Salvatore'yi Beklemek

SALVATORE’Yİ BEKLEMEK
Yarım saati geçmişti, ayakta dikiliyorlardı. Aklına, kapının açılmasını beklerken vapurun yakınlaşmasını izledikleri iskeleler geldi. Karşıyaka’dan gelen vapur, köpüklü dalgaları yararak geniş bir daire çizer yanaşırdı iskelenin kalın lastiklerine. Vapur yaklaştıkça insanlar bekledikleri yerlerde hareketlenir, kapının açılmasını sabırsızlıkla bekleşirlerdi. Dayanamadı, çevresinde duranları hafif iterek ve müsaade isteyerek arkaya oturabileceği veya dayanabileceği bir yere geçti. Kendisine küçük bir tabure verdiler.
Gece geç vakitti, içeride yaklaşık yirmi kişi olduklarını bilmese kendisini yalnız hissederdi. Diğerlerinin sadece nefes alışverişleri duyuluyordu birde kalp atışları. Karanlığı bölen diğer kişilerin arasından görebildiği iki pencereden sızan ışıktı. Daha gündüzden yola çıkacaklarını söylemişlerdi ama bir gece önce ve ondan önce de benzer uyarılar aldıkları ve harekete geçilmediği için bu gecede olmayacak diye düşünüyordu. Kandırılmaya başlandığını düşünmeye başlamıştı. Bu kadar insan birbirleriyle iç içe daha kaç gün geçireceklerdi acaba.
Kaç gün olmuştu buraya geleli, bu başkalarının hayalini süsleyecek kadar güzel villada yaşadığı kaçıncı gündü. Dışarıya çıkmalarına falan izin yoktu. Ortasında güzel bir havuzu olan geniş güzel bahçeye bile çıkamıyorlardı. Neymiş jandarma sık sık bu villayı kontrole gelirmiş, neymiş bir gören olurmuş. Ha bugün ha yarın derken altı gece uyumuşlardı oldukları yere kıvrılıp. Gerçi şansına kendisine küçük bir oda ve iyi bir yatak düşmüştü ama diğerleri salonda, koridorda mutfakta bulundukları yerde kıvrılıp yatmışlardı. Üstelik verdikleri paraya göre kuru ekmek sayılabilecek kumanyalar vermişlerdi kendilerine. Diğerlerinde mırıltılar hatta homurdanmalar olsa da kendisi hiç sesini çıkarmamıştı.
Avukat Mürvet ve tabii diğerleri o gece yarısı gene uyandırılmıştı. Sessizce dolaşan görevli delikanlı herkesin başına gelip fısıltıyla hazır olması gerektiğini söyledi. Bir an düşündü bıyıkları yeni terlemeye başlayan delikanlının adını, Mustafa’ydı. Temiz Anadolu çocuklarından biri. En azından şimdilik böyleydi. “Hazır ol abla Salvatore geliyor” demişti kapıyı tıklatırken. “Bu defa gerçekten gidiyorsunuz.” Birkaç dakika içerisinde de aşağıya salona inmişti.
Mustafa’nın söylediği gerçekleşmeye başlamıştı sanki. Başka biriydi bu defa konuşan, “Hadi iyisiniz” dedi kaba bir sesle. “Buradan kurtuluyorsunuz, kurtarıcınız olacak Salvatore geldi, açıkta sizi bekliyor.” Sesinde bir neşe vardı sanki. “Şimdi sahile ineceğiz, her zaman olduğu gibi sessiz olacaksınız. Kayıkhanede duran sandala binip ve sizi açıkta bekleyen yata gideceksiniz. Oradan da ver elini İtalya.” Kalabalıkta memnuniyet sesleri duyuldu. “Sevindirik oldunuz değil mi?” Dedi aleni bir şekilde gülerek.
Bir nevi lüks yolculuk olacaktı yapacakları. İyi bir evde kalarak başlamıştı ve iyi bir tekneyle sürecekti. “Yolculuğunuz öyle şişme botlarda Zodyaklarda olmayacak” demişti bu işi ayarlayan kişi. “Para var, konfor var” Son dört kelimeyi o kadar çok duymuştu ki. İşi düzenleyenler, gecikmeleri saymazsan sözlerinde durmuşlardı. Yani verdiği paraya değecekti.
“Dik kafalısın” derdi annesi her itiraz ettiğinde. Bu kadar çeneyle sen avukat olmalısın” derdi babaannesi. “Asilik yapma biraz uyumlu ol” derlerdi öğretmenleri. Hele din dersi öğretmenlerinden biri “Toplum sana uymaz, sen topluma uyacaksın” demişti. “Eğer öğle olsaydı İslamiyet diye bir din olmazdı çünkü Peygamber hala toplumunun dinine uyuyor olurdu ve putlara tapardı” dediğinde de “Çık dışarı” cevabını almıştı. Bir tek rahmetli babacığı kendisine destek olurdu. “Kızım otoriteden korkma, doğru bildiğini söylemekten çekinme” derdi.
Dakikalar ilerliyordu ve kalabalığın sessiz bekleyişi sürüyordu. Önde bulunan ve kendisini seçemese de sesinden kim olduğunu bildiği biri ancak arkadakilerin de duyabileceği bir sesle “Lütfen herkes eşyalarını son bir defa daha kontrol etsin” dedi. Kalabalıkta bir kıpırdanma oldu. Sırtındaki çantayı ayaklarının dibine aldı, eşyalarını kontrol etti. Dedikleri gibi kimliklerini ve pasaportunu su geçirmeyecek bir çantadaydı. Biraz parası birkaç kaç elbisesi hepsi yerli yerindeydi. Fermuarı çekti ve çantayı tekrar sırtına aldı. Kendisine bu bağlantıyı yapan kişi “adamlara güvenebilirsin, işinin uzmanlarıdır” demişti.
Tıpkı çocukluğundaki iskelenin kapısının açılması gibi salonun kapısı da açılmıştı. İçeri serin ve temiz hava girdi. Heyecanlı ve usul adımlarla dışarıya çıktılar. Sahille aralarındaki beton yolu çabucak geçtiler. Kendilerinin villanın sahildeki ahşap yapıya, kayıkhaneye geçmeleri çok sürmemişti. Gıcırdayan ahşap kapı açıldı. Kapıda duran pala bıyıklı kirli sakallı adamlardan biri girenlere can yeleği veriyordu. İlk şaşkınlıklarını atınca bunun bir gereklilik olduğunu anlamışlardı. İçeride büyükçe bir sandal vardı. İlk başta yirmi kişiyi alamayacak gibi duran sandala doluştular. Omuz omuza olsalar da sığmışlardı. Arkada duran dümenci herkesin yerine oturmasını bekledi bir süre. Ve gene beklemeye başladılar.
Oldukça kısa sürdü bu defaki beklemeleri. Eylül ayındaydılar ve hava güzeldi, gökyüzünde ay yoktu. Kadının aklına bunu bekledikleri ve o yüzden günlerce bu villada tutuldukları geldi. Sandal ince uzundu ve arkada iki sıra oturak vardı. Ortaya yakın olanda oturdu. O oturakta üç kişi sığışmışlardı. Diğerleri sandalın içerine yerleşmişlerdi. Saniyeler ve dakikalar geçmek bilmiyordu. Kadının kalbi hızla atıyordu. Bunu bir korku belirtisi olarak görmektense heyecan olarak yorumluyordu. Kendisine hayatı zehir eden insanların yaşadığı bu ülkeden gidecekti, önce İtalya sonra İskoçya. Orada mesleğini icra etmeye çalışacaktı. Bu hedefi yüzünden de uzun zamandır İngilizcesini geliştirmeye çabalıyordu.
Kayıkhanenin kapısı açıldı. Dışarının yıldızlı aydınlığı kendisini mest etmeye yetmişti. Aklına sadece üç ay sürmüş evlilikleri ve kocası geldi. Oda kendisi gibi avukattı ve hızlı bir aktivistti. Kendisine benzeyen bir yapısı vardı Orhan’ın. Gezi Parkı olaylarında tanışmışlardı. İkisi de Ülkelerine ve cumhuriyete bağlıydı ve demokrasiye inanıyordu. İkisi de Adalet olmadan hiçbir şey olmaz diyordu. Adam, “Sırf bu yüzden avukat oldum” demişti tanıştıktan kısa bir süre sonra.
Bir süre sonra evlenmişlerdi. Evlendikten sonra ailelerinin hep söz ettikleri gibi uslanmamışlar aksine daha çok davaya müdahil olmaya çalışmışlardı. Ve bir gün galiba Doğu Karadeniz’de olan bir eylemden sonra kafasına aldığı darbenin ardından baş ağrısından şikâyet etmeye başlamıştı Orhan. Önceleri önemsememişlerdi ama günden güne ağrılar artınca hastaneye gitmişlerdi. Beyin sarsıntısı, bir hafta sonrasında da toprağa vermişti kocasını.
Bir sabah mide bulantısı ile uyanınca aklına her ay başına gelen rahatsızlığın geç kaldığını fark etmişti. Kısa bir testten sonra da kocasının armağanını içinde taşıdığını anlamıştı. İşte o zaman karar vermişti adaleti olmayan bu ülkeden gitmeye. O zamana kadar olan birikimlerini toplamış biraz da ailesinden destek alarak bu organizasyona katılmıştı.
Sandalın motoru çalıştı, hızla harekete geçtiler. Hızla açık denize doğru yol almaya başladılar. Mürvet, derin bir nefes aldı. Gecenin çiği üzerlerine yağıyordu. Kafasını çevirdi baktı, önce yamacın üzerine kurulmuş ve günlerdir kaldıkları villayı gördü. Tahmininden daha büyüktü. Ardından belki bir daha görmeyeceği yerlere baktı. Karanlığın içerisinde siyah lekeler halinde duran ağaçları izledi bir zaman. Büyük ve yüksek olanlar çam ağaçlarıydı daha küçük olanlarsa zeytin ağaçları. Motorun gürültüsüne rağmen cırcır böceklerinin sesini duyuyordu. Acaba gideceği yerlerde de cırcır böceği olacak mıydı? Zannetmiyordu. Elini karnına götürdü. Minik Orhan oradaydı, şimdi bir üzüm tanesi kadar olmalıydı.
Kafasını kaldırdı, gökyüzüne baktı, bu yıldızları bir daha bu şekilde göremeyecekti. Yabancı eller, yabancı gökyüzü ve yabancı insanlar. Bundan sonra onlara hizmet edecekti Peki, ülkesinde yaşayanlar, ailesi, arkadaşları hatta tanımadığı insanların adalete, demokrasiye ihtiyacı yok muydu? Yanlış yolda olduğu aklına geldi, Orhan hayatta olsaydı böyle bir işe kalkışmazdı. Yerinden doğruldu.
“Kaptan ben vazgeçtim gitmiyorum” dedi. Sandaldakiler şaşkındı. Paralar verilmiş her şey ayarlanmıştı. “Beni geri götürün” dedi daha yüksek ve emredici bir ses tonunda.
“Olmaz hanımefendi, mümkün değil” dedi orta yaşlı, kır saçlı adam. “Sizi alacak tekne, Salvatore orada” dedi. Bütün başlar işaret edilen yöne döndü. Uzakta büyük bir karaltı vardı. Kendilerini alacak, huzur ve zenginliğin olduğu İtalya’ya götürecek araç oradaydı. Gecenin içerisinde sessizce oturan diğerlerinden sesler yükseldi, Mürvet, onları duymuyordu bile. Üzerindeki giysilerle suya atladı. Kaptan başta olmak üzere herkes şaşkındı. Sahile doğru kulaç atarken “Halkımı seviyorum, ülkemi seviyorum” diyordu. Kaptan hız kesmedi ama başını çevirerek “O zaman kolay gelsin” dedi. Diğerlerine de “Korkmayın üzerindeki can yeleği onu kıyıya kadar taşır” dedi. Aklından, bu iş bittikten sonra bu yiğit genç kadını arayıp bulmak geçiyordu.