mahkûmdur.

Sohbet giderek enteresan bir hal almaya başlamıştı her ikisi içinde. Konu çobanın sazından başlamış ama geldiği nokta felsefenin temel konularından birine dayanmıştı. İnsanlar kendi istedikleri hayatı mı yaşar? Yoksa toplumun onlar için belirlediği rolleri mi?

-Peki

Dedi çoban ihtiyara,

-Cevap ver bakalım, seçtiğimiz yol mudur bizi sona götüren, yoksa seçtiğimiz sonun yolunda mı yürürüz.

  • Ne sabit bir yol vardır gidilecek, nede kesin bir son. Aldığımız her karar, yaptığımız her doğru veya yanlış seçim belirler yolumuzu ve sonumuzu. Hayat bir yol bizlerde bu yolda yolcuyuz, kendimize seçtiğimiz kılavuzda yolun sonunda varacağımız noktayı belirler. Doğanında kanunu da bu değil mi? Tohumu ne ekersen onu hasat edersin evlat.

Der ve devam eder melek anlatmaya;

-Asıl olan yol da son da değildir. Yaşadığın hayatı, sana verilen bu hediyeyi doğru kullanabilmektir asıl varoluş sebebimiz.

-Doğru kullanmak dan neyi kastedersin teyzem?

-Bak evlat bunu sana bir örnek ile anlatmaya çalışayım;

Misal o ki benim bir cennet bahçem var, sana diyorum ki ağzına bir tahta kaşık koy içinde de zeytinyağı olsun, bu zeytinyağını dökmeden yolu takip ederek bahçeyi gez gel ve bana gördüklerini anlat. Döndüğünde anlatabileceğin tek şey gözünün önündeki içi zeytinyağı dolu kaşık olacaktır.

Kaşığı ve zeytinyağını bir tarafa bırakıp aynı yoldan, aynı bahçeyi gezdiğinde ise, işte o zaman birbirinden güzel çiçekleri, türlü türlü canlıları serin sular akan çeşmeleri görür, çiçeklerin kokularını içine çeker, serin suların lezzetini tadarsın.

-Yol aynı yol bahçe aynı bahçe peki sence aradaki fark nedir evlat?

Çoban bir süre düşünür ve sonra başlar konuşmaya;

-Yolda, bahçede aynıdır evet ama ben farklıyım. Zeytinyağını dökmemek için yolu yürürken burnumun ucunu zor görürdüm ve amacım yolu yürümek değil zeytinyağını dökmemekti. Oysa ne zaman ki yükümü bıraktım işte o zaman çevremdeki güzelliklerin farkına varabildim.

-İşte hayatta bu yol gibidir evlat, taşıdığın yükler çevrendeki mucizeleri görmene engel olur. Farkında olamadan ne yöne gittiğinin bir bakmışsın yolun sonuna gelmişsin.

-Bahçedeki yük kaşık ve zeytinyağıydı bunu anladım peki hayatta bize yük olan çevremizi görmemizi engelleyen nedir?

-Hayat yolculuğumuzdaki yük bir değil ki evlat, hangi birini anlatayım.

Aç gözlülüğümüz, mal mülk edinme arzumuz, kıskançlıklarımız, para, pul sevdamız sırtımızda her biri bir kambur. Yaşamayı unutup çoğu zaman yaşayamadıklarımıza üzülüyor, sahip olduklarımıza şükretmek yerine olamadıklarımızı hayal edip kendimizi perişan ediyoruz.

Sahip olduklarımıza efendi olamadıklarımıza köle oluyoruz. Oysaki yolculuğumuzun sonunda bunların hiçbirisinin itibar görmeyeceği, tek kıymetli şeyin taşıdığımız ruh olduğunu anladığımızda çok geç olacak.

Çoban derin bir sessizliğe gömüldü.

Duyduğu her kelimeyi kendi hayatı ile karşılaştırdı.

Ne kadar doğru diye söylendi içinden. Söyledikleri nasıl da tastamam doğruydu. Çevresinde yaşayan ne kadar eş dost, akraba, komşu varsa bir, bir aklına geldi her biri. İki gün önce bir kuzu yüzünden köy meydanında iki aile birbirlerine girmemişler miydi, ya bölüşemedikleri tarla yüzünden yıllardır birbirleri ile konuşmayan amcaoğulları.

Neydi paylaşamadıkları bir kuru toprak parçası. Oysa her birine yetecek kadar toprakta vardı köyde kuzu da, bir eksik bir fazla ne fark ederdi ki. İhtiyarın söylediği bir şey tamda yerine oturuyordu şimdi aklında “ Sahip olduklarımıza efendi olamadıklarımıza köle oluyoruz”

Konuşma devam etti saatlerce. Kum saatinden akan taneler gibi sözcükler bir o yana bir bu yana defalarca doldu boşaldı. Farkında bile değildi her ikisi de geçen zamanın. Güneşin son ışıkları üzerlerinden yavaşça çekilirken melek gitme zamanı geldiğini fark etti.

-Bu günlük bu kadar sohbet yeter evlat karanlık her yanı sarmadan yola koyulmak lazım.

-Haklısın teyze koyunları kurda kuşa yem etmeden geri dönme vaktidir.

Her ikisi de gönülsüzdü gitmeye. Konuşulacak o kadar çok şey ve konuştuklarını dinleyip anlayacak bir yoldaş varken, günlük hayatlarının sıkıcı monotonluklarına geri dönmek cazip gelmiyordu.

Gel gör ki istedikleri değil mecbur oldukları hayatın koşulları bunu gerektiriyordu.

Vedalaştılar gün batarken. Her ikisi de kendi yollarına, kendi hayatlarına doğru yeni bir yolculuğa başladı.