Mezarlık Korkusu

MEZARLIK KORKUSU
Sert Rüzgâr, adamın yüz hatlarının keskin köşeleri üzerinden geçti. Ürpermeden edemedi, damarlarındaki kan buz parçacıklarıyla dolmuştu. Böyle basit bir görevin bu kadar zor olabileceğini düşünmüyordu. Bir elinde ucu sipsivri kocaman bir kazık vardı. Yapması gereken bu kazığı hortlakların mezarına çakmaktan ibaretti. Böceklerin, yırtıcı kuşların sesleri, vahşi hayvanların ulumaları beyninin içinde gibiydi. Her adım attığında gerçek dünyadan uzaklaşıyor, derin bir kuyunun içine düşüyordu. Başını çevirip geriye baktığında az önce yanlarından ayrıldığı arkadaşları çok uzakta görünüyorlardı. Kafasını kaldırıp ileriye baktı varacağı noktadaki çınar ağacı simsiyah alevlerle yanıyor gibiydi. Dudaklarında bildiği dualar, yürümeye devam etti.
Önüne dört güçlü ayağının üzerinde duran heybetli bir gölge çıktı. “Hadi oradan” dedi yüksek sesle. “Bu aslan burada ne arıyor” Biraz dikkatli bakınca kendisine doğru yaklaşan hayvanın bir aslan değil de bir pars olduğunu gördü. Aslan kadar büyük değildi ama kangal köpeğinden çok daha iriydi. Pars adamın karşısına geçti, Hedefiyle arasında durdu. “Hayvan git başımdan” dedi. Ayağını sertçe yere vurdu. Karşısındaki yaratık bir adım geri çekildi. Kılıcını hafifçe çekti ve bıraktı. Çeliğin sesi vahşi yaratığı etkilemişti. “Defol başımdan benim derdim bana yetiyor” diye bağırdı. Sesi gecenin tüm kötü varlıklarını ürkütmeye yetmişti. Canavarın sarı bedeninin üzerindeki siyah benekleri titredi. Kedi gibi tısladı ve keskin dişlerini gösterdi. Kuyruğunu salladı öfkeyle. Ama yine de geri geri çekildi ve hızla uzaklaştı.
Tirha Şövalyelerinin en güçlüsü, leydilerin sevgilisi, düşmanlarının köşe bucak kaçtığı Yakışıklı Josef, ilerlemeye devam etti. Her adımını dikkatle atıyordu. Buna rağmen üzerinden soğuk bir yel esti. Kafasını kaldırıp baktığında kanatları kulacından daha geniş bir hayvan süzüldü ve karşı ağaca kondu. Her şeyi göze alan adam yerden aldığı kocaman bir taşı fırlattı. Neyse ki bu canavar da korkak çıkmıştı. Konduğu ağaçtan hızla havalandı. Üzerine doğru hızlı bir pike yaptı. Ama kınından çıkmış keskin kamanın ölüm dolu parıltısını görünce uzaklaştı. Soylu Şövalye Josef, adımlarını hızlandırdı.
Kalbinin yerinden çıkacakmış gibi deli deli attığı birkaç adım sonra hedefine varmıştı. Belki İsa’dan öncesini görmüş olan ağacın gövdesinin hemen altındaki mezar taşına elini sürdü. Burası ulular ulusu Yüceler yücesi bir Aziz’in mezarıydı. Ama maalesef burası kötülüklerin Efendisi tarafından ele geçirilmişti. Eğer bu elinde taşıdığı kutsal kazığı buraya çakarsa bu Azizin mezarını geri almış olacaktı. Ermişin ruhu kurtulacak hortlaklara iyi bir darbe indirilecekti. Kızıl dalları gökyüzüne kadar uzanan ve gövdesi için için yanan ağaca rağmen sunağın mermeri buz gibiydi. Eğer elini hemen çekmeseydi parmakları donup yapışacaktı pürüzsüz taşa. Buraya kadar cesaretle gelmişti. Şimdi iş son aşamadaydı. Elindeki bir karış uzunluğunda ki kutsal suyla yıkanmış kazığı şöyle bir tarttı. Mezarın ayak ucuna geçti. “Yiğitler üç şey için canlarını tehlikeye atarlar” dedi kendi kendine. “Biri vatan biri Yar biri de şöhret için. Ben tepeden tırnağa çelik olan Yiğit Josef’te bu yüce amaçların üçü de var. Ve şu an üçü içinde buradayım. Ama en çok Nam için şan için buradaydım.” Bu zaferi elde ettikten sonra ünüme ün katacağım”
Yere çömeldi. Avucunda sımsıkı tuttuğu kazığın ucunu toprağa değdirdi. Kamasını çıkardı. Başını kaldırdı. Ulu Tanrıya “Yardımını esirgeme” dedi. Tam ilk darbeyi indirecekti ki kara toprağın içinden kemikten eller fırladı. Ama bu eller kendisini durduramazdı. İlk başta küçük bir direnç gösterse de kazığı çakmaya devam etti. Kupkuru kemik parmaklar bileklerini yakaladı. Ama o hala çakıyordu. Başka eller başka parmaklarda toprağın içinden çıktı. Çevreye ölümün dehşetli kokusu yayılmıştı. Aldırış etmedi. Kamasının kabzasıyla vurmaya devam etti. Kabrin sakinleri boş durmuyorlardı. Sonunda kazanan onlar oldu. Kendisini aşağıya yerin altında görülen alevlerin içine doğru çekmeye başladılar. Kalbi deli gibi atıyordu. Damarlarında kan yerine buz dolaşıyor olmalıydı. Başka bir kol boğazını yakaladı. Parmaklar mengene gibi sıkıyordu. Kurtulmaya çalıştı. Eğilip bakınca tüm bedeninin kemiklerden ibaret olduğunu gördü. Dokundukları her yeri kurutuyorlardı. Kalbi kocaman bir kara kütle halindeydi ve sonsuz hızda atıyordu. Küflü kabir gayya kuyusu gibi ağzını açmış kemiklerini de un ufak etmeye hazırlanıyordu. Bütün bu korkuya dayanamayan kalp birden bire parçalandı. Her yer kan içerisinde kaldı. Kurtaramadığı kafası yaklaştıkça topraktan fısıltılar kahkahalar duymaya başlamıştı. Çırpındı, silkindi, debelendi. Bağırmaya çalışıyordu ama sesi çıkmıyordu.
Mezarlığın dışında bekleyen üç dört kişi ceketlerine, montlarına sıkı sıkı sarılmış bekliyorlardı. Soğuk bir kış gecesi meyhane başlayan iddialaşma burada Kasabanın dışındaki duvarın üzerinde son bulmuştu. Hiç kimsenin kendisinden daha mert daha cesur olmadığını iddia eden Yusuf içeriye girmişti. Mezarlığın ortasında bulunan Nalbant Hacı Cemil Efendinin mezarına varıp gelecekti. Oraya vardığını belli etmek için mezarın içine bir kazık çakacaktı. Sadece bir kazık…
“Yusuf Ağam hala dönmedi” dedi Terzi Mehmet.
“Aceleye gerek yok. Gece karanlık, hava soğuk mezarlık kasvetli anca varmıştır” dedi bir başkası. O ara bir çığlık duydular derinlerden gelen. “Bırakın beni! Bırakın beni! Diye feryatlar ediyordu. Bekleyenler birbirlerinin yüzüne baktı bir an.
“Koşun!!!” dedi aşçı Nuh. Duvarı atladılar. Mezarlara çarpa çarpa ilerlediler. Ağaçlara çarpmamak için çabaladılar. Çarpmadıkları ağaçların dallarından korunmak için eğildiler. Telaşla yönünü karıştıran bile oldu. Ortadaki büyük çınar ağacının dibine geldiklerinde mezarın üzerine bir gölge yığılmıştı. Birkaç adım kala adamlar durdu. Yusuf, kasabanın en yakışıklı ve en kabadayısı olan genç adam öylece yatıyordu mezarın üzerinde. İçlerinden biri Marangoz Behzat, diğerlerini durdurdu. Yusuf’un yanına yaklaştı. Hafifçe doğrulttuğunda biçimli bir yüzünü, ince bıyığını ve kirli sakalını gördü. Gördü ama yüksek sesle salavat getirmekten de kendini alamadı. Gözleri açılmış ağzının kenarından hafif kan gelmişti. Yüzü bembeyazdı. Behzat usta arkadaşının boş bakışlarını ömrünün sonuna kadar unutamayacaktı. Üzerindeki şoku atınca arkadaşlarına seslendi.
“Mehmet, koş karakola haber ver” dedi en gençlerine dönerek. Üç kişi Yusuf’u olduğu yerden çıkarmaya çalıştılar ama başaramadılar. Nedeni birkaç saniye sonrasında anlaşılmıştı. Yusuf elindeki kazığı toprağa çakarken ceketinin üzerinden çakmıştı. Sonra bir an önce ayrılmak istediğinde ayrılamayınca hissettiği korkudan neler olduğunu anlamamıştı. İşte o zaman bağırmaya başlamıştı. Adam titreyen parmaklarını arkadaşının boynuna şah damarının üzerine koyduğunda hiçbir tepki alamamıştı. Biri kazığı çıkarmak istedi ama Behzat Usta bıraktırdı. Polisler ve gelecek olan kasaba doktoru, arkadaşlarının başına ne geldiğini daha iyi anlarlardı. Öyle de oldu, gelen doktor Salim, kalp krizi dedi.

2 Beğeni

Güzel bir öykü. Sonu da oldukça şaşırtıcı. Kaleminize sağlık.

1 Beğeni

Teşekkür ederim okuduğunuz ve değerlendirdiğiniz için

1 Beğeni