Nedir Bu İçimde Yanan?

Dün gece yoldaydık yine. Yollar insana gereçekten çok şey anlatıyor. Peki ben ne kadarını anlayabiliyorum? Çok azını. Gezip görmek, çok dinlemek az söylemek, bunların hepsi ruh şifası. Böyle zamanlarda insanın kaleminden bir mürekkep damlayıveriyor sonra o mürekkep kendi kendine şekil alıyor, işte böyle çıkmıştır şaheserlerin çoğu. İnanmayın büyük ustalara, yazarlara, ne kadar çok uğraştıkları hakkındaki nutuklara. Uğraşları o mürekkebi kalemden damlatmaya çalışmak aslında, mürekkep ise şeklini kendisi alıyor. İnsan bir şey yazabilecek, anlatabilecek kadar güçlü değil mürekkep kendi kende şekil almasa. Neyse yine çok söyledim, affola. Alttaki yazı dün gece kalemimden damlayanlar. İyi okumalar dilerim.

Nedir Bu İçimde Yanan?

Kendimi yürürken buldum. Nereden geldim ve nereye gidiyordum? Bunları düşünürken bir sıcaklık hissettim, ayaklarımın altı yanıyordu. Ayakalarım çıplak, kızgın kumun üzerinde yürüyordum. Çevreme baktım ama hiçbir şey göremedim, sonsuz bir kum denizi etrafımı sarmıştı, ben ise bu denizin ortasında bir sandaldım. Süzülüp duruyordum ama denizin genişliği beni hiçbir noktaya vardırmıyordu. Bir süre sonra bir ağaca rastladım. Küçük yapraklı, orta boylu bir ağaçtı. Gölgesine oturdum. Düşünmeye başladım, ben bu çöle nasıl düşmüştüm? Nasıl gelmiştim bu uçsuz bucaksız, susuz denize? Aklıma bir şey gelmiyordu, kendimi bile hatırlamıyordum, ellerime baktım. Ellerim iş yapmaktan sertleşmişti, bir demirci olmalıydım. Ama bir demircinin çölde ne işi olur? Biraz oturunca uykum geldi, kıvrılıverdim ağacın altına, gölgesiyle beni koruyordu güneşin keskin oklarından. Minnet duydum ağaca bu karşılıksız iyiliği için. Dalıverdim uykuya. Düşümde bir kokuyu takip ediyordum. Neydi bu koku? O kadar güzel kokuyordu ki, kaynağını bulmalıydım. Dünyada bu kokunun kaynağından daha değerli bir şey olmadığını anlamıştım kokuyu alır almaz. Ne yapıp edecek bu kokunun kaynağını bulacaktım. Kokunun kaynağına ulaşamadan uyandım.

Gün batıyordu, güneşin batımı kumları daha bir kızıl yapmıştı, adeta bir kor gibiydiler. Sonra bir şeye özlem duydum, ne olduğunu bilmiyordum. Galiba bir at’a. Evet bir atı özlüyordum, keşke yanımda olsaydı beni bu kızgın çölden dört nala çıkarsaydı. Ama hayır, bu çölden çıkmak istemiyordum kalbimin derin yerlerinde. Bir anda atı çölden kurtulmak için değil de çölün derinlerine gitmek için istediğimi fark ettim. Neden istiyordum ki bunu, susuzluktan ölmek üzere iken çölün derinlerine gitmek istemek neden? Bir at hayal etmeye başladım, kahverengi heybetli bir erkek at. Ne kadar güzel bir varlık. Aynı anda hem görkemli, hem korkunç, hem güzel. Aklım yavaş yavaş başıma gelmeye başladı, benim böyle bir atım vardı, ben bu atla bozkırda dolaşıyordum. Ah bozkır, yeniden seninle olmak için nelerimi vermezdim. Sert bir dost. Kabul ediyorum, soğuğu çok soğuk, sıcağı çok sıcak. Hele sana küsmeye dursun yazın ortasında gününü çekilmez eder, kışın ise yolunu karla kapatır da kalırsın oracıkta. Onu sinirlendirmemek lazım. Ama sadık bir dost. Ona güvendiğin, o da sana güvendiği zaman seni asla yarı yolda koymaz. Uzak yolu yakınlaştırır. Seninle gider o yolu. Sana hikayeler anlatır, ıssız gecelerde dostluk eder sana. Ah bozkır. Nerelerdesin benim kadim dostum? Ben bir çöldeyim, çöl beni tanımaz ben çölü tanımam. Aynı dili konuşmuyoruz onunla. Huyunu da bilmem suyunu da. Ben seni nasıl bıraktım da geldim bu çöllere? Aradığım bir şey vardı benim, ama aklım başımdan gitti kendimi bilemez oldum.

Yürümeye başladım tekrardan, nereye gittiğimin çok bir önemi yoktu aslında, yürüdüm öylece. Kalbimdeydi bozkır onu düşünüyordum, onla çok eskiydi dostluğumuz. Ben onu üstünde avlanırdım, bazen avımı kolaylaştırırdı bazen zorlaştırırdı. Koyunlarımı onun üstünde yetişenle otlatırdım. Evet doğru ya ben bir çobandım. Bazen sürerdim atımı güneye, orada bir adam yaşardı çok yaşlı ama bazen de genç. Savaşırdım onunla nedensiz. Yerleşmişti o bir yere, ben ise hiç sevmezdim yerleşikliği. Sıkılırdım en başta, dünya bana dar gelirdi bir yerde uzun bir süre kalsam. Oradan oraya dolaşırdım sürekli, ama bozkırdan ayrılmazdım hiç. Bozkır sınırları içindeydi benim yolculuğum. Arada içimden gelirdi ayrılmak ama hiç başaramazdım. Gidemezdim yeşil topraklara. Gitsem de sadece yağma için. Neyse, savaşırdım güneydeki adamla sürekli, hiç uyuşmazdı huylarımız, ben neysem o tam tersiydi. Ben özgürleştirmeyi severdim o tutsak etmeyi, ben dolaşmayı seçerdim o yerleşmeyi. Böyledi işte. Şimdi hatırlıyorum da bir gün yine savaştan gelmiştim güneydeki adamla, hoş savaştı, zevkli bir zafer. Yine birilerini esir almıştı, özgür bırakmıştım onları güneyliyi def ederek. Hep böyle olageldi, bazen kuzeyde savaşırdım bazen güneyde. Hep savaşırdım. Benim savaşım köleliğe karşıydı, köklere karşıydı, kökleşmeye karşıydı ve köle edenlere karşı. Neyse… Ne diyordum? Bir gün yine savaştan gelmiştim, gün batıyordu yine. Onu izliyordum, elbisesini değiştiriyordu, sarı elbiseden siyah elbiseye. O kadar güzeldi ki… Düşünüyordum ne yaptığımı ve ne yapacağımı, günbatımını izlerken. Sıkılmıştım artık her şeyden, savaşmaktan, dövüşmekten özgürleştirmekten… Hayvanlara bakıyordum bir yandan. Dedim ya bozkırda gün batımı gibisi yoktur diye, hayvanlarda böyle düşünür bozkırda. En çok koşuşma gün batarken olur, tilki tavşanın peşinde, yılan fare peşinde koşar durur. Her gün oynanan aynı oyundur bu. İçimde bir yerde sıkılmıştım aynı oyunu izlemekten. Tüm bu doğanın kendi içinde verdiği ve benim kendi içimde ve dışımda mücadeleden. Anlamsız geliyordu artık savaşlar. Ne için savaşıyordum ki aynı şey tekrar tekrar olacaksa? Ne için zalimin kafasını eziyordum yeni bir zalim türeyecekse? Bunları düşünürken gök gürledi bulutsuz gökyüzünde, anlamadığım dilde bir şey diyordu. Bir yılan gördüm kendi kuyruğunu yiyen, sonrasında ise bir koku yayıldı dünyaya, ben bundan daha güzel bir koku koklamamıştım. Şimdi hatırladım da bu rüyamda peşinden gittiğim kokuydu. Ama o bir rüyaydı, gerçekte de mi var bu koku? Evet doğru ya, var gerçektende, şimdi bile alıyorum o kokuyu. Atımı sürdüm kokunun kaynağına, çölden geliyordu bu koku. Bozkır bana öyle dedi, bana ilk defa git dedi. Gittim bende, ama yazılı bir taş bıraktım arkamda, üzerine yazdım cümleleri:

Sahipsiz sanma zavallıyı

Onunda vardır bir kollayanı

Gelecek ansızın bir gün yeniden

Gündüzün süvarisi, gecenin çobanı

Ulaştım çöle binbir derdin ardından, güzel koku buradan geliyordu. Çölün ortasında açmış bir çiçek güzel kokusuyla dünyayı selamlıyor. Nasıl karşılık vermez insan bu selama? Dolaşmaya başladım çölde gittikçe yaklaşıyordum çiçeğe. Gönlümü hoş ediyordu, bozkırdan daha çok sevmiştim onu. Ama bir adam çıkageldi üzerinde garip bir elbise kafasında komik bir şey. Şapka diyordu ona. Elime bir kitap sıkıştırdı. Anlamadığım bir şeyler yazıyordu, bir göz gezdirdim sadece. Kahrolsun. Kahrolsun o kitap, içinde sekülerlik naraları. Bir anlığına bakmıştım sadece. kaybettim kokuyu. Kaybettim kendimi, benliğimi kaybettim. Yeni yeni güçleniyor o koku. İçimde bir ateş var bu sefer, neydi bu ateş? Tanıyorum ben bunu bir yerden. Ölümle yaşamı ayıran ateş, bir amaç uğruna yanan ateş, her bir kıvılcımda bin kükreyen ateş. Tanıyorum ben bu ateşi. Bu… Bu içimde yanan… Savaşın ateşi.

Gideceğim ve sileceğim yeryüzünden o ahmak elbiseliyi, sonra bir daha döneceğim bozkıra. Bozkır söyledi bana, üzerini toz bürümüş yazdığım yazının, güneyli yine tutsak alıyormuş insanları. Peki ya o çiçek? Ne olacak o çiçeğe? İçimden bir ses yükseliyor. Ulaşamazsın ona bu dünyada, ölmen lazım bunun için. Tamam o zaman, ölürüm bende, ölüpte gelirim.

Bu ateş… İçimdeki ateş artık anlamlı yanıyor. Bir anlamı var artık. Savaşın ateşi.

										M.Baha