Ruhların Yangını adlı öyküm burada, websitemde ve YouTube kanalımda yayında!
RUHLARIN YANGINI
Gür nehrin kıyısında bir adam durdu. Üç numara muntazam saçları ve koyu yeşil üniformasıyla bir fabrika işçisiydi. Kalın kaşları, yaşından aşkın kırışıkları, çökmüş yanakları ve sarkmış dudağıyla bir yenilgi abidesiydi. Kulağı iyi duyardı lakin ruhsal sağırlıktan muzdaripti. O anda nehrin gürültüsünün içinde esen yeli bile duyamıyordu. Halbuki bir zamanlar gök gürültüsü içinden ateş böceğinin vızıltısını seçerdi. Bir kamdı o, kimileri şaman da derdi.
Adı Tuygun’du. Saçlarını kestiklerinde takati kesildi, ruhani sağırlığı başladı. Duyuların ötesini duyumsayamaz oldu. Bu duruma yine dayanırdı belki fakat saçları da can taşıdığı için Tuygun’un içi gitmişti. Kamın saçlarını kesmek bir cinayetten farksızdı. O ise yalnızca izlemekle yetinmişti. Bugün bile o yitik, buruk duyguyu içinde taşıyordu. Kamdan onu ait olduğu doğaya bağlayan iplikleri aldılar, ruhlarla kurduğu arkadaşlığı aldılar. Kam Tuygun’u davulundan, ritimlerinden, iksirlerinden, altı yüz parçalı kıyafetinden ayırıp ismi önemsiz bir fabrika işçisi yaptılar. Yüce Ford’un fendi altında ezdiler.
O bir çarktı şimdi. Dönüp durmaktan ve kavrayamadığı, kendinden daha büyük bir makineyi çalıştırmaktan gayrı bir varlık amacı yoktu.
Hastalar gelirdi kapısına. Gökle yeri bağlar, göklerden şifa getirirdi. Yeni doğan bebekleri sağlıklı yaşayıp yaşlansınlar diye kutsar, koruyucu iyi ruhları çağırır ve kötüleri uzaklaştırırdı. Çiftleri evlendirirdi. Ölülere rehber olurdu. Yağmur çağırırdı ruhlara seslenip, iyi avlar ve bereketli hasatlar için bitkilerin ve hayvanların ruhuna teşekkür ederdi.
Yeni işi ise uçsuz bucaksız bozkıra kurulan ve tertemiz havayı bozan bir otomobil fabrikasında yürüyen banttan çıkan parçaları kontrol edip üretim hatası taşıyanları çöpe atmaktı.
İyi çalışamayan işçiler de aynı hatalı parçalar gibi ıskartaya çıkarılıyordu. Oysa o, şamanken en hasarlı ruhtan bile vazgeçmezdi. İyileştirmek için bütün gücünü kullanır, başaramazsa da kutsardı onu. Herhangi bir insan ne kadar bozuk olursa olsun evrende saygıdeğer bir yeri vardı çünkü Tanrı, onu bir amaç için yaratmıştı.
Eskimiş eşyaları atmazdı. Tamir eder ya da evirip çevirir ve farklı bir alanda değerlendirirdi. Yırtık bir elbise, kam davulundan sarkan kumaşlara dönüşürdü. Ölen atın kemikleri toprağa karışır, ulu bir çınar ağacının köklerine besin olurdu. Ölüm kutsal döngünün bir parçasıydı. Dönerdi gökler ve dünya; doğumun ardından büyüme, büyümenin ardından ölüm, ölümün ardından tekrar doğum gelirdi. Ruhlar ve bedenler birbirlerine öğretir, öğrenirlerdi, her döngünün sonunda biraz daha bilgeleşir ve Tanrı katına yaklaşırlardı.
Oysa fabrikada girişler, çıkışlar ve aralarında düz bir çizgi vardı. Tıpkı sinir bozucu seslerle çalışan dişlilerin ilerlettiği yürüyen bant gibi. Hammadde girer ve ürün olarak çıkardı. Standartlara uymayan sistem dışına atılırdı. Mükemmeliyetçilik vardı. Varoluşu ve var olanı yargılamak, kategorilere ayırmak, zorla değiştirmeye çalışmak ve dışlamak… Zaman burada doğrusal akardı. Hiçlikti doğumdan öncesi ve ölüm de yok olmaktı.
Tuygun buna alışamadı. Kalbi şifacılığını yitirmenin acısına dayanamıyordu. Anda kalmaya alışık zihni geçmişin dinginliğini anıp duruyordu. Sabahın erken saatinde tazelik kokan havayı solumak yerine bütün günü mekanik sesler ve metal kokusu içinde geçirirken hatıralarına kaçıyordu.
Çocuktu. Beton nedir bilmezdi, kıl çadırda yaşardı o da etrafındaki herkes de… Saysar diye iki yaş küçük bir kız kardeşi vardı, onunla çayır boyunca koşup oynardı. Koyun güderdi. Atların rüzgârda salınan yelelerini seyrederdi.
Parlak güneşin altında kardeşi ile kovalamaca oynuyordu bir gün. O on yaşındaydı, önündeki kız ise sekiz. Elini uzatmış, bacaklarının son gücünü zorluyordu. Derken bir koku duydu, durdu. Derin derin soludu.
Saysar da durdu, arkasını döndü. Tuygun’un yanına gelip neden oyuna devam etmediklerini sordu.
“Sen de hissediyor musun?” dedi ağabey.
“Neyi?”
“Kokuyu…”
Annesinin güzelim otları ezip öz sularını karıştırarak yaptığı parfümler gibiydi.
O sırada bakışları dondu. Yüz hatlarındaki anlam da bilinciyle birlikte yitti, dizlerinin dermanı da. Yere düştü. Gözleri göğe dikilmişti. Kolları ve bacakları kasıldı. Sarsıldı, ağzından köpükler çıktı.
Küçük kız büyümüş göz bebekleriyle olanları seyrettikten sonra ağlayarak çadıra koştu ve anne ile babalarına haber verdi.
Tuygun bir süre sonra kendine gelmiş fakat yorgun düşmüştü. Çadıra dönüp başını yastığa koymuş, üzerini örtüyle kapatmıştı. Bir şifacı getirdiler, onu muayene etsin diye. Şifacı, Tuygun’un annesine onun daha önce bayılıp bayılmadığını sordu.
Anne “Hayır,” deyince “Peki uykusunda konuşuyor mu?” dedi.
“Bazen.”
“Hep,” diye araya girdi Saysar. “Bazen ağabeyim yüzünden uyanırım.”
Tuygun takatsiz ama şaşkın bir şekilde dinliyordu olanları. Ailesi bugüne dek onun uykusunda konuştuğunu hiç dile getirmemişti.
Şifacı “Çocuk sakin bir hayat yaşasın. Endişeden, korkudan koruyun. Suya bakmasın. Çok sıcak, çok güneşli havalarda dışarı çıkmasın. Bir daha bayılacak olursa beni çağırın,” dedi ve gitti.
Üç ay sonra havalar artık soğuktu. Çadırın dibinde oturup yağmuru seyrederken bir anda içine bir sıkıntı girdi. Burnunda o tuhaf rayihayı duydu. Saysar’a dönüp “Koku…” dediğinde kız sıcak demire değmiş gibi kalkmış, ona bir yabancı gibi bakmış ve kaçıp gitmişti.
İlk nöbetten beri Tuygun’a önceki gibi yakın olmamıştı Saysar. Tedirgin davranmaya, oyun oynamaktan çekinmeye başlamıştı. Bu durum Tuygun’u çok üzüyordu. Hastalık onun suçu değildi ki…
Bir şey demeye fırsat bulamadan düşünceleri bulandı ve gözleri kaydı.
Tekrar kendine geldiğinde çadırdaydı. Yanı başında sirkeli bezle endişeli annesi, onun yanında da şifacı vardı. Babası da içerideydi.
“Geçmiş olsun,” dedi şifacı, Tuygun’un elini tutarak. Ardından anneyle babaya dönüp “Ruhlar oğlunuzu seçti,” dedi.
“Bu ne demek?”
“Kam olacak,” dedi boynunda otlar asılı şifacı, müjde dolu bir gülümsemeyle. “İhtiyar bir kamdan eğitim alması gerekiyor.”
“Koyunları kim güdecek ya?” dedi babası.
“Ya kam olmak istemezse?” dedi annesi.
“Bu ne onun, ne sizin ne de benim irademe bağlı,” dedi şifacı, Tuygun’un gözlerine bakarak. “O boşuna seçilmedi, onun çok özel bir yeteneği var. Eğer gücünü nasıl kullanacağını bilmezse, gücü galip gelir ona. Ya delirir ya ölür.”
“Kam olmak istiyorum,” dedi Tuygun, yorgunluğunun engel olamadığı hevesiyle.
“Ama…” dedi annesi. “En yakın kam bir günlük mesafede yaşıyor. Artık senin de orada kalman gerekecek,” dedi eliyle bir yönü göstererek, “Bizden uzakta. Ben seni özlerim ve sen annenden ayrılmak için çok küçüksün.”
“Küçük değilim,” dedi Tuygun, yataktan doğrularak. “Koca adam oldum, baksana. Bayıldığıma üzülmüştüm ama şimdi seviniyorum. Meğer ben seçilmişim. Kamlık benim yazgım. Beni mahrum mu bırakacaksın?”
“Kimse seni yazgından mahrum bırakamaz oğlum,” demişti gülümseyen ve elini çocuğun omzuna koyan şifacı. “Sen bile.”
Kirletilmiş nehrin kenarında kırk iki yaşında bir adam olarak duran ve bütün kutsalları çiğnenmiş kam, bu sözü düşünüyordu. “Bu da mı benim yazgımdı?” diye sordu artık duyamadığı ruhlara. Fabrikanın bacasından çıkan dumanın kirlettiği gökyüzüne baktı. Bütün bu talan beş senede olmuştu.
Ateşin dumanına aşinaydı Tuygun, ne var ki bacadan çıkana benzer siyah, pis kokulu, öldürücü dumanı ilk kez beş yıl önce görmüştü. Usta bir kam olarak otları kaynatıyor; keçi sütü içmeyen, ekmek yemeyen halsizleşmiş küçük bir çocuk için iştah açıcı bir ilaç hazırlıyordu.
Çok uzaklarda gök gürültüsüne benzer bir ses duyunca irkildi. Doğanın elçisi olarak korkmazdı yıldırımdan, fırtınadan ve gök gürültüsünden; insanların çadırlarına saklandığı nice halden. Oysa bu guruldama sesinin doğaya ait olmadığını biliyordu. Bu ses yeraltının kötü ruhlarından bile daha çok istenilmeyendi çünkü yeraltındakiler en azından ruhtu ama bu sesin bir canlılığı yoktu. Soğuk bir mekanizma… Ölümden bile daha soğuk. Kam, bu sesin felaketler getireceğini sezdi ve iksirini bırakıp üzerlik otları yakmaya başladı.
Ses giderek çoğaldı ve bir görüntü kazandı. Kavis verilmiş tekerlekli bir teneke kutuydu bu, beyazdı ve güneşin altında parlıyordu, atlardan daha hızlı gidiyordu. Arkasındaki paslı bir borudan kapkara dumanlar bırakıyordu. Tuygun’un “araba” olduğunu daha sonra öğreneceği metal yığını, çadırın önünde durdu.
İçinden bir adam indi. Gözlüklüydü. Saçları seyrekti. Hafif göbekliydi, kar beyaz gömleğini siyah ceket ve kırmızı papyonla tamamlamıştı. Kamı şöyle bir süzdükten sonra “Bu obanın yöneticisi sen misin?” diye sordu.
“Hayır,” dedi Tuygun. “Ne servetle ne de yönetmekle işimiz yoktur. Biz Tanrı’nın insanlarıyız.”
“Sizin hâlâ gökte bir Tanrı’nız var demek,” diye güldü takım elbiseli adam.
“Tanrı ne göktedir ne yerde. Hem göktedir hem de yerde. Aynaya baktığında gördüğündür. İçtiğin su, soluduğun hava, ayak bastığın topraktır. Yaktığın ateştir. Nefes alıp verdiğin ruhtur Tanrı, felekleri döndüren diğer ruhlardır ve onları var edendir. Her an yeni bir oluşta…”
“Neyse,” diyerek kamın sözünü kesti misafir. “Yöneticinizi arıyorum. Nerede?”
Tuygun, obabaşının çadırını tarif etti. Yanıt beklemeden içeri girdi, bir sedire çöktü ve üzerliklerin yanışını seyretti. Kalbi kış gecesi dışarıda kalmış bir taş gibi soğuktu. Bedensiz ve uğursuz bir fısıltı kulağının dibinde aynı kelimeyi tekrarlıyordu: felaket.
Gece oldu. Yöre halkının hiç görmediği delikli demirler taşıyan adamlar, bazı çadırları boşaltıp sakinlerini dışarı attı. İçlerinden birisi direnmeye cüret edince, demirin ne işe yaradığını anladılar. Kulakları sağır eden bir patlamayla karşısında kim varsa yere seriyordu. Kalbinde ya da ciğerlerinde ufak bir yara açıyor, bu garip ve lanetli yara saniyeler içerisinde can alıyordu.
Attan düşünce açılan yara, delikli demirin açtığı yaradan daha büyük olurdu ama iyileşirdi. Bu uğursuz aletin onları nasıl öldürdüğünü çözemeseler de adını öğrendiler: tüfek.
Daha çok şey öğrendiler sonra: tüfekten korkmaları gerektiğini; Lord adındaki zengin adamın atların taşıyamayacağı hazineleri olduğunu ve obabaşı ile anlaştığını, toprakların sahibi olabildiğini ve zengin adamın oba topraklarını satın aldığını… Yalnızca toprakları değil, insanları da satın aldığını…
Oba tek yürek direnseydi başına çöken kâbusu geldiği gibi geri gönderebilirdi. Fakat Lord, bazı gözleri boyamıştı.
Kamın kız kardeşi de Lord’a destek olanlardan biriydi. Tuygun’un krizlerine şahit olan Saysar bir yetişkin olsa da çocuk halinin korkusunu içinden atamamıştı. Ağabeyi kamlık eğitimine gittikten sonra yapayalnızdı. Çadırın kenarına oturup diz çöküp düşünürken oyun arkadaşını ondan çalan ruhlara yakıcı bir öfkeyi içinde büyütmüştü. Böylece maddecilik dünyasından gelen zengin adamı ve kurulacak fabrikayı olumlar oldu. Onun sayesinde kamlık denen saçma inanış biterdi; oba refah ve zengin bir yer haline gelip Tuygun da yeniden normal bir insan olabilirdi.
Patron, tüm obayı inşaat işçisi olmaya zorladı. Obalıların kama saygı duyduğunu ve onu çalıştırmak istemediğini fark edince “Onu tutun,” dedi adamlarına. “Meydanda diz çöktürün.”
Oba halkı ruhlar âlemine açılan kapılarının kapandığını anlasın ve saygı duyup yücelttikleri insan küçük düşsün diye herkesin gözleri önünde kestiler Tuygun’un saçlarını. Utanca çevirdiler acısını. Kam hiç ses çıkarmadı. Bakışlarını gökyüzünden ayırmadı. Yalnızca bir an için merhamet beklercesine kız kardeşine baktı ama Saysar’ın yüzü kış gecelerinden daha soğuktu.
Tuygun’dan kam elbisesini alıp yerine bir tulum verdiler. O da artık diğer obalılar gibi işçiydi.
Gün döngüsü doğa ve bedenlerine göre değil, mekanik saatin alarmının sesiyle belirlenir oldu. Sabah altıda kalkış, yedide iş başı. On ikide öğle arası, öğleden sonra yedide iş çıkışı. Sekizde akşam yemeği, onda yatış. Bireylik yoktu; herkes tek örnek giyinir, uslulara “para” denen kağıt parçaları verilir, itaat etmeyenler de tüfek namlusuyla karşı karşıya kalırdı.
Tuygun dayandı. Bir yılda binayı diktiler. Aynı döngü fabrikanın içinde sürmeye başladı. Hasret kaldığı gökyüzüne duman doldu. Atıklar nehre atıldı. Kuşların, balıkların acı dolu çığlıklarını yüreğinde hisseden kam dayandı. Dünya döndü. Güneş, Ay ve yıldızlar defalarca batıp doğdu.
Bir gün kamın sabrı tükendi. İş çıkışı ormana doğru koştu. Gür nehrin kıyısında durdu. Suya baktı. Başı düşüncelerinin fazlalığından ağrıyordu. Ne yapacağını bilmiyordu. Tek bildiği daha fazla dayanamayacağı idi.
Neden susuyordu ruhlar? Fısıldaşıyorlardı da o mu duymuyordu yoksa? Şu çağlayan nehir, esen rüzgâr kararmaya yüz tutmuş gökyüzü… Hiç bulut yoktu orada ama Tuygun bir yağmur kokusu duydu, ansızın ve yoğun, tıpkı çocukluğundaki gibi. Dizlerinin bağı çözüldü ve gözleri kaydı. Bilincini yitirmeden önce son algıladığı, düştüğü nehrin soğuk suları oldu.
Zaman durayazmıştı. Adını söyledi kulaklarını aşan, guruldayan su. Kıyafetlerinden içeri doldu, kısacık kalmış saçlarının arasından geçti, göz kapaklarında soğukluğunu hissettirdi.
“Biz hiçbir zaman seni terk etmedik.” dedi. “Yazgına teslim olmanı bekledik.”
“Teslim oluyorum,” diye geçirdi içinden.
Ona kamlığını müjdeleyen şifacının “Kimse seni yazgından mahrum bırakamaz,” diyen sesini boğuk ve bulanık bir şekilde işitir gibi oldu. “Sen bile.”
Ardından her şey karardı.
“Tuygun,” diye seslendi biri karanlıktan. “Tuygun, Tuygun!”
Kam gözlerini açıp korkulu bir rüyadan uyanırcasına derin derin nefes almaya başladı. Turuncu lambanın beyaz tavandaki ışımasına bakıyordu. Sıcak bir yerdeydi. Yumuşak, mor kürklü bir koltuğa yatırılmıştı. Bornoz giydirilmiş bedeni nemliydi. Doğruldu ve etrafına baktı.
“Neredeyim ben?”
Etrafında takım elbiseli adamların elleri önde, emre amade bir şekilde dikildiğini gördü. Rahatsız oldu.
“Nihayet uyandın,” dedi patron. Adamlarının hemen arkasında duruyordu ve kollarını dolamıştı. “Neden intihar etmeye çalıştın?”
“Hayır.”
“Nehre atlamışsın.”
“Düştüm,” dedi kam. “Niye intihar edeyim? Ölerek yok olamam ki…”
Patron, bornozlu adamın uzandığı koltuğun bir ucuna oturdu. “Hiç sanmıyorum,” dedikten sonra öksürdü. “Doğmadan önce neredeysek, öldükten sonra da oradayız.”
“Doğru,” dedi ruhların elçisi. “Doğmadan önce atalar diyarındaydık ve öldükten sonra da atalarımızla buluşacağız.”
“Doğmadan öncesini hatırlıyor musun yoksa?”
Soranın tavrı dalga geçer gibiydi fakat diğeri gayet ciddi bir şekilde “Ruhum hatırlıyor,” diye cevapladı.
“Ben hiçbir şey hatırlamıyorum,” dedi Lord. O da ciddileşmişti. Başını çevirip öksürdükten sonra boğazını temizledi. “Yoktuk, var olduk ve tekrar yok olacağız. Ben kendimi senin gibi masallarla avutamıyorum. Bu korkunç gerçeği silemiyorum.”
İçini çekti. Cevap beklemeden “Neyse…” dedi. “Uyanır uyanmaz yordum seni. Biraz dinlen, üzerini giyin. Akşam yemeğinden sonra konuşuruz.”
Yemek odasındaki uzun masayı gösterişli şamdanlar süslüyor ve iki yaşında bir çocuğun uzunluğunda mumlar aydınlatıyordu. Ev sahibi tıpkı kendisi gibi bir takım elbise giydirilmiş misafirine dönüp “Ben ölüyorum.” dedi.
İşlemeli bir kutu koydurdu önüne. Kutuda kanlı mendiller vardı. Lord, başını çevirip temiz bir mendille ağzını kapattı. Uzun uzun öksürdükten ve su içip boğazını temizledikten sonra “İşte yine oldu,” dedi. Elindeki mendil kanlanmıştı.
“Doktorlar birkaç aylık ömrümün kaldığını söylüyor.”
Tuygun katı bir yüz ifadesiyle “Muayene etmeden bilemem,” dedi. Kanlı mendil hiç de iyi bir gösterge değildi ama kam bir hata payını kaçırmak, ateş böceklerinden daha küçük olsa bile bir umut ışığını söndürmek istemiyordu.
Lord’un üstünü soydurdu. Sırtını kontrol edip nefesini dinledi. “Ciğerlerin hasta,” dedi. “Obada ciğerlerinden hastalanmış kimseyi görmedim fakat ustam ciğer ve kalp hastalıklarından kurtulmanın zor olduğunu söylerdi.”
“Lütfen iyileştir beni,” dedi patron. “Ölmek istemiyorum. Ruhlardan şifa dile benim için. Doktorlar çaresiz kaldı. Senin bilgeliğine ihtiyacım var.”
Olgun yanı patrona yardım etmek istiyor, ham yanı ise “Kamlığını o öldürdü. Şimdi ondan deva mı bekliyor?” diye soruyordu. Sitem etmek, hesap sormak ona yakışmazdı. Bu yüzden ağzını açmadı.
“Senden aldığım her şeyi sana geri veririm. Büyük ve lüks bir ev ya da çadır, ne istersen. Bir de araba… İstediğin her bitkiyi dünyanın her yerinden getirtirim. Ayağının altına altın sererim. İnsanların sana tapmasını sağlarım.”
“Teklif ettiğin ödülün benim için hiçbir anlamı yok.” dedi kam.
“Tamam, iki köşk vereyim,” dedi patron. “Arabayı bir model yükseltiyorum, fabrikanın %5 hissesi de senin olsun.”
Tuygun sabırla “Senden bir karşılık almam.” dedi. “Şifanın fiyatı olmaz.”
Lord, eski işçisini kaçıracağından korkmasa alay edip gülerdi. Ne eski bir kafa yapısıydı bu! Nasıl da saf, hatta kaba olsa bile onun için doğru tabirle, enayiydi. Özel yeteneğini kullanarak dünyaları kazanabilecek iken elinin tersiyle reddediyor ve kendisini yoksulluğa mahkûm ediyordu.
“İşte bu yüzden patron olan benim, emrime uymak zorunda kalan da sensin,” diye geçirdi içinden onu tepeden tırnağa süzüp. “Tek lafımla şamanlığından ettim seni. Ruhların seni korudu mu? Yok…”
“Tabii sana göre şu an enayilik yapıyorum,” dedi Tuygun. “Şifayı pazarlayıp zengin olabilirim, değil mi?”
Lord şaşırdı. “Düşüncelerimi mi okuyorsun? Yani şey… Öyle düşünmüyorum.”
“Düşünce okuyamam ama yalanın pis kokusunu bilirim,” dedi diğer adam. “Kasanı ve içindekileri buraya getirebilir misin?”
Patron, bir an Tuygun’un hepsini alıp götüreceğinden korktu fakat yardımcılarına kasayı getirtti. Şifreyi dikkatlice girip kolu çevirdi. Külçe altınlar gölgede olmasına rağmen pırıl pırıldı. Tuygun çenesini sıvazlayıp “Ne kadar bunların ağırlığı?” dedi.
“Her biri 12,5 kilogram,” dedi Lord gururla.
“Kaç tanesini taşıyabilirsin?”
Zengin, sorunun gittiği yeri anlamaya çalışarak “İki elimle 10 tane kaldırabilirim sanırım,” dedi.
Beş tanesini taşıyabildi. Kolları titremiş, yüzü kıpkırmızı olmuştu. Hemen kasanın üstüne bıraktı.
“Hayır,” dedi kam. “Biraz daha dursun.”
“Neden?” dedi Lord. “Neredeyse bayılacağım.”
Yardımcılarına döndü ve “Su getirin bana, çabuk!” diye seslendi. Kam ile baş başa kalınca da “Niye böyle bir şey istedin benden?” diye sordu. “Ne faydası var?”
“İyileştiğini hissediyor musun?”
“Daha çok hastalandım bile diyebilirim. Ağırlık taşımayla kim iyileşmiş ki?” dedi Lord, hayal kırıklığıyla.
“Bilmem,” dedi Tuygun. “Servetini sevdiğini sanıyordum. Bu külçeleri kazanmak için hem gece gündüz çalışıyor hem de işçileri çalıştırıyorsun. Öyleyse bunlar çok faydalı olmalı.”
“Ama böyle bir faydası yok,” dedi Lord. “Salt ağırlık… Altın insanı iyi etmez ki… Sadece bir değişim aracıdır.”
“Biliyorum. İşte tam da bu yüzden servetini istemiyorum.”
Patron, “gökyüzü yeşildir” gibi bir cümle duymuş gibi taaccüp ederek “Altın kendi başına bir işe yaramaz ama istediğin her şeyi onunla alabilirsin,” dedi.
“İstediğim her şeyi ruhlardan alıyorum,” dedi kam, özlemle. “Onlara sevdikleri kokuları, sesleri veriyor; duygularımı, zamanımı ve adanmışlığımı veriyorum. Onlar da bana lütfediyor. Elimin dokunduğu hastayı iyi ediyor, gökyüzüne işaret ettiğimde yağmur indiriyorlar. Hasatı bereketlendiriyor ve uğurladığım ölülere iyi davranıyorlar. Alma verme dengesi ile varlığımızı sürdürüyoruz, sayın Lord. Ne zenginliğe ihtiyacımız kalıyor ne de yoksulluk çekiyoruz. Sen ise bu dengeyi bozmuş görünüyorsun.”
Lord, işaret parmağını sallayarak reddetti. “Oysa ben karşılıksız hiçbir şey vermem.”
“Orası muhakkak,” dedi Tuygun. “Peki ya tam tersi?”
Patron kaşlarını çattı. “Karşılıksız almıyorum da. Yoksa emeğinin karşılığını vermedim mi bugüne dek?”
“Verdin,” dedi diğeri, başını sallayarak. “Fabrikada beni mecbur ettiğin işin karşılığını verdin, doğru. Fakat çaldığın zamanımın ve saygı duymadığın özgür irademin karşılığını vermedin. Beni boş ver. Biz insanız, aramızda hesaplaşabiliriz. Ya doğa?”
Lord, gülmek ve iç çekmek arası bir ifadeyle “Ne olmuş doğaya?” diye sordu.
“Doğadan hammadde aldın,” dedi Tuygun “Karşılığında teşekkür etmek yerine onu kirlettin. Toprağa, suya zehir saldın. Havayı dumanladın. Sana cömert olan doğaya hakaret ettin.”
Zengin adam diyecek bir şey bulamamıştı. Bakışlarını eğdi.
“Doğa, insan gibi değildir. Affetmez. Hesap bile sormaz. Sabırla bekler ve doğru zaman gelince yaptıklarının bedelini ödetir. Gökten şimşek bekleme. Bedenin de doğanın bir parçası.”
“Hastalığım doğanın intikamı mı?” diyen Lord’un gözlerinde idrak parıltıları gören Tuygun, belli belirsiz bir gülümseme hariç cevap vermedi. Gülümsüyordu çünkü Lord’un doğayı yargılayışı, iç dünyasını ele veriyordu. Varoluş ayna gibi temizdi, nefret ya da kindarlık gibi kirler olmazdı onda. İnsan kendi içindeki kindarlığı görürdü görür ise. Doğanın bu adama hastalık verdiği doğruydu fakat ondan intikam almak için değil, ona öğretmek ve onu olgunlaştırmak içindi.
Tuygun ruhların bilgeliğini kalbinin derinliklerinde hissediyordu. Fakat bu bakış açısını bir başkasına dayatamazdı. Bu işe yaramazdı da. Lord, yüce şefkati kendi başına keşfetmeliydi.
“Madem ruhlardan şifa dilememi istiyorsun, eski evime gideceğiz,” dedi. “Ayin malzemelerim orada.”
“Yıkmıştık evini. Malzemelerini de parçalayıp atmıştık.”
“Parçalanmış bile olsalar, oradalar,” dedi Tuygun.
Gün batarken iki insanın gölgesi, kamın çadırının yıkıntılarının olduğu tepeden aşağıya uzanıyordu. Lord molozlarla kirlenmiş mindere oturdu. Soluklanmak isterken birkaç kez öksürdü.
“Nasıl hissediyorsun?”
“Dünden kötü ama yarından daha iyi.”
Lord dinlenirken, Tuygun tepenin diğer tarafına inip şifalı bitkiler topladı. Çalı çırpı toplayarak ateş yaktı ve topladıklarını kaynar suda demleyip hastanın bünyesini güçlendirecek bir ilaç hazırladı. Yatacağı yeri temizledi önce Lord. Sabahın dinçliğinde ise uyanıp nasıl da adeta on yıl gençleştiğine hayret etti.
“Sadece bu çadırı değil, bu tepeyi bile sıfırdan inşa edebilirim!” dedi.
Çalı süpürgesiyle etrafı temizledi. Çadırın direklerini düzeltip örtüsünü üzerine geçirdi. Yıkmak kolay, yapmak zor denirdi ama yüreğini eline alan adam bir günde kamın evini yeniden yapmıştı. Aldıklarını verecekti ki dengelensin, dengeyi tesis etsin ki iyileşsin. Kamın hayatında neyi yıktı ise onu yapacaktı.
Kamı esrarlı ritimleriyle ruh yolculuğuna çıkaracak davulu onarmaya başladı. Davulun ağaçtan kasnağı sağlamdı. Kurt derisi yüzeyi ise yırtılmıştı. Yırtıkları yamadı, irice bir iğneyle ince ince dikti. Başlangıçta pek becerikli değildi. Beyaz, tombul ve nazik elleri o güne dek emek gerektiren bir iş yapmamıştı. İğneyi batırıp çıkardıkça ustalaştı. Dikişleri düzgünleşti, eli hızlandı.
Davul tamir oldukça üzerindeki işlemeler ortaya çıktı. Yaşam ağacı vardı davulun tam ortasında, uçmağın esenliğini getirsin diye dünyaya.
Keçeden bir cübbe dikmeliydi. Hâlâ koyunu olan bir obalıdan bir koyun satın aldı. Nasıl yapacağını Tuygun’a ve koyunu aldığı adama yüz kez sorduktan sonra dev makasla yün kırktı. Yünleri tarayarak kabarttı ve çadırın önünde güneşin altına serip ıslattı. Üzerlerine bastırdı, lifler birbirine yapışıp iyice sıkışsın diye.
Yıldızlar yükseldiğinde ilacını içip yorgunlukla kendini döşeğe atıyor, yorulmanın zihnine verdiği şifayla uyuyordu. Ertesi gün, güneş doğmadan önce kalkıp dinç halde işine devam ediyordu. Belirli bir yat-kalk saati yoktu, alarm sesi rüyalarını çalmıyordu. Ne zaman uykusu gelir ya da ne zaman uyanırsa… Mendilleri kana bulayacak kadar hastalanmış bedenini dinlemeyi öğrenmişti.
Keçeyi kesti, boyadı. Eski kıyafetten kalan boncukları, zilleri çıkarıp cübbenin yakasına, beline, sırtına iplikle bağladı. Dilek ağacını süslercesine renkli kumaş şeritleri kesip bitiştirdi. Cübbeyi hazırladı.
Kam başına ve omuzlarına taksın diye tepeleri gezip kartal ve baykuş tüyleri topladı. Kalan keçeden bir başlık dikip tüyleri tutturdu. Güneşi ve ayı temsil eden metal parçalarını yeni başlığa dikti. Kuş kemikleri topladı, renkli boncuklar edindi.
Ayin için gereken her şey hazır olduğunda aradan bir ay geçmişti.
Lord sıkça düşünceye dalıyordu. Tuygun ona nesi olduğunu sorduğunda, “Hiç!” diyor ve işine devam ediyordu. Akşamları daha çabuk yorulmaya ve çok öksürmeye başlamıştı. Ciğerinden gelen kan o kadar artmıştı ki boğazından mendile neredeyse fışkırıyordu.
“Ayine yetişemeyeceğim galiba,” demişti bir akşam.
“Sabret,” dedi elinden tutan Tuygun. “Az kaldı.”
Ayinin yapılacağı kutlu gecenin bir öncesinde malzemelerini hazırladı Tuygun. Aynalar dizdi. Taşlara tılsımlar çizdi. O geceye çıkacak gün ise çadırına çekildi, tütsü yakıp oruç tuttu. Ne bir söz söyledi ne de yemek geçti boğazından. Yardım için bir komşuyu çağırmışlardı önceki gün, geldi. Ardıç, pelin otu ve meşe kabuklarını tütsülüğe koydu. Lord’un koluna girip yürümesine yardım etti, yere yatırıp başını doğuya çevirdi.
Güneş battı. Gecenin ruhları gökyüzüne hâkim oldu. Tuygun ise kutsal kıyafetini giymişti, elinde davul ve tokmak, gözlerini kapatmıştı. Beş yıl ara verdiği için duyduğu başarısızlık korkusunu nefes alarak uzaklaştırıyordu: nefes al; nefesini tut, kara düşünceleri topla; nefesini ver, hepsini sal.
Komşu tütsülüğü ateşledi.
Dumanlar yükselirken Tuygun, Lord’un etrafında daire şeklinde yürüdü. Alaycı küçük kötü ruhları uzaklaştırmak için ürkütücü bir şekilde haykırdı.
Gözleri kapalıydı hâlâ. Davula vurdu. Ritmin onu ele geçirmesine izin verdi. Tütsünün dumanı ciğerlerine doluyordu. Otların kokusuna toprak rayihası karıştığında çocukluğundan kalma bir heyecanla kalbi hızla atmaya başladı. Göklerin kapıları açılıyordu.
Bu koku, onu savurup sarsan yağmur kokusundan daha farklıydı. Kam olduktan sonra armağan edilmişti bu belirti ona. Dünyadaki izdüşümü davula vurup zıplamaya devam ederken ruhu ya göklere gidiyordu ya da yerin altına.
Tamuda, yani yer altındaki karanlıklar diyarında yürüdü kam. Kara gölgelere seslendi. “Bu hasta; bu beden, bu yürek,” dedi. “Size ait değil! Niyedir öfkeniz? Nedir onunla derdiniz?”
“Bize saygısızlık yaptı,” dedi gölgeler. Fabrika bacasının dumanlarını görür gibi oldu Tuygun. “Dumanlar bizimdir, dumanımızı çaldı. Biz de onun nefesini aldık.”
Kam, ruhlarla pazarlık etti. Tütsünün dumanını verip hastanın nefesini geri aldı.
Yeryüzüne çıktı tekrar. Göğe bakıp kartala seslendi, yüksekten bakıp esenliği getirsin diye. Kurdu çağırdı, geceyi delip bir yol göstersin diye ve geyiği davet etti, hastanın ağırlaşan ruhunu taşıması için.
Nehir, kurdun ve geyiğin önüne geçti. Kamın ayaklarının dibinde çağladı, yükselip mavili beyazlı insan biçimine büründü.
“Niye ona şifa çağırıyorsun Tuygun? Sana neler yaptı, bilmiyor musun?”
“Bizde kin yoktur nehir, en iyi sen bilirsin. Hangi kir sana karışırsa karışsın, akıp temizlersin.”
Nehir gülümseyip parlayınca kam bir sınamayı geçtiğini anladı. Nehrin ruhu kamın alnından öptü. “Sırrın kutlu olsun,” dedi. Kurda, kartala ve geyiğe yol verdi.
Yolculuk sona erince Tuygun gözlerini açtı. Lord’u ve bir adım ötede durup onları seyreden komşuyu umut içinde gördü. Tüyleriyle hastanın vücudunu süpürdü ve su serpti.
Canının sıkıntısını belli etmedi. Kurt, kartal ve geyik; hastaya bir esenlik getirmemişti.
Şifanın parlak küçük ruhları yeryüzüne inmemişti.
“Neden çağrıma gelmiyorsunuz a ruhlar?” diye sorduğunda sadece “Üzülme Tuygun, sen her şeyi doğru yaptın,” demişlerdi.
“Ne olacak? İyileşebilecek miyim?”
Lord’un iyi haber bekleyen yüzüne bakarken “Ayini birkaç gün sonra tekrarlayacağız,” dedi Tuygun. “Bir eksik var ama ne olduğunu bilmiyorum. Galiba doğanın senden alması gerekenler var.”
Dinlenmek için döşeğe oturduğunda kafası dank etti. Telaşla dönüp “Fabrika hâlâ çalışıyor mu?” diye sordu.
“Evet.”
“Ah, elbette olmaz,” dedi kam. “Fabrikayı durdurup işçileri serbest bırakmalısın. Fabrika var oldukça canın sağ olmayacak Lord.”
“Tamam,” dedi adam, öksürerek. “Yarın, erkenden…”
“Şimdi,” dedi Tuygun.
“Şu an gece… Zaten kapalı. Hem kalkıp bir yere gidecek gücüm yok.”
“Bir daha bir yere gidebilecek gücün olmayabilir,” dedi kam. “Vaktin yok. Yaklaşan ölümü hissediyorum. Şimdi kalk, git ve işçilere yarın çalışmayacaklarını söyle.”
Sezgileri sıcak demire dokunurcasına acıyordu. Lord’u kaldırdı, tıpkı komşunun yaptığı gibi koluna girdi ve tepeden aşağı indirdi. Dumanları gördüler önce. Makineler çalışmadığı için var olmaması gereken ve her zamankinden kat be kat fazla olan, göğü saran gri dumanları… Sonra da geceyi gündüz gibi aydınlatan ve mesafeye rağmen sıcaklığı vuran turuncu alevleri.
Doğa, ona ait olanı geri alıyordu.
Biraz daha yaklaştılar. Yatakhaneden fırlayıp kaçışan işçiler görünür oldu. Karınca misali siluetlerden birisi onların hizasında durdu ve tepeye tırmanmaya başladı. Yüzü ve endamı belirdi. Saysar’ın yanakları is olmuş, saçları dağılmıştı. Ağabeyinin ayaklarına kapandı.
“Beni bağışla,” dedi.
Tuygun, Saysar’ı yerden kaldırdı. “Bağışlanacak bir şey yok, kardeşim,” dedi. “Nehir kir tutmaz.”
Lord’un dizleri artık tutmuyordu. “Kusura bakmayın,” dedi kam ve kız kardeşine doğru. Dikkatli bir şekilde dizlerini kırıp bir taşın üzerine oturdu. Öksürük krizine kapıldığında titreyen elleriyle mendili çıkaramayıp kolunu kapattı, kolu kıpkırmızı oldu.
“Aman! Su getirelim mi?” dedi Saysar.
Tuygun cevap vermedi. Lord’un durduğu yana bakakalmıştı. Nehrin ruhunu görüyordu onun yanında. Hasta adamın başı önüne düştü ve nefesi kesildi. Kadın çığlık attı.
Kam elini uzattı. “Geri ver onu!”
“Alacak, verecek kalmadı,” diye cevap verdi nehrin ruhu. “Fabrikayı ateş aldı, bedeni toprağın olacak. Acısı havaya karışacak. Ruhu da benimdir.”
Su, ateş, hava ve toprak payını aldı.
“Geride kalan servetimi insanlara ve hayvanlara pay et, ustam,” dedi Lord’un ruhu. Nehrin peşi sıra uçarken saf bir sevinç içindeydi.
Tuygun gözlerini açtı. Saysar’ın başı öne eğik cesedin yanında diz çökmüş, çaresizce durduğunu gördü. Kardeşini kaldırıp sıkıca sarılırken gözlerinden yaşlar iniyordu.
Gizem ÇETİN