Ölmüş Sevgiliden Mektup

Hoşça kalın diyecek kadar vakti olan hiçkimse tek bir söz söylemeden çekip gitmemelidir. Böyle bir kabalık bana yapılmış olsa hiçbir şartta mazur görmeyeceğimden eminim. Üstelik şu kısa ömrümde bir vedayı hak etmeyecek hiçkimseyi tanımadım. Sözlerimi yüzünüze söylemediğim için beni bağışlayacağınızı biliyorum. Malum, yüzleriniz benden epeydir uzak; yine de hiçbirinizi son gördüğümden daha az seviyor değilim. Bazılarınızı her gün daha çok sevdiğimi de tahmin edeceksiniz.

Daha fazla buruşturup atacak kağıdım kalmamış görünüyor. Yazar yazmaz içimde pişmanlık uyandıracak bazı sözlerimi işte bu yüzden her halükarda okuyacaksınız. Size üzeri çizili satırlarla dolu bir mektup bırakmayı hiç istemem doğrusu. Hele ki… Hayır, bu cümleye devam etmeyeceğim. Beni anlaması için ismini yazmam gerektiğini de kim söyledi?

En iyisi size içinde bulunduğum şu anı tarif ederek başlamak olacaktır sanırım. Böylece daha tereddütsüz yazılacak cümlelere geçmem de kolaylaşır. Kendimi pek iyi hissettiğimi söyleyecek değilim ama aynada hiç yabancısı olmadığım bir adama baktığımdan da şüpheniz olmasın. Uzun zamandır alışığız birbirimize. Her neyse. Biraz vaktinizi alacak vedama şimdi ne yapıyor olduğumdan başlayalım artık.

“Her mutluluk, bitişin kaçınılmazlığına dair bir hüzünle lekelidir.”

Aklımda bu cümleyi evirip çevirerek sokağı seyrediyorum. Yağmur damlaları penceremi dövüyor yine. Soğuk kış gecesinde kahvemin sıcaklığıyla avunamıyorum. Kedim bile mayışıp uykuya dalalı epey oldu. Ayaklarımda iki kat çorapla üşüyor değilim; yalnız, içimde iki büklüm, üç kat olmuş ruhumu ısıtamıyorum. Kimse halimi sorsun da istemiyorum, yapayalnızmışım gibi. Değilim. Ben hala geçmişin hayaletleriyle koyun koyuna uyuyorum.

Hele o… (Bu son sözün üzerini çizmek isterdim. Yok hayır, istemezdim. Kalsın. Hatta yüzümü ona çevirerek artık yalnız onunla konuştuğumu hayal edersem belki daha kolay yazabilirim. Başka türlüsü de olmayacaktı galiba.)

Son bir kez daha sevgilim demeli miyim sana? Sanırım artık çok geç ve anlamsız. Artık bunları konuşmasak daha iyi, öyle değil mi? Konuşmak demişken…

Ne çok konuştuk ve hiç de az susmadık şu masanın başında. Parmaklarımda tanıdığın aynı kalemi tutuyorum; ama bu kez başka türlü yazacağım, söz veriyorum. Hem, sıradan şeyler yazmak için oldukça geç bir saat. Sokağın ıssızlığında karanlığa gömülmedik bir ben kaldım bir şu lamba. Işığından artık gözlerim acıyınca bir sigara daha yakıyorum eskisi gibi, bilirsin işte. Direniyorum; bir satır, bir satır daha. Hikayeyi son bir kez andıktan sonra ölebilirim sanıyorum.

Afili sözleri oldum olası pek sevmezdim, bilirsin; ama şimdi sık sık aklıma gelip duruyorlar. Ne yapayım onlarla? Sen olsan içimden geldiği gibi yazmamı söylerdin, biliyorum. Ben de bu kez öyle yapıyorum. Kendim sona ermeden bunu sona erdirebileceğimden eminim. Ne de olsa her şeyi dün gibi hatırlıyorum.

Üç güne kadar beni bulurlar diye düşünüyorum. Kimse sormasa Bakkal Ahmet sorar, üç yumurta fazladan satmak için. Şişmemiş olsam bari. Her neyse. Artık sadece içimi dökmek istiyorum. Her birinizi artık hiç duraksamadan yazılacak, kendi halinde akıp gidecek satırlarımla baş başa bırakıyorum. Şimdiden elveda.


Her mutluluk, bitişin kaçınılmazlığına dair bir hüzünle lekelidir. En güzel başlangıçların sona ereceği anda hissettireceği burukluğu düşünmemeye çalışmamız bundan değil mi? Mağlup olacağımızı baştan bildiğimiz halde her cephesi için aynı çocuksu heyecanla hazırlandığımız bitmeyen savaşımızdır bu. Bütün bir ömrün bu kaideye dahil olması ne acı. Avuçlarımızın arasından kayıp gitmesini istemediğimiz her bir gün ve nihayetinde ömrümüzün kendisi için bu gerçeklik ne acı.

Ne tuhaf his şu var olmak. Bütün yaşanmışlıkların ucunda duran bir tek an… Gerisi beynimizin kıvrımlarında kendine yer açmış hatıralardan ibaret. Bir tekine bir kez daha dokunabilmenin imkansızlığı içinde devinip durmamıza yaşam diyoruz. Yine de bu kadar tatlı, neredeyse vazgeçilmez oluşu, kandırılmaya olan düşkünlüğümüzden doğuyor gibi. Kandırılmaya olan düşkünlüğümüz, pek çok hikayenin özeti olabilir.

Bunlardan biri daha, uzun zaman önce sona erdi. Başladığı gün çok yağmurlu ve soğuktu ama sen bunları zaten biliyorsun. Olsun, artık başkaları da bilse olur. Önümü sıkıca kapatmış, ellerimi yumruk yapıp ceplerime gömmüştüm. Her şeyin başladığı anda neleri düşünmekte olduğumu ne tuhaftır ki hatırlıyorum. Hatırlamıyor olsaydım, hiç yaşanmamıştan farkı kalır mıydı acaba? Bu düşünce her zaman içimi acıtmıştır.

Yok hayır, öyle öğrencilik yıllarımdan kalma havai düşünceler içinde yüzmüyordum bu kez. Sadece basit bir makarna tarifi vardı aklımda. Hoş, o da öğrencilik yıllarımdan kalmadır ya… İnsan böyle bir şeyi neden hatırlar ki, değil mi? Nedenini biliyorsan, bak bu aramızda kalsın işte. Ne çok şey aramızda kalmadı ki…

Minik yapraklı fesleğenlerin de yenip yenmeyeceğini sormuştum saksının arkasından. Satıcı, elindeki fısfısla hala adını bilmediğim bir çiçeğin yapraklarını suluyordu. Ondan beklediğim cevabı sen verdin ki sesinden duyduğum ilk kelimenin ret bildirmesini her zaman biraz ironik bulmuşumdur.

Artık satıcıya bakmıyordum ama onun başını aniden çevirip sana baktığını fark etmiştim. Sen, her zamanki az utangaç, çok kararlı halinle devam ettin ve bana minik yaprakların fazla tüketilirlerse zehirleyici olabileceklerine benzer bir şeyler söyledin. İri olanlarınıysa şu köşedeki, bugün ismi değişmiş bulunan yerden alabilecektim.

Mavi bir çiçeğin yanında duruyordun ve gözlerin canlı yapraklarından çok daha maviydi. Seninle ilgili hatırladığım ilk şey budur. Üzerinde ne vardı, hatırlamıyorum sanma sakın; ama zihnine kazınan ilk şeyi nasıl unutur insan? Seni bir daha görmeyeceğimi çok iyi bildiğim son dakikada gözlerimin tutunacak başka bir mavilik aramasında şaşılacak bir şey yok anlayacağın.

İnsan hiç tanımadığı birinin bakışlarından niçin korkar? Biliyorum, sayısız cevabı olabilecek böyle bir soruyu okumak şaşırttı seni. Gideceğin andan korkmaya o günden başladığımı söylersem, şaşkınlığının dineceğini ümit ediyorum. Beni her şeyin sona ermek, her günün ölüp gitmek mecburiyetini hatırından çıkaramayan biraz mutlu biraz melankolik bir adam olarak tanıdığın için şimdi neden bahsettiğimi anladığına inanıyorum.

Şu köşedeki, bugün ismi değişmiş bulunan yer… Er ya da geç sana bir kez daha rastlama ihtimalini mümkün kılacak o yer, başka kimse için de böylesine uğrak bir mabet olmuş mudur? Sanmam. Dudağının kenarında bir mütereddit tebessüm belirecektir şimdi. Onu benim için sakla ve sakın çekinme; her teferruatı da anlatacak değilim. Seni yeniden görmenin beni mutlu edeceğini açıkça söyleyebildiğim gün hiçbir şey için artık erken olmadığını bilseler kafi.

Hastalıklı bir aşk mıydı, hastalıksız olanı var mıdır, bunları düşünecek çok vaktim oldu ama hiç halim olmamıştı bugüne dek. Şimdiyse böyle bir anlam arayışının düşünmeye bile değmeyeceğini, boşa uğraş olduğunu artık biliyorum. Yaşayarak öğrendim ki anlam dediğimiz şeyi yükleyenler bizleriz ve bu yük ancak varlığına itiraz etmediğimiz müddetçe sırtımızdadır. Öyleyse her şey geride kaldığındaki fark etmezlik içinden bir anlam çıkarmak marifetini kim gösterebilir? Dedim ya, boşa uğraş…

Bana kendi renklerini anlattın ve bunu sana ben yapmış olsaydım bir eldiven gibi örtüşürdü sözlerimiz. Nasıl bu kadar aynı olabildik? Gökyüzünü benimle aynı renkte gören yalnız sen oldun. Bu bir delilik mi? Hiç bundan tatlı bir delilik yaşamadım. En derin korkularımı okşadın, kanayan yerlerimi acıtmadan, yalnız sözlerinle yıkadın ve hiçkimsenin yüreğinde taşıdığından farklı olmadığına inandırdığın korkaklığımı kutsadın. Anlayamadığın tek bir noktam, virgülüm, soru işaretim olmadı. Nasıl bu kadar aynı olabildik?

Canım İstiklal Caddesi’nin her taşında, her sesinde ve her renk ışığında, hüzünlü mavisinde ve sıcak sarısında, öfkesinde ve coşkusunda, sevişmeye benzer o kesik kesik dansında şakaklarında atan kalbine dokunduğumu söylemiştin. Sonsuza dek sürecek bir rüyanın bulunmadığını iyi bilen ruhuma, anı bir şarapmış gibi kafama dikip sarhoşluğunda kaybolmayı öğrettiğin için pişmanlık duymamalısın. Hüsran bir akşamdan kalma hali gibi dilimizi damağımızı kurutacaksa bile hiç sarhoş olmadan ölmüş bir adam daha zavallı sayılmalıdır.

Merak etme, seni daha fazla utandırmayı ben de hiç istemiyorum. Sadece aramızdaki hiçbir şeyin fazlasıyla sıradan sayılamayacağını biraz olsun anlatmaya çalışmak istedim. Biraz da sonu anlatmak zorunda kalacağım anı geciktirmek istemiş olabilirim ama biliyorum ki geçmişte olmadığım gibi burada da anı durduracak güce sahip değilim. Öyleyse başlasın artık. Son damar da kopsun ki bana sorarsan ölüm böyle bir çaresiz çırpınıştan yeğdir.

Bir terk ediş nasıl anlatılmalıdır? Hayata yenilmek, hayatta yenilen en ağır köteğin ağırlığını unutturacak kadar aşağılıyor insanı. Nefsi yaralayan onca duygunun içinde en ağırlarından biri… Gitmeye mecburdun, biliyorum. Seni yargılamadığım gibi, ağırlığı altında ezilirken bile benimle bir oluşunu takdis ediyorum. Tek pişmanlığım bunu bir tren garında yaşamak zorunda kalmamız olabilir. Bilirsin, eskiden trenleri çok severdim ben.

Parmakların parmaklarımın ucunda, sonra daha ucunda… O anın bir buz kalıbı gibi donup kalmasını ne çok istediğimi öyle berrak hatırlıyorum ki… Donup kalmadı elbette. Sayısız başkaları gibi öylece geçip gitti. Ölmeye mahkum olan her bir an gibi, ölmeye mahkum olan her bir gün gibi öylece bitti. Zamanın manzaralı penceresinden bakan iki çocuktuk. Bir kez daha gönüllü bir aldanışla kandırıldığımızı düşünmek seni avutur mu bilmem ama ben artık bu trenden inmek istiyorum. Şimdi son bir vedanın vaktidir artık.

Yapayalnızken tanımıştım seni. Hiçkimse görmedi, hiçkimse bilmedi. Var mıydın, yok muydun, benden başka söyleyecek hiçkimse yok. Ya ben de yanılıyorsam? İnan bana, bu bir sorun bile değil sevgilim. Ben her şeyden çok sevdim seni.

Akıl hastanesi pek sevimli bir yer sayılmaz. Kimseye tavsiye etmem, sana hiç… Hem sen gürültülü bir sessizliği hiç sevmezsin ki… Beyaz duvarlar içinde kendi haline bırakıyorlar herkesi. İnsan hiç kendi haline bırakılır mı?

Öyle bir yer düşün ki kim olduğun hiç mühim değil. İnsanlar bazen bir ömür boyu istiyor bunu. Ne istediklerini bir bilseler… Bazen bir adam oturur yanına. Konuşuyor ama söylüyor mu, duyuyor ama dinliyor mu bilemezsin. Etrafta onca insan, ilaçlarını alıyor musun, almıyor musun, kimsenin umurunda değil. İstersen onları biriktirebilirsin, biliyor musun? Ben biliyorum.

Birkaç gün önce evime gönderdiler beni. Melankoli o kadar da korkulacak bir şey değilmiş. Hem kimseye bir zararım yokmuş ve olacağa da benzemiyormuş. Bunu anlamaları bu kadar uzun sürmeli miydi? Gülme, herkes senin kadar tanımıyor ki beni.

Bedenim ağırlaşıyor ve uykum da gelmeye başladı. Acaba bundan başka bir rüya daha var mıdır? Varsa, ne olur sen de orada ol. Hoşça kal.

1 Beğeni

Okurken bir yandan aklıma Milena’ ya Mektuplar geldi. Aynı Kafka’ nın kitabı gibi biraz boğucu bir yanı var. Gerçi hikayenin teması da başlı başına boğucu bir tema olduğuna göre bu gayet normal ve açık söylemek gerekirse bu tarzda hüzün kokulu melankolik kitapları okumakta zorlanabiliyorum ben. Yanlış anlamayın sakın, sizinle hiçbir ilgisi yok bu konunun yalnızca nasıl hissettiğimi anlatmaya çalışıyorum. Bunun dışında betimlemelerinizi çok beğendim ve azıcık da kıskanmış olabilirim :sweat_smile:

Elinize sağlık güzel olmuş :grin:

1 Beğeni