Sanatçının Ölümü

Görüyorum ki çoğu zaman sanatçı ve sanat eseri arasındaki bağ bir tartışma konusu oluyor. Sanat eserine karşı tutum; onu ortaya koyan sanatçının kişiliğine, eylemlerine ve fikirlerine olan sempatiden kimi zaman etkileniyor kimi zamansa etkilenmiyor.

Ortaya konan sanat eseri sanatçısından bağımsız var olamaz mı? Yani sanatçının ölüp sanat eserinin kendi ayakları üstünde durması mümkün müdür? Onu ortaya koyan sanatçının günahlarından boyunun borcunu alması kaçınılmaz mıdır?

Veya sanat eserleri, sanatçıların ruh ve fikir dünyasını yansıttığı için sanatçıların kişilikleri bu eserlerde var olacağından ikisini birbirinden koparmak, ayrı ele almak mümkün değil midir?

Veya veya her eser kendi biricikliği göz önüne alınıp bir genellemeye kurban gitmeden mi ele alınmalıdır?

Bu olayın bir de yerel ve uluslararası bir boyutu var. Örneğin; kendi ülkesinde ırkçı olduğu bilinen bir sanatçıyı boykot edip eserlerinden uzak duran insanlar, başka bir ülkenin ırkçılık yaptığı bilinen sanatçısı için benzer bir boykot uygulamıyor. Yabancı sanatçının hayatı hakkında fikir sahibi olmadığı için mi (sanatçı ve sanat eserindeki bağa bu kadar önem veren biri nasıl olur da sanatçının hayatı hakkında fikir sahibi olmaya çalışmaz, o da ayrı bir tartışma konusu) yoksa aşağılanan insanlarla yakınlığı olmadığı için ırkçılığın tolere edilebilir olmasından mı? (Bağlamdan kopmayın ırkçılığı örnek olsun diye verdim, bu kişinin başka antipatik bir yanı olduğunu da düşünebilirsiniz. Tüm konuyu ırkçılık üzerine yığmayın sakın.)

Etkileyici bir olay veya hayat, normalde oturup sohbet bile etmeyeceğiniz bir insanın başına gelir ve o, bunu bir eser haline getirirse nasıl bir tutum sergilerdiniz?

4 Beğeni

Bence bu durum biraz da sanatçının yaşadığı dönem ile ilgili. Lovecraft ırkçının önde gideni ama eserlerinin önemi ve güzelliği karşısında ve hemen hemen herkesin ırkçı olduğu 2. dünya savaşı öncesi yaşamış olması sebebiyle bu konudaki fikirlerini göz ardı edip eserlerini öne çıkartıyoruz. Eserlerini ne kadar benimsesek de günümüzde insanlar lovecraftian yerine daha çok cosmic horror demeyi de tercih ediyor haklı olarak. Türe daha hakim biri daha detaylı açıklayacaktır.

Diğer yandan da günümüzde yaşayan örnekler var. Hasan Ali Toptaş bunlardan biri benim için. Adamın tacizci olduğunu öğrendikten sonra soğudum çünkü o tarz bir adamın eserlerinde de benzer bir durumla karşılaştığımda bu adamın hasta kafasının ürünleri diye düşüneceğim çünkü.

Aynı şekilde Rowling de birçoğumuzun çocukluğunda yeri olan bir eseri yaratmış bir kadın olmasına rağmen twitterdan yaptığı ve esere katkısı olmayan o gay, bu aslında şöyle açıklamalarını yapıp ardından transfobik açıklamalarla bir kısım insanı dışlayıcı söylemlerde bulunması insanı bir şüpheye düşürüyor. HP serisi çocukluğumuzda yer etti evet ama artık bu kadının söylemlerini dikkate almam mesela. Benim hetero bir erkek olarak anlamam mümkün değil ama trans bir bireyin bu seriyle büyüdükten sonra yazarının kötü bir insan olduğunu öğrenmesi ve kendini yok saydığı görmesi tatsız bir histir gibi geliyor bana.
Hatta Bu durumun Meme’i bile var.

Tam emin olmamakla birlikte yazarı yaşadığı döneme göre ele almak en doğrusu. Mesela Atsız da çok iyi bir yazar ve edebi eserlerinin üstüne konusu itibariyle eser yok ama bilimsel makale ve kitaplarını çok benimsememekte fayda var. Atsız’ın yaşadığı dönemde milliyetçilik olan şey günümüzde ırkçılıktan başka bir şey değil.

Eser yazarın bir ürünü olduğu için eser bence yazardan bağımsız düşünülemez. Ancak, yazarın kötü bir insan olduğunu bilip o ön kabul ile eseri bilinçli bir şekilde tüketmek en doğrusu olacaktır.

Ben ve muhtemelen bir çoğumuz sapıkça bu kitabın yazarı kimmiş öyle okuyayım diye araştırıp girmiyor bu işe. Ben beğenirsem aa çok güzel romanmış yazarın başka eserlerine de bakayım diyorum ve kendimi Wikipedia’da yazarı hayat hikayesini okurken buluyorum ve iyi bir insan değilse önüme düşüyor zaten. Ya da Hasan Ali Toptaş gibi günlerce gündemden düşmüyor. Araştırmadım ama muhtemelen yabancı basında hiç yer bulmadı bu haber ama İngilizce konuşan bir insan kitapçıda görüp yazarın çevrilmiş 2 kitabından biri alıp okuduktan sonra google’da aratıp wiki sayfasına girecek “Allegations of sexual misconduct” diye başlık ile karşılaşacak ve öyle öğrenecek.

İnsanın kendine yakın olmayan ırkçılığın tolere edilebilir olduğunu da düşünmüyorum bu arada. Biz türk milleti olarak içimizde kürt, çingene vb insana yaptığımız ırkçılığı Amerika ve Avrupa’nın zencilere yaptığı ırkçılık kadar konuşmuyoruz. Bu durum bana çok ilginç geliyor.

İşin bir diğer boyutu da ben bu tarz kötü insanlara para kazandırmak istemiyorum. Tecavüzcüsü, ırkçısı, cinsiyetçisi vs. benden para kazanmasın.

4 Beğeni

Konunun ilk değil de son mesajı olsaydı keşke bu yazdıklarınız. Her şeye derli toplu güzel bir cevap vermişsiniz. Hani bizim tartışma ortamımız hani bizim kaosumuz. :(((

2 Beğeni

Bence eser değerlendirilirken sanatçıya genel olarak hiç bakmamak lazım. Hırsızdır katildir o problemleri çözmek mahkemelerin işi olmalı. Ama tersi geçerli değil tabi. Eser bittikten sonra yazarın söyledikleri de yok hükmündedir bana kalırsa. İçeriğe yayından sonra müdahale etmek de fauldür, ayıptır. Önsöz yazması bile içeriğe dokunuyorsa sakıncalı.

Kurgusal metinlerde yazarın ölümü konsepti şahsen aşırı ciddiye aldığım bir konu. Baskıdan baskıya değişen chapterlar, zamanın politik doğrularına uygun hale getirmeler, twitter’dan canon güncellemeler falan bende (itiraf etmeliyim ki büyük oranda gereksiz) alerji yapıyor hocam, tiskiniyorum.

Ek: kitaplar için konuşuyoruz ama bence bütün sanat eserleri için geçerli bu durum. Oyunlar, filmler hakkında yönetmenlerin yorumlarda bulunması, “o aslında öyle değil” falan demesi beni gereksiz ölçüde irrite ediyor. :confused:

4 Beğeni

Yeni bir tartışma konusu açayım. Halit Ziya’nın eserlerini yazıldıktan sonra sadeleştirmesini normal buluyor musunuz? Eserin içeriğinde hiç değişiklik yok sadece ülke Latin alfabesine geçip dili sadeleştirmeye çalışınca Osmanlı döneminde yazılmış eserlerdeki anlaşılmaz kelimeleri değiştirmiş. Dil içi çeviri gibi yani. Sonra sonuçtan memnun kalmayıp tekrar sadeleştirmiş. Sonra tekrar. Bazı romanları 5-6 defa sadeleştirilmiş.

3 Beğeni

Yanlış hatırlamıyorsam direkt bu konunun tartışıldığı bir başlık da vardı. O biraz daha fazla çetrefilli/nüanslı/ince bir konu bence hocam, açıkçası henüz belli bir görüşe karar kılmadım bu konuda.

Eminim benden çok sadeleştirilmiş kitap okumuş ve konu üzerine düşünmüş arkadaşların görüşleri daha değerli olacaktır.

1 Beğeni

Direkt aklıma geleni atıp kaçıyorum.

5 Beğeni

Hâlid Ziya, Edebiyat-ı Cedide (Servet-i Fünun) anlayışının bir temsilcisi olduğu için eserleri, yazıldığı devirde konuşulan Türkçeden bile daha ağır ve ağdalıydı. Zaten önce Tanzimatçılar sonra da Yeni Lisancılar tarafından sürekli hücuma uğramalarının da en büyük sebebi kullandıkları bu ağır dildi. O yüzden Hâlid Ziya örneği biraz farklı bir mesele.

Dil ve üslup hakkında konuşacaksak Türkçe zaten cumhuriyetin ilk yıllarında tabiî işleyişi dâhilinde ideal bir çizgiye gelmişti. Tanzimat devriyle başlayan ‘‘yazı dilini konuşma diline yaklaştırmak’’ gayreti 80-90 senelik bir serüvenin ardından başarıya ulaşarak Türkçe, ‘‘ahenk ve zenginliğini’’ yitirmeden sadeleştirilebilmişti. Bu da dil bilmeyen fanatikler tarafından birkaç yılda yapılan bir inkılap değil insan müdahalesi olmadan, dilin kendi imkanları ve tabiî ilerleyişi rehberliğinde; bu dili bilen ve işleyen sanatçıların sayesinde meydana gelmişti. Reşat Nuri, Yakup Kadri, Hâlide Edip, Yahya Kemal ve daha nice büyük ismin kullandığı dil, Türkçenin ‘ahengini yitirmeden sadeleştiği’ en güzel hâliydi.