Prenses Gelin - William Goldman

Künye:

Adı: Prenses Gelin
İngilizce Adı: The Princess Bridge
Yazar: William Goldman
Türü: Serüven Mizah
Yayın Yılı: 1973
Türkiye Basım Yılı: 2009
Sayfa Sayısı: 325
Türkçe Basımı: Epsilon Yayınları
Yayın Yönetmeni: Meltem Erkmen
Düzenleme: Nergis Değirmencioğlu
Düzelti: Nursel Calap Oral
Türkçe Çeviri: Feyza Harmanoğlu

Tanıtım:

Hayattan dilediği tatminkârlığı bulamamış bizler, sadece hikâyelerde (o da anlatıcı/yazar uygun görürse) erişilebilen adalet ve saadetin özlemiyle yazılmış, gerçek aşkın ve beraberinden dörtnala koşan maceraya hazırlansın.

Güzel prensesler (soylu olmasalar bile, asaletleri onları bu mertebeye çıkarır), sonsuz aşk (geç fark edilir, asla bırakılmaz), özlem (aşkın olduğu yerde biti veren o yabani ot), sadakat (evlilik yemini edilecek olsa bile yaşayan), entrika (böyle bir hikâyede olmazsa olmaz), silahşorler (bileklerindeki kuvvet ve yeteneği, hazır fırsat varken serüven için harcayan insanlar), namları yedi denize yayılmış acımasız korsan (her ne kadar hikâyemiz kara da geçse de), intikam hırsı (insanın ömrüne malolmuşundan), kılıç düelloları (beyefendilerin sportmence; intikamcıların ıstırap ve hiddetle icra ettiği karşılaşmalar), devler (dev klişesine uymak için ahmak rolünü oynayacak kadar kendini rolüne kaptırmış olanlarından), işkence (bilim için(!)), mucizeler (hem de çikolata kaplısından) ve katıksız serüven için ne gerekiyorsa kanaatince varlar, Prenses Gelin’de.

Yorumum:

Modern dünyamız bizde yarattığı algılar, büyülü hiçbir şey bırakmıyor. Buna rağmen, naif ve basit gelebilecek saf serüvenler ile olan ilişkimiz ilginçliklerle dolu.

Hayatın adaletsizliklerle dolu olduğunu kendimize ve etrafımız hatırlatır dururuz. Saf serüvenlerde, katıksız iyinin, katıksız kötüyü mağlup etmesiyle adaletin sağlanması içimizi bir hoş eder.

Büyüdükçe, mükemmel diye bir şeyin olmadığını kanıksarız. Pasif takipçileri olduğumuz başkahramanların mükemmellik ve şanslarını, kabul edilebilirliğin sınırlarını zorlamadıkça “Hadi amalar!” ile karşılanmaz.

Ömrümüz boyunca, özünde değişmeyen durumlar ile tekrar ve tekrar karşılaşmak canımızı sıkar. Serüvenin ezberimizde olan yol haritasında, hangi yolun nereye çıkacağını önceden kestirebilmek, yol kenarındaki manzaraların sıkıcı gelmesi kadar canımızı sıkmayabilir –aynı yolu sırf manzarası için tekrar ve tekrar tepebiliriz bazen.

Hayat muallâklıklar ile doludur. Serüvenler, nispeten az ve anlaşılabilir kurallar üstüne inşa edildiklerinden kavranmaları ve içeriğine hâkim olunması kolaydırlar. Ve bu sebeplen, listelenmeye kalkışılsa, anında listelenecek bu kuralların pat diye ihlal edilmesi rahatsız eder.

Daha da eski usul masal-maceraların durumu, bu saydıklarım uyarınca daha da vahim. Hayata dair umut ve beklentilerimiz yüksekken, odak noktası hissettirdikleridir (romantizm, macera coşkusu, vb…). Kendisinden beklentilerin azaldığı hayatta, “ondan ne koparabildiysen onunla yetin” mantığı bizi teslim alınca, odak da değişir. Artık maceranın ne ve nasıl şekilde verildiğine gözler kayar. Haliyle, yaşadığımız gerçekliğin kurallarına aykırı olarak, hikâye boşlukları ve mantıksal kabul edilemezliklerin yığınıyla karşılaşılır. Araçların demodeliğine takılmaktan, hangi amaca hizmet ettikleri unutulur. Aynı şekilde, hissedilmesi amaç edinilen duygulara (serüven, hayatta başarılı olma, iyilerin kazanması vb.) yabancılaşmamız, anlatının araç ve kalıplarını çocuksu (olumsuz anlamda) ve modası geçmiş kılar. Çift yönlü değer kaybı yaşanır.

Yazarımız William Goldman’da kollarını sıvayıp işe koyulmasının sebebi budur bir bakıma. Aşina olduğu serüven-macera türünün kalıplarına takılıp mırın kırın yapanların gözlerini, o kalıpların varoluş amacı olan serüvenin ruhuna yöneltmeye gayret göstermektedir.

Goldman’ın ana yöntemi pastiştir bir nevi. Elindeki iki büyük yardımcıysa; farkındalık ve farkındalığın desteğiyle güç alan sebep-sonuç bağlamındaki gerekçelendirme.

Var olmamış bir yazarın yazılmamış kitabını gereksiz ayrıntılardan arındırırken, unutulmuş bir türün/tarzın asıl gayesini anla(ya)mayan bakış açısının elinden kurtarılma girişimiyle başlar kitabımız. Eski serüvenlerin yüreğinde yarattığı hoşnutluğun, Goldman’ın kendi hakkında uydurduğu gerçekler(!) ile harmanlanmış oltanın (bilin bakalım hangi balık için?) kalitesi daha da artıyor(!).Var olmayan kaynağına atıflar yaparak, saf serüvenin kalıplarında neyin nasıl olması gerektiğine dair hatırlatmalar yapılıyor. Yazarın, belli aralıklar ile anlatıcı kimliğinden sıyrılıp okur ve yazar olarak, doğrudan bizi bilgilendirmesi, ne okuduğumuzun ve ondan ne beklememiz gerektiğinin altının çizilmesi, kitabın farkındalık çatısını oluşturuyor.

Sözde yeniden yazılan hikâyenin bölümlerindeyse, farkındalık hissiyatının diğer yüzü hikâyeyi sırtlıyor. Eski serüvenlere dair kalıplar doğrudan kullanıldıklarında sıkıcı ve peşinden “bu nereden çıktı? Şu niye öyle oldu ki?” türevi sorular sorduracağının bilinciyle, küçük bir üçkâğıt devreye giriyor. Sağ eliniz ile sol kulağınızı kafanızın arkasından kaşımaya çalışmak gibisi dolaylı gelen ama daha ilginç ve eğlenceli sonuçlar çıkaran bir üçkâğıt. Kendi gerçekliğimizden gelen alışkanlık ile sebep-sonuç ilişkisinde mantık aramaya meyleden zihinlerimiz için muzip cevaplara gebe bir üçkâğıt.

Örneğin, masalın dünyalar güzeli kadın başkarakteri klişesinin, Prenses Gelin’de nasıl ele alındığına bakalım. Öncelikle güzeller güzeli Buttercup’ımız dünyadaki en güzel kadın değildir (Hatta Prenses Gelin’in Prenses Gelin’i olmasına rağmen prenseslik statüsünü bile sonradan alacaktır). İlk yirmi güzel arasında, kendisinin de farkında olmadan nasıl ilk beş listesine girdiğini öğreniriz. Hikâye içinde en güzel kadın değil, en güzel kadınlar arasından zirveye oynamaktadır. Ama. Hikâyemizin merkezinde bulunması sebebiyle etrafındaki karakterler, doğal olarak da bizler için de en güzel odur. Gerçekçiliğimizin oyunbozan tarafını tongaya düşürülür böylece. O bertaraf edilirken, aynı anda, absürtlük ve hicvin sınırlarına yaklaşan ama girmeyen tadında mizahın tonu yakalanır. Yazarımızın araya girişleriyle, okuduğumuzun gerçek aşk, macera, kılıç düelloları, intikam, vb. temaların en doğal halleriyle aktarmaya çalıştığı iddiası hatırlatılır. Ve okuduklarımızı benimseyip kendimizi akışa kaptırmamız daha kolaylaşır böylece.

Kitaptaki en fantastik mucize bile, laf kalabalığı ve başka türlü dertlerin ortaya serilmesinde, çikolata kaplı olarak kursağımızdan geçiverir, kaşla göz arasında.

Bu tutum, genel olarak aklımızdan geçebilecek acaba, neden ve nasıllara panzehir gibi. Hikâyenin ihtiyaç duyduğu kısımlarda imdada koşmaktadır. Kitabın orta-son kısımları, bu tutumun yoğunluğundaki azalmayla biraz sıkıcılaşmaya başlar. Ki bu bölümlerde tam bir serüven gibi davranmaktadır kitap. 25. yıl özel baskısında (bereket versin Epsilon) eklenen Buttercup’ın Bebeği bölümünde de bu tutumdan iyice uzaklaşılıyor zaten. Inigo ve Fezzik’in bu ekteki minik öyküleri ağza bir parmak bal çalan saf serüvencik taslakları.

Tabi ya! Karakterler? Karakterlerden bahsetmedim hiç.

Özlerinde masal tiplemeleri olan karakterlerimiz, açıklamaya çalıştığım anlatım tarzı sayesinde derinlik kazanıyorlar. Çok derinlemesine değil tabii. Gerektiğince. Goldman’ın buradaki hünerinin kaynağı, okurdan önce davranmasında. “Ama…” ile başlayan sorular sormamıza fırsat vermiyor. Gülünçte gelse, sebep-sonuç ilişkisinde verilebilecek en uygun cevabı yapıştırarak, o “ama…”nın devamını getirmemizin önüne engel oluyor. İnat edip, “ama…”nın devamını getirmeye çalışıncaysa, çok geçmeden hatırlatıyor; bu sadece basit bir masal diye. Elimizde, yeterince tutarlı bir cevap ve cevabı yeterli bulmayan zihnimiz için daha da büyük bir cevap varken, anın içerdiği duyguyu hissettirecek kadarıyla can buluyor karakterler.

Örnek verelim: Inigo, uçurumun kenarında Siyah Maskeli adamı beklemektedir. Neden kılıç üstadı olduğu ve özünde iyi biri olarak şu anki noktaya nasıl geldiğini biliriz. İyi bir düello yapma arzusu ile Siyah Maskeli adama daha çabuk yukarı çıkmasını rica eder. Tuhaf değil mi? Siz, ölümcül bir uçurumdan yukarı güç bela tırmanırken, tepede sizi öldürmek için bekleyen birinin ricasınız dinler misiniz? Elbette hayır. Siyah Maskeli Adam’da öyle yapar. Inigo ikinci ricasında, adamın yukarıya rahat çıkabilmesi için yukarıdan halat uzatmayı teklif eder. Siz olsanız bu teklifi kabul eder miydiniz? Elbette etmezdiniz. Inigo üçüncü ricasında merhum babası üstüne yemin ederek bir önceki önerisini yineler. Siyah Maskeli Adam, Inigo’nun yeminindeki kişiyi tanımaz etmez. Ama biz tanırız onu. Ve Inigo’nun dürüstlüğüne inanırız. Okur olarak biz ikna olduktan sonra, Siyah Maskeli Adam’ın reddetmeye devam etmesi mümkün değildir artık. Onun açısından haklılık payı olmasına rağmen hem de. Bizim onayımız sağlandıktan sonra, o da teklifi kabul eder.

Bu arada, maceraları başroldekilerin ki ile çakıştığında onlardan rol çalan Inigo ve Fezzik’ten özelikle bahsetmeli. Inigo’nun intikam hikâyesi, güzel bir yan öykü. Fezzik’in, kuvveti sebebiyle, kendisine biçilmiş ahmak dev rolünü oynamaya çalışırken ki beceriksizce budala taklidi yapmaya çalışması masalımızın heyecanlı seyrine tebessüm ettirerek tesir ediyor. Kendi karakterleri ve öyküleri, kitapta bir başlarına oldukları bölümlerde biraz yerlerinde sayıyorlar. Şahsi amaçları ana konuya eklemlenince daha da canlılık kazanıyorlar. Kendi motivasyonları ana hikâyeden beslendikçe, ana hikâyede onların motivasyonlarını besliyor.

Onların renkliliği, sanki asıl konuyu biraz gölgede bırakıyor. Elbette vadedilen macera, kılıç dövüşleri, korkunç işkenceler, devler, silahşorler ve intikam serüvenine doyabiliyoruz. Gerçek aşkı yaşatan karakterlerimiz ve maceraları biraz tutuk kalıyor. Şöyle bir durup düşününce, kitaba alt başlık olarak, “Adaletin Fedaileri” eklense hiç fena olmazmış dedim içimden.

Yavaş, yavaş yazının sonlarına gelelim.

Bu kadar yazdıktan sonra beklentileri yükseltmiş olabilirim. Hemen yükselmesin. Yazarımızın da kitabın başından beri savunduğu gibi bu basit ve masalsı macera. Beklemediğiniz hiçbir şey gerçekleşmeyecek. Tarz olarak, bekledikleriniz beklemediğiniz şekilde gerçekleşecek sadece. Kitabın tutturmuş olduğu tarzı kanıksarsanız, içerdiği mizah da kahkahalara boğmasa bile sizi gülümsetebilme potansiyeli taşımakta. Ama kesin konuşamıyorum.

Son olarak, geleyim bizdeki baskısına. Çeviri konusunda sıkıntı hissetmedim. Teknik olarak bir iki sıkıntı mevcut. Özellikle son kısımların biri iki yerinde, çift tırnak yerine soru işareti ile karşılaşmak tuhaftı. Beni asıl rahatsız eden kapağı. Alelade bir aşk romanı sanılması hatasına düşürecek türden, yanlış bir seçim. Kapak konusunda uzmanı sayılmam elbet. Ama aşk romanı kapağı olarak değerlendirilirse bile yetersiz gelecek cinsten olmuş. Arka kapak tanıtımını ise eleştirmiyorum. Kitabın konusunu aktarmakta başarılı. Arka kapak tanıtımlarının, tanıttığı kitabın anlatım tarzını açıklamak ile yükümlü olmaması sebebiyle, ister istemez eksik kalmakta. Kitabın bilhassa onu aşk romanı sanıp beklediğini bulamayanların hışmına uğraması biraz üzücü.

Küçük Notlar:

-William Goldman, kitabın başından itibaren kendi hayatına dair çarpıtmalar bulunuyor. Kitapta iddia ettiğinin aksine eşi psikolog değil. Şişman ve mutsuz oğla değil, iki kız evlada sahip. Kitabın en arkasındaki yazar hakkında kısmını okuyana kadar gerçek diye afiyetle yedim. Pişman değilim.

-Bay Goldman’ın ikinci ve en önemli çarpıtmasına gelelim. Önceden de açıkladığım gibi ne S. Morgenstern diye bir yazar, ne de Prenses Gelin diye Avrupa monarşisini hicveden kitabı var ortada.

-Bay Goldman’in oyunbazlığı ile devam ediyoruz. S. Morgenstern alt kimliğinden hoşlanmış olacak ki, onun adıyla The Silent Gondoliers romanını yayınlamış.

-Prenses Gelin’in ortaya çıkışı, bilin bakalım nasıl olmuş. Masal başlangıçları gibi pekte yabancı olmayacağınız doğuş öyküsü şöyle: Goldman’ın iki kızından birisi, babasından prensesler ile alakalı bir hikâye dinlemek isterken, ötekisi gelinler ile alakalı bir hikaye dinlemek ister. Prenses Gelin! Prensesler ve gelinler üstüne fazla durmayan kitabın isminin neden Prenses Gelin olduğu şimdi açıklığa kavuştu.

-Hayali Florin ve Guilder ülkelerinin adları, İtalya ve Hollanda’nın eski sikkelerinden gelmekte.

-Gelelim, Prenses Gelin’i ülkemizde de adını duyurtan 1987 tarihli sinemaya uyarlamasına. Konu itibariyle uygun. William Goldman’da sinema sektörü ile içli dışlı biri. Lakin İki farklı sanat dalından söze ediyoruz. Haliyle kitaptan filme aktarırken, kitabı güzel kılan yanlar tam aktarılamıyor. Şahsen buna garipsemiyorum. Kitabın mizah tonu hiciv olmadan hicvi anımsatan tarzda. Sesli ve görsel olarak aktarılması imkânsıza yakın. Zorlanırsa, film projesinin absürt komediye dönüşmesi işten bile değildi anlayacağınız.

-Film uyarlamasında yer almamış kısımların yanında, değiştirilmiş ayrıntılarda var. En dikkat çekenler:

Kitapta bahsedilen, Goldman’ın babasından Prenses Gelin’i dinlediği kurgusu, filmde, bir dedenin torununa Prenses Gelin’i okuması olarak değişmiştir. Kitabın yazar-anlatıcısı kısmı filmde yoktur.

Kitapta, Buttercup yüzerken, köpekbalıklarından kurtulmaya çalışır; filmdeyse tıslayan dev deniz yılanlarından.

Kitapta, siyah maskeli adam, Buttercup’u susturmak için kıza tokat atar; filmdeyse sadece elini kaldırarak tehdit eder.

-Goldman’ın harika üçkâğıtçılığı sebebiyle başta inanmadığım, sonraysa biraz çarpıtarak doğru olduğu anlaşılan bir ayrıntı daha var. Kitapta da belirttiği gibi Türk Dev Fezzik rolünde ilk düşünülen kişi, o sıralar sinema patlamasını yapamamış Arnold Schwarzenegger imiş. Film, 70’li yıllarda çekilebilseymiş olurmuş da. Uyarlama ancak 80’lerin sonuna doğru gerçekleşebilince, Schwarzenegger’in yıldız mertebesinde olması, buna engel olmuş. Haliyle Dev Fezzik rolü, André the Giant’a gitmiş. Ne yalan söyleyeyim, bence André abimiz role cuk oturmuş. Arnold biraz eğreti dururdu.

1 Beğeni