Kendi köklerimizden kopmadan yenilenmeyi savunan bir Türk aydını olarak Ahmet Hamdi Tanpınar, bu eserinde geçmişe sırt çevirerek Batı uygarlığını kopya etmeye çalışanlar ile -biraz daha kapalı olmakla birlikte- geçmişe saplananları eleştiriyor.
İlk bölümde Hayri İrdal’ın yakın çevresi üzerinden maddi dünyadan kopuk, ilmi hayatı durmuş bir Osmanlı toplumunu hicveder.
Dünya harbi ile birlikte İrdal ve onun nazarında Türk toplumunun ayakları geç de olsa yere basar.
İkinci bölümünde ise arada kalmış toplum ve aydınlar üzerinden, yeni güzellemelerini hicvederken Türk aydının arada kalmışlığını Dr. Ramiz ve “kıraathane” alegorisi ile başarıyla anlatır.
Üçüncü bölümde İrdal velinimeti Halit Ayarcı ile tanışır. Bu bölümde kurulan enstitü ile yeniyi temelsiz de olsa yaratmak ve yerleştirmek arzusunda ki Ayarcı üzerinden Cumhuriyet eleştirilir.
Son bölümde ise yeniye inanmış gibi görünen ancak sadece çıkarlarını düşünen ve bu çıkarı korumak için velinimetleri Halit Ayarcı’ya bile sırt çevirebilen enstitü çalışanlarının timsalinde bürokrasi ve aslında bu süreçte hiç değişmemiş olan toplum, efkarıumumiye hicvedilir.
Çıkar peşinde koşmak gibi bir gayesi olmayan, yeni birşey yaratma gayreti ve inanmışlığındaki eylemci Halit Ayarcı romanın sonunda çalışanlarının ihanetine uğrar ve aldanmışlığını itiraf ederek enstitüden uzaklaşır.
Yazar, Halit Ayarcı’nın yokluğunda enstitünün kapatılma noktasına gelmesini; toplumca destek görmemiş köksüz devrimlerin, o devrimleri sürdürecek kadroların yokluğunda yıkılmaya mahkum olduğunu göstermek için kullanmıştır.
İlk iki bölümü, Hayri İrdal ve yakın çevresi üzerinden kişi ve toplum tahlilerini çoklukla beğendim. Halit Ayarcı ile ilgili bölümlerde ise yazar hicve ağırlık verince tahliller biraz yavan kalmış.
Enstitü binasının bu kadar ayrıntılı betimlenmesini beklemiyordum. Zihnimde hiç canlandıramadım.
“Hürriyet aşkı, -haydi Halit Ayarcı’nın sevdiği kelime ile söyleyeyim, nasıl olsa beni artık ayıplayamaz, kendine ait bir lügati kullandığım için benimle alay edemez!- bir nevi snobizmden başka bir şey değildir. Hakikaten muhtaç olsaydık, hakikaten sevseydik, o sık sık gelişlerinden birinde adamakıllı yakalar, bir daha gözümüzün önünden, dizimizin dibinden ayırmazdık.”
“İnsanoğlu insanoğlununun cehennemidir. Bizi öldürecek belki yüzlerce hastalık, yüzlerce vaziyet vardır. Fakat başkasının yerini hiçbiri alamaz.”
“Orijinal ve yeni… Dikkat edin, yeni diyorum. En büyük harflerle yeni! Yeninin bulunduğu yerde başka meziyete lüzum yoktur.”
“Realist olmak hiç de hakikati olduğu gibi görmek değildir. Belki onunla en faydalı şekilde münasebetimizi tâyin etmektir. Hakikati görmüşsün ne çıkar? Kendi başına hiçbir mânası ve kıymeti olmayan bir yığın hüküm vermekten başka neye yarar? İstediğin kadar uzatabileceğin bir eksikler ve ihtiyaçlar listesinden başka ne yapabilirsin? Bir şey değiştirir mi bu? Bilâkis yolundan alıkor seni. Kötümser olursun, apışır kalırsın, ezilirsin. Hakikati olduğu gibi görmek… Yani bozguncu olmak… Evet bozgunculuk denen şey budur, bundan doğar. Siz kelimelerle zehirlenen adamsınız, onun için size eskisiniz, dedim. Yeni adamın realizmi başkadır. Elinde bulunan bu mal, bu nesne ile, onun bu vasıflarıyla ben ne yapabilirim? İşte sorulacak sual.”
“Bu asra birçok ad verilebilir. Fakat o her şeyden evvel bürokrasi asrıdır. Spingler’den Kayserling’e kadar bütün filozoflar bürokrasiden bahsederler. Ben hattâ derim ki, bürokrasinin asıl kemal çağı istiklâl devri bu devirdir. Bunu anlayan adam mühim adamdır. Ben mutlak bir müessese kuruyorum. Fonksiyonu kendisi tâyin edecek bir cihaz… Bundan mükemmel ne olabilir?”
“İş insanı temizliyor, güzelleştiriyor, kendisi yapıyor, etrafıyla arasında bir yığın münasebet kuruyordu. Fakat iş aynı zamanda insanı zaptediyordu. Ne kadar abes ve mânâsız olursa olsun bir işin mesuliyetini alan ve benimseyen adam, ister istemez onun dairesinden çıkmıyor, onun mahpusu oluyordu. İnsan kaderinin ve tarihin büyük sırrı burada idi.”