Asla Boynuzu Olmayan Bir Şeye Güvenme! (1.Bölüm)
Derler ki kadim ağaçların köklerinin altında topraktan çok daha fazlası vardır. Orada unutulmaya yüz tutmuş bir kültürün son kalıntıları yatmaktadır. Tanımadığımız ve hakkında hiçbir şey bilmediğimiz bir kültür…
İşte bu zamanlarda iki kafadar gezgin eski dünyanın topraklarında yol almaktaydılar. Yürüdükleri orman kasvetli, yaşlı ve keder doluydu.
- Hey Piehes, ne bulduğuma da bak. Hahaaa!
- Yotri sen tanıdığım en şanslı kaşifsin. İnanmıyorum, bu kılıç en az bin yıllık olmalı.
- Aslında dostum olay gözlerde. Onları doğru kullanmayı bilmiyorsan asla benim kadar büyük bir kaşif olamayacaksın.
İkisi de bir ağızdan kahkaha attılar. Bu topraklarda keşif yapma çılgınlığını gösteren az sayıda insandan biriydiler. Onlar dünya üzerindeki en nadir olaylardan birinin gerçekleşeceğinden bi haber bu yaşlı diyarda eğlene dursunlar, çok da uzaktan gelmeyen bir yakarış irkilmelerine sebep oldu.
- Yotri bunu sen de duydun mu?
- Evet dostum, sence neye benziyordu?
- Bir yaban domuzu olabilir.
- Hiç sanmıyorum, bakmakta fayda var.
Birlikte temkinli bir şekilde sesin geldiği tarafa doğru yürümeye başladılar. Ses önlerindeki, ismini dahi bilmedikleri ağaç sırasının arkasından gelmişti. Tüm orman sanki bu anın özel olduğunu anlatmaya çalışırcasına ölü gibiydi, yani zaten olduğundan çok daha fazla ölüydü. Aslında orman gayet canlıydı hatta burada daha önce hiç görmedikleri bazı hayvanları ve bitkileri görmüşlerdi. Lakin çok sessizdi. Orman o kadar sessizdi ki böyle bir çığlık, kendini dünyadan soyutlamaya çalışırcasına sakin bu diyarda inanması bile çok güç bir şeydi. Ağaç sırasına geldiklerinde artık rüzgar bile susmuştu.
Yotri yeni bulduğu gümüş kılıcına sıkıca sarılmıştı, Piehes’in elindeyse her zaman kullandığı hançerleri usulca bekliyordu.
- Pıst Piehes, sence neye benziyor, yoksa o bir maymun mu?
- Dostum bu gözler on iki çeşit maymun gördü ama böylesini görmedi.
- Sence ne o zaman? Zavallı şey, can çekişiyor. Onu böyle bırakamayız.
-Bırak bu işin peşini Yotri, nerede olduğumuzu unuttun galiba. O da diğer biçimsiz yaratıklardan biridir işte.
Yotri arkadaşının yerine yüreğinin sesini dinlemeyi tercih ederdi. O böyle biriydi. Ağacın arkasında saklandığı yerden çıkarak yaratığa doğru yavaşça yürümeye başladı. Sadık dostuysa bir sürü lanet yağdırarak arkasından takip etti. Yaratık ağaçtan düşmüş olmalıydı. Tam ensesinden saplanmış bir dal parçası vardı. Yarası ölümcüldü. Yotri yaratıkla göz göze geldiğinde yaratık garip bir dilde çığlıklar atmaya, bir şeyler söyleyerek bağırmaya başladı. Delicesine bağırıyordu. Yotri ve Piehes neye uğradıklarını şaşırmışlardı. Karşılarında can çekişen şey akılsız bir yaratık değildi. Yotri onunla ilk göz göze geldiğinde anlamıştı zaten bunu. Ve şimdi eskiden olduğu kadar güvende hissetmiyorlardı.
- Atalarımız ne demiş, birinin olduğu yerde diğerleri de vardır. Buradan hemen topuklamalıyız Yotri.
- Olmaz dostum. Sen de duymuyor musun, o şey konuşuyor.
- Evet dostum işte o yüzden kaçmalıyız.
Onlar orada tartışıp ne yapacaklarına karar vermeye çalışırlarken, ormanın derinlerinde yıkılmaz diye addedilen bir tabu yıkılmış ve bunun gölgesi de çoktan onların üzerlerine çökmüştü. Yaratığın sesi kesilmişti. Artık manasız bakan soluk gözleri eskisi gibi ışık saçmıyordu. Yotri de sonunda gitmeye ikna olmuştu. Lakin arkadaşını hançerlerini bırakmaması için uyardı. Yotri çok zeki bir avcıydı. Üstelik işaretleri görebilme yeteneği abarttığı kadar vardı. Zihni böyle sihirli topraklarda bile bulanmıyordu.
Hava daha gün ortasında olmalarına rağmen karanlıklaşmıştı ve gökyüzüne bakmaya cüret edemiyordu. Sonunda daha az akıllı fakat çok daha temkinli olan Piehes gözlerini havaya dikti ve karanlığın arasında yüzlerce şeklin kendilerini izlediğini fark etti. Hepsinin de dört kolu vardı, tıpkı hemen yanlarında ölü olarak yatan yaratık gibi…
Piehes’in sesi kendi kulaklarında yankılandı “Birinin olduğu yerde diğerleri de vardır!” Sadece bir anlığına arkadaşıyla göz göze geldiler. Yukarıdan bir yaratık aşağı atladı ve karşılarında dikildi. Yaratığın kahverengi bir kürkü vardı, ve kahverengi gözleri. Hesinden önemlisi de yaratık tam dört göze, dört kısa boynuza ve dört kola sahipti. Bayağı da kaslıydı! Yaratık konuştu. Sesi öfkeli, duruşu zarifti. Elinde tuttuğu iki uçlu mızrağı Yotri’ye uzatarak bir şeyler geveledi.
Yaratık daha önce hiç duymadıkları garip bir dilde konuşuyordu ve insana gerçekten de bir şeyler geveliyormuş gibi geliyordu. Sonra yaratık bir el hareketiyle yukarıdaki diğerlerine işaret verdi ve yukarıdan dört tanesi daha aşağı atladı.
- Piehes, bence silahlarımızı indirsek daha iyi olur.
- Sen kafayı mı yedin. Öyle bir şey olmayacak.
- Eski dostum beni dinlesen iyi edersin. Bu yaratıklar senin o hançerlerinle dişlerini bile temizlemezler. Zaten bir şansımız yok, dediğimi yap.
Piehes arkadaşı tarafından gerçekliğin açıkça yüzüne vurulmasına alışkındı, lakin böyle ciddi bir durumda bu ona zor gelmişti. Yine de arkadaşına güvenerek hançerlerini indirdi ve yavaşça yere bıraktı. Tıpkı yaratığın işaret ettiği gibi. Yotri de her ne kadar yeni bulduğu kılıcını bırakmak istemese de aynı şekilde yavaşça önüne attı. Yaratık memnun olmuş gibi görünüyordu. Kalabalık daha alçaklardaki dallara inmişti ve artık yüzleri tam olarak seçilebiliyordu. Hepsi de kocaman gözlerini dikmiş Yotri ve Piehes’e sanki ilk defa insan görüyorlarmışçasına, hayretle bakıyorlardı. Bazıları kendi aralarında o garip dilleriyle bir şeyler konuşuyor ve gözleri daha da büyüyordu.
Hatta bir ara Piehes bir tanesini öyle bir pozisyonda yakaladı ki, yaratığın gözleri neredeyse bir at arabasının tekerleği kadar büyümüştü. Yaratıklardan ikisi yaklaşıp ellerini ve gözlerini bağladılar sonra da onları sırtlayıp yola koyuldular.
Bizim kafadarların bağları çözülüp gözleri açıldığında hemen önlerinde yanan meşalenin parlak alevleri gözlerini aldı. Belli ki gece olmuştu. Onları getirdikleri yer rutubetli ve havasız bir yerdi. Yotri buradan hiç hazzetmemişti. Üstelik hem karınları acıkmıştı hem de bu bilinmeyen diyarlarda silahları ellerinden alınmış bir şekilde götürülüyorlardı. Etraflarında daha önce hiç görmedikleri yapılar, sarmaşık işlemeli ahşap sütunlar, rengarenk çiçekli bahçeler, neidüğü belirsiz şelaleler ve alabildiğince meşale ışığıyla aydınlatılmış bir şehir duruyordu.
Sonunda yaratıklar büyükçe bir kapının önüne geldiklerinde durdular. Kapıyı bekleyen iki muhafız vardı. Diğerleri, onlarla bizim kafadarları göstererek bir şeyler konuştular. Muhafızlar da yüzlerini ekşiterek Yotri ve Piehes’e baktılar ve başlarını sallayarak kapıyı açtılar. Kapı açılıp da içeri girdiklerinde yaratıklardan birisi yüksek sesle bir şeyler söyledi ve geri çekildi. Diğeri bizimkilerle yürümeye devam etti. Geniş bir holden devam ettiler. Odanın güzelliği adeta kendine hayran bırakıyordu. Her şey ahşaptan yapılmış ve duvarlar, peşi sıra asılmış meşalelerin ateşleriyle aydınlanıyordu.
Oradan başka bir kapıya yaklaştılar, bu kapıyı da iki muhafız koruyordu. Bizimkileri getiren yaratık tekrar onları işaret ederek bir şeyler geveledi. Muhafızlar da tıpkı kendilerinden öncekiler gibi önce yüzlerini ekşittiler sonra da kapıyı açtılar. Yotri ve Piehes’i getiren yaratık içeri girdikten sonra yüksek sesle bir şeyler söyledi sonra bizimkilere ilerlemeleri için işaret etti ve geri çekildi. Yotri hiç duraksamadan yürüdü. Piehes ise onu kolundan dürterek daha dikkatli ve yavaş olması için uyardı. Bir çeşit taht odası gibi bir yere gelmişlerdi. Odada kimse yoktu. Sonra taht koltuğunun arkasındaki kapıdan bir yaratık çıktı ve yürüyüp tahta oturdu. Sonra da onun çıkıp geldiği kapının hemen çaprazındaki kapıdan iki yaratık daha çıktı ve biri Yotri’nin diğeriyse Piehes’in yanında durdular.
Kral gibi bir şey olduğunu tahmin ettikleri yaratık bir süre onları süzdü ve sonra diğerlerine işaret etti. Onlar da ellerindeki testiden, kupalara sarı bir sıvı doldurup bizimkilere uzatarak içmelerini için işaret ettiler. Piehes burnunu kupaya yaklaştırıp kokladı ve iğrenerek arkadaşına baktı. Yotri ise çoktan kupayı tepesine dikmişti. Sonra Piehes bir eliyle burnunu tutarak sıvıyı içmeye başladı. Son yudumu da aldığında sanki etrafındaki her şeye bir anlam, bir yaşam gelmiş gibi hissediyordu. Hava artık eskisi kadar boğucu gelmiyordu ve o ölüm sessizliğinden eser yoktu. Hemen tahtın sol tarafındaki sütunun ortasına yuva yapmış bir sincap, bir şeyleri kemiriyordu. Sağ taraftaki yuvarlak pencerelerdense kuş cıvıltıları geliyordu.
Eskisi kadar terlemiyordu ve o içini kaplayan sıkıntı da yok olmuştu. Tahttan gelen ses hem ona hem de bir öfori durumunda olan arkadaşı Yotri’ye bulundukları durumu hatırlattı.
- Irkınızın ismini ağzıma almayacağım lakin eskilerin hatıraları hala zihnimde. Siz benim topraklarımda benim ırkımdan birini öldürdünüz, derhal kendinizi savunun.
Piehes bulunduğu şaşkınlıktan kurtulup da durumu anlamaya çalışırken, arkadaşı Yotri heyecanla konuştu.
- Gizli diyarın efendisi. Biz kimseyi öldürmedik. Bizler kaşifleriz, etrafta dolaşır değerli şeyler ararız. Hazine gibi ya da eski kılıçlar gibi.
Elinden alınan kılıcını hatırladı, oysa çok sevmişti onu. O kılıç kaşiflik hayatında bulduğu en değerli şeydi.
- Eğer siz öldürmediyseniz kim öldürdü o vakit?
- Efendim biz yeni bulduğum kılıcı incelerken bir ses duyduk ve orayı incelemeye gittik, sonra da zavallıyı o halde gördük. Kanımca ayağı kayıp ağaçtan düşmüş olmalı.
Dört kollu hükümdar tahtından aşağı öyle bir kahkaha attı ki, soldaki sincap kemirdiği şeyi yere düşürüp kaçıverdi. Sonra sakinleşerek konuştu.
- Dışarıda sizden başkası yok yani öyle mi?
Hükümdar soruları sorarken, altındaki anlamlar zaten diken üstünden olan Piehes’i çok korkutuyordu. Sonunda olaya el atıp konuşmaya başladı.
-Efendim her şey aynı arkadaşım Yotri’nin anlattığı gibi oldu. Bizler yalnız gezginleriz.
O sırada hemen arkamızdaki muhafızların koruduğu kapı açıldı ve içeri bizi yakalayan yaratık girdi. Anlaşılan bayağı üst düzey bir konuma sahipti.
- Baba söyler misin bu şeyler neden hala hayatta?
- Durumu tam olarak anlayıp adil bi karar vermem için. Sana verilen emirlere karşı geliyorsun çocuğum ve bu beni üzüyor.
- Hayır! Bize dış dünyada hiçbir şeyin olmadığını söylemiştin. Ölü annemin üzerine yemin etmiştin. Ama ben orada çok şey gördüm. Ağaçların tepesindeki sonsuzluğu gördüm, sapsarı parlayan o ışığı gördüm hepsinden önemlisi bu şeylerle karşılaştım. Söyler misin baba bunların hepsinden haberdar mıydın?
O sırada Piehes bu güne kadar hiç yapmadığı bir şeyi yaptı. Düşünmeden hareket etti ve baba ile oğulun arasına girerek konuştu.
- Efendim biz kimseyi öldürmedik ve karnımız da çok aç. Lütfen bizi bırakın. Kimseye burası ve sizler hakkında bir şey anlatmayız. Zaten biz gezginlerin saçma hikayelerine de kimsecikler inanmaz.
Kralın oğlu bir hışımla bağırarak konuştu.
- Biz boynuzu olmayan hiçbir şeye güvenmeyiz!
Kralın ayağa kalkmasıyla da susuverdi. Kral bir elini omuzlarına götürerek bir hareket yaptı, prens de başını eğerek arkasını döndü ve geldiği yoldan dışarı çıktı. Sonra kral Piehes’e seslendi.
-
O dediğin mümkün değil, size ne olacağına yarın meclis karar verecek. Çok uzun zamandır toplanmayan bir meclis. Kadim olanlar konuşacak ve genç olanlar da dinleyecek. Her şeye rağmen oğlum bir konuda haklı. Biz boynuzu olmayan hiçbir şeye güvenmeyiz…
DEVAM EDECEK
Özet
Uzun zaman önce yazdığım bir hikayeyi paylaştım, umarım beğenirsiniz. Aslında eski forumda da vardı bu öyküm ama burada da olsun istedim.