Ölüm Mevsimi

Kışlık erzak ve yakacaklarını evin bitişiğindeki kulübeye taşıyalı henüz birkaç saat olmuştu. Hava, sonbaharın kızıllığını henüz doğaya serpmemiş, yeşilliğin hüküm sürdüğü yaylalarda türlü hayvanlar otlanmaktaydı. Mihrinaz sırtüstü uzanmış çatlamaya yüz tutmuş ahşap tavandaki lekeleri izliyordu. Büyük harbin üzerinden kaç yıl geçtiğini tam olarak bilmiyordu. Beyazıt’ın gidişinden sonra her şey değişmişti. Savaşın geride kalanlara bıraktığı acı ıstırap ölümün gerçekliğinden daha sarsıcıydı. Üzerine savaştıkları topraklar bile eskisi gibi değildi. Daha bir farklı görünüyor daha bir farklı kokuyordu.

Gitmesinin gerekmediğini, gözlerden uzak bir hayat yaşayabileceklerini, gerekirse başka ülkelere kaçabilecekleri şeklinde defalarca dil dökse de tutamamıştı Beyazıt’ı. Kasalı bir askeri araca eşlik eden atlı birliklerin kasabaya gelmeleri uzun sürmemişti. Beyazıt elbiselerini ve babasının kendisine düğününde hediye ettiği, ailesinin sahabeler döneminden kaldığına inandıkları, kuşaktan kuşağa aktarılan el yazması Kur-an’ı da çantasına koymuştu. Elindeki küçük çantasına koyduğu eşyaları sırtlayıp kapıda kendisini bekleyen eşinin yanında durdu. Nedenini bilmese de kalp atışları hızlanmıştı. Mihrinaz’ın çehresine uzun uzun baktı. Sonra alnına sıcak bir öpücük kondurdu. Mihrinaz kursağında birikmiş cümleleri dile dökememiş, sevdiği adama buğulu bir çift gözün ardından bakakalmıştı.

“Geri geleceğim. Beni merak etme.”

Ağzından çıkan sadece bu iki cümle olmuştu. Belki uzun yıllar boyunca hiç tanımadığı silah arkadaşlarıyla hiç bilmediği topraklarda hiç görmediği düşmanlarına karşı yıllarca savaşacak belki de bir daha dönemeyecekti. Buna rağmen ardında sadece iki cümle bırakmıştı. Sonra eşine son kez sarılırcasına sıkıca kavradı. Biraz sonra evlerden birer ikişer çıkıp askeri araca yaklaşan kalabalığa doğru karıştı. Evine tekrar dönmenin ümidini daha birkaç adım uzaklaşmışken yeşertmişti. Attığı her adımda kalbi daha da hızlı atmaya, alnında küçük ter damlaları oluşmaya başladı. Biraz sonra bacaklarında istemsiz birkaç kasılma oldu. Durmak istedi ama durmadı. Duramazdı. Dursa geri dönerdi. Erkekliğini gururlar altına alamayacaktı. Hele ki kasaba sakinlerinin arasında böyle bir zamanda. Askeri araca binerken gözü hâlâ kapı eşiğinde yazmasıyla elmacık kemiğinden süzülen yaşları temizleyen eşindeydi. Ölüm yoluna giden sevdiklerini uğurlayan kadın kalabalığında düşündüğü tek şey geri döneceğine inanma isteğiydi. Ölüm yolundaki bu kalabalıkta sevdiklerini uğurlayan kadınları, çocukları ve yaşlıları boş gözlerle süzdü. Göz bebeğinde küçük bir yansımadan ibaret olan beyaz ahşap eve belki eli ve yüzünde birkaç sıyrıkla belki de eksik bir uzuvla savaş zaferinin nişanı olan madalyalarla bezeli askeri üniforması ile geri dönecekti. Savaşta farklı cephelerde savaşan askerlerin temennileri keskin bir yokuşun dibinde kesişir. Hepsinin aynı temennileri vardır fakat birinin gerçekleşmesi için diğerinin ölmesi gerekirdi. Ve öyle de oldu. Beyazıt, atlıların kendilerine eşlik ettiği arabayla evinden uzaklaşırken geri dönmeyeceğini hiç aklından geçirmemişti. Eline silahı ilk aldığı anda, yoğun çatışma zamanlarında, inancını kaybettiği anlarda, acıyla inlediği yaraları sızladığında da aklından geçirmemişti.

Beyazıt beyaz ahşap evi bir daha hiç göremedi.

Böylece yıllar geçti. Beyaz ahşap evin kapısında bekleyen Mihrinaz Beyazıt’ı önceleri sabırla bekledi. Bekledi. Bekledi. Sonra yoruldu. Sabrı tükendi. Ayakları tutmamaya, gözleri görmeye, dili dönmeye başladı. Sayıkladığı adını duyamayacak kadar sağırlaşmıştı kulakları. İnsanı bu bekleyişler yıpratıyor. Güzel günlerin umutlu bekleyişi vardı yüzündeki kırışıklıklarda.

Mihrinaz kasabalı birkaç adamın evlilik teklifini reddetmişti. Sonuçta kocasının öldüğüne dair bir kanıt yoktu ve bu yüzden nikâhlı sayılırlardı. Neden başkalarını sevmeyi denemedi ya da neden başkasıyla evlenmedi, bilmiyordu. Verebilecek tatmin edici bir cevabı yoktu. Belki de olması gereken buydu. Belki de evinde dizini kırıp oturmasıydı münasip olan.

Kendisine bakacak ne bir oğlu ne de bir kızı vardı. Bir başına bu küçük kulübede yaşamaya çalışıyordu. Tarlayı ekip biçiyor, kırdığı odunları taşıyor, şehre inip erzak alıyordu. Ama zamanla yıprandı. Önceleri sırtladığı çuvallar artık ona elem veriyordu. En kötüsü de yatağındaki soğuk boşluk ve evin sessizliğiydi. Bir ara sokak kedilerinden birini eve aldı. Bir şeylerin varlığını hissetmek için. En azından kendisinden başka birilerinin de var olduğunu uzun yıllar sonra bilmek istemişti. Kedi bir kaç hafta kaldı. Sonra sıkılmış olsa gerek o da dayanamadı. Ne evin sıcaklığı ne de yediği yemek kalmasına bir sebepti. Yalnızlık böyle bir şey olsaydı gerek.

Uzandığı yataktan doğruldu. Araladığı perdeden dışarıyı izleyedurdu. Esmer bir çocuk elindeki uzun odun parçasıyla huysuz keçiyi dürtüyor, bir başkası da tavuklarını takip ederek uzun zamandır bulamadıkları yumurtaların peşine düşüyordu. Karla karışık yağmur yağmaya başlamıştı. Bulutlar hastalıklı ciğerler gibiydi. Ne de kötü kokuyorlardı. Annesi söylemişti, böyle bir havada doğduğunu. Kendisi diledi, böyle bir havada ölmeyi.

Tekrar yatağına uzandı, battaniyesini göğsüne kadar çekti. Yarına uyanmamayı dileyerek kapadı gözlerini. Kim bilir kaçıncı kez.