Santral garaj

SANTRAL GARAJ

Garajdan içeri girdiğinde ortalık kararıyordu. Kocaman sırt çantası ve elinde sürüklediği tekerlekli valiziyle yolcu olduğu her halinden belliydi. Salonun bir yanına yayılmış neonlarla, parlak ampullerle aydınlatılmış yazıhanelere yanaştı. Büyük harfleriyle tüm cepheyi kaplayanlardan başladı daha küçük puntolu olanlara kadar hepsine uğradı. Yüzünün asıklığına bakarsanız bilet bulamadığını hemen anlardınız. Hepsinden aldığı cevap aynıydı, ‘bu akşam sefer yok.’ Tekrar en başta uğradığı yere döndü, sabah ilk otobüs için biletini aldı.

Devasa bekleme salonu boştu. Adam, ne yapacağını bilemeyecek durumdaydı ve kırık dökük bekleme banklarından en iyi durumda olanını seçti. Yönü dışarıya bakan banka yavaşça ilişti. Karanlık iyice artmış otobüslerin yanaştığı peronlarda soğuk ışık veren lambalar ortalığı yarım yamalak aydınlatıyordu. Genç adam bir süre o bankta oturdu çevresini izlemeye çalıştı. Ne kadar süre geçtiğini anlamak için kolundaki saate belki onuncu defa baktı ve karnının acıktığını hissettiği için yerinden doğruldu. Önce sırt çantasını omuzladı ardından istenmeyen leş gibi sürüklediği valizini aldı, salonun daha aydınlık görünen yerine doğru yürümeye başladı.

Eli ayağı düzgün bir gençti, hatta yakışıklı bile sayılırdı. Uzun değildi ama kısa da sayılmazdı. Hafif dalgalı saçları uzun yüzüne dökülüyordu. Anasının yola çıkarken çantasına tıkıştırdığı poğaçalardan kalan iki tanesini afiyetle yedi. Tekrar saatine baktı, akrep yerine çakılıydı sanki, yelkovan ilerlemiyor, zaman geçmiyordu. Bir ara dışarı çıktı neden garajları bu kadar uzağa yaptıkları için şehir planlamacılarının kulaklarını çınlattı. Büyük ve geniş bir caddenin ötesinde yanan sokak lambaları titreşiyordu. Oraya varmak için epey yol kat etmeliydi. Delikanlının sürüklediği valizle ve sırtındaki ağır çantayla bunu yapması mümkün değildi. O zaman ilk otobüsün geleceği sabah saatlerine kadar bu garajda olacağı kesinleşmiş olmuştu.

İlk oturduğu yere döndü tekrar. Gün ışığı kalmadığı ve dışarının ışıklarının zayıf kalmasından dolayı karanlık bir nokta olmuştu orası. Koca salonun kapısında durdu bir süre. Sırtında çantası elinde valizi ayakta dikildi. Bir süre öncesine kadar açık olan yazıhanelerden çoğu kapanmıştı. Büyük firmalardan bir ikisi hala açık görünüyordu ama onlarda ışıklarını söndürmüşler bir iki lambayı usulen açık bırakmışlardı. Kolundaki saate tekrar baktı vakit hiç ilerlemiyordu. Kafasını kaldırdı sırtını pencerelere veren ve yüzü salona bilet gişelerine dönük banklardan birini gözüne kestirdi ve oraya yürümeye başladı.

İçerisi hafiften soğumaya başlamıştı. Mevsimlerin geçiş günlerinden birini yaşıyorlardı ve yaz yerini, serin hatta soğuk gecelere bırakmaya başlamıştı. Üç kalın kerestenin aralıklı bir şekilde yan yana getirilmesiyle oluşturulan sıra poposunu acıtmaya başlamıştı. Kıpırdanmadan yani oturma pozisyonunu değiştirmeden uzun süre oturamıyordu. Yine saatine baktı. En son baktığından bu yana on dakika bile geçmemişti. Kafasını hafif kaldırdı sol yandan gelen iki adam gördüğünden içi rahatladı. İki adamında üzerinde polis üniforması vardı. Yanına geldiler, ayağa kalktı. Kısa bir konuşmayla durumunu anlattı. “Eğer bir şeye ihtiyacı olursa salonun dışarısında bulunan karakola gelip kendilerinden yardım isteyebileceğini duyunca içi biraz daha rahatladı. Ama bir yandan da tedirgin olmuştu. “Demek burada kalanları uyarma gereği hissediyorlar” diye. Tekrar yerine oturdu ve adamları dışarı çıkasıya kadar izledi.

Saatine bakmamak için direndi bir süre ne kadar seyrek bakarsa zamanın o kadar çabuk geçeceğini biliyordu. Zemini inceledi. Mozaik yapısı siyah gri beyaz taşların rastgele oluşuna baktı. Ve ne kadar kirli olduğuna dikkat etti. Hâlbuki bir saat kadar önce üzerinde bir adamın oturduğu araç silmişti boydan boya. Sonra karşı duvarda dizili duran yazıhanelere baktı. Ülkesindeki her yerin adı yazıyordu kimi ışıklı kimi saç tabelaya yazılmış levhalarda. Bazıları kocaman harflerle yazılmıştı bazılarıysa küçücük. Gitmek istediği yerin adını buldu. Bu da yetmedi yazıların karakterlerini inceledi aralarında güzellik yarışması yaptı. Hafif kıpırdandı oturduğu yerde ve dayanamadı kolunu sıvayıp saatine baktığında on beş dakika anca geçmişti son baktığı süre ile arasında. Üstelik vakit erkendi, gece yarısından sonra ne yapacaktı bilemedi. Keşke üşenmeyip bir kitap alsaydım diye bininci defa aklından geçirdi. En kötüsü şarjı biten telefonuna küfür etti, içinden tabii. ‘keşke az önce izin alsaydım, bürolardan birinde şarj aletini taksaydım’ dedi ama bunu yapmayacağını o medeni cesarete sahip olmadığını da biliyordu.

Bakışlarını yukarıya yüksek tavana kaldırdı. Y harfini andıran koca sütunları ve üzerindeki beton kirişleri gördü. Yüksektiler, şurada ne kadar zayıf olduğunu başına kakıyorlardı. Kirişlerin üzerinde kalan boşluklar gözüne çarptı. Boydan boya taradı bakışlarıyla. İlginç bir şey gözüne çarpmadı. Kirlilik ve toz doluydular. Annesinin titiz olması yüzünden bir nesne veya mekândaki gözüne ilk çarpan özellik temizliği oluyordu. “Annem görseydi kahrolurdu” diye aklından geçirdi. Tam koluna kolundaki saate bakacaktı ki dipte karanlık köşede bulunan boşlukta kızıl noktalar gördüğünü sandı. Bir an bir saniyenin bile çok altında bir sürede parladılar ve kayboldular. Korktu, kolunu uzattı bir kere daha baktı saatine, sabaha çok vardı.

Kafasında tarttı, en yakında bulunan ve hala açık olduğunu düşündüğü yazıhaneye doğru yürümesi gerekiyordu. Sırt çantasını indirdi, önce cihazı çıkarması daha mantıklı olacaktı. Elini attı ve her zaman durduğu yere baktı, yoktu. Çantanın diğer ceplerini de kurcaladı, hala yoktu. Morali sıfır oldu. Telefonsuz zaman geçirmesi çok ama çok zor olacaktı. Bütün çantayı kontrol etti ve bulamayınca moral bozukluğuyla olduğu yere çöktü.

Oturduğu yerde heykel gibi durdu bir süre. Vaktin geçmesini, babasının aldığı saatin yelkovanını bir müddet daha dönmesini bekledi. Aklına yukarıdaki gördüğü kâbus geldi. Yerinden doğruldu o noktanın ötesine doğru yürüdü bir süre ve aniden dönüp baktı. Karanlık vardı sadece korkutucu bir karanlık. İçi rahat etti. Yorgun zihni kendisine oyun oynamış olmalıydı. Cesareti yerine geldi ve kolundaki saate baktı. Bu defa kendi kendine gülümsedi Akrep bir rakamın daha ötesine geçmişti. Havanın aydınlanması ve bineceği otobüsün gelmesi için yelkovanın en az yedi tur atması gerekiyordu. Biraz önce oturduğu yere geri döndü.

Şarkılar mırıldandı, olmadı. İçinden saydı olmadı, rahmetli ninesinden öğrendiği duaları okudu gene olmadı. Zaman denilen sonsuz ırmak, donmuş akmaz olmuştu. Yapacağı bir şey olmadığını da biliyordu. Kendisini bir sahnenin ortasında gibi hissetti. Burada dördüncü duvar yoktu ama sanki herkes O’nu izliyor gibi gelmişti. İnsanın aklına gelebilecek en kısa sürede kafasını kaldırdı, o uğursuz köşeye baktı. Koca salonu aydınlatan soğuk ışıkları gücü oraya yetmiyordu. Tüm dikkatini verdi belki ruhunun karanlıklarındaki korkuları aydınlatacak bir ışık bulabilirdi, kara gölgelerin içerisinde. Bir saniye geçti, beş saniye geçti beklediği farklılık oradan değil salonun diğer ucundaki kapıdan geldi.

Belki sekiz belki dokuz yaşında bir kız çocuğu elinden bir paketle kapıdan içeri girdi. Zayıf bedenini taşıyan ayaklarını sürüyerek yürüyordu. Donuk ve ağır adımları halini tamamlıyordu. Keşke daha ağır yürüse de gelesiye kadar sabah olsa diye aklından geçirdi. Yaklaştı, yaklaştı. Önce iki yana örülmüş saçları netleşti ardından da yüzündeki çiller. O yaş çocuklara yakışan bir pelteklikle “anam bunu size göndeğdi, gece acıkınca yermişsin” dedi. Elindeki beyaz torbayı uzattı. İlk an ne yapacağını bilemedi ve reddetme lüksü de yoktu. Teşekkür ederek aldı. Nedense açlığını hissetti ve torbandan çıkardığı ekmeği ısırdı o arada yanındaki ayranı açtı. İlk intiba oldukça lezzetli olduğuydu. Küçük kız çocuğu karşısında dinelmeye devam ediyor kendisini en ince detaya kadar inceliyordu. Aklına para teklif etmek geldi, elini cebine atınca kız, “annem pağa alma dediydi” dedi ve geldiği gibi ayaklarını sürüyerek gitti.

Duramıyor sürekli yiyordu. Bildiğin dönerdi ama o kadar lezzetli gelmişti ki kendisine, fazla sürmedi koca yarım ekmeği yemesi. Akşama kalan ayranın ekşimesi gerekirdi değil mi? en azından azıcık. Ama o kadar tatlıydı ki kana kana içti.

Uzun zamandır saatine bakmadığı aklına geldi. Kolunu kaldırdı, baktı gözlerinin içi güldü, yirmi dakika daha geçmişti. O ara hafifçe esnedi. Gözlerini aralamaya çalıştı, gücü yetmedi. Başını dik tutmaya çalıştı, onu da başaramadı. O korktuğu köşeden kocaman bir yaratık uçtu geldi. Kaçmak istedi ama ne mümkün, iki adım bile atamadan olduğu yere yığıldı kaldı.

Uyandığında karanlık ama küçük bir yerdeydi. Havada ağır bir küf ve rutubet kokusu vardı. Kıpırdanmaya çalıştı, kıpırdayamadı. İlk anda gözlerinin açık olup olmadığı konusunda bile kuşkuları vardı. Zifiri bir karanlık içerisindeydi. Gözleri alışınca siyahın tonları olduğunu anladı. Tavanda kocaman bir tekerlek asılıydı. Biraz daha dikkat edince şeklin beşgen olduğunu fark etti. Önce hafif bir ışıma kendisinin haklı olduğunu gösterdi. Ardından ışığın kuvveti arttıkça odayı daha net seçer oldu.

Üşüdüğünü hissetti işte o zaman belden yukarısının çıplak olduğunu anladı. Üstelik soğuk mekânın ortasındaydı. Bulunduğu yer sanki bir kasap dükkânına veya mezbahaya benziyordu. O an kafası dank etti kendisi bir mermer banko üzerinde yatırılmıştı. Başını güçlükle sağa çevirdi, duvarda asılı kasap aletlerini satırları bıçakları görünce korktu. Ağlamamak için kendisini güç tutuyordu. Bu defa başını sola çevirmeye çalıştığında O’nu gördü. Karkasları asmak için yapılmış krom metal ayakların üzerinde neredeyse bir adam boyunda bir şey baş aşağı duruyordu. Avının uyandığını anlayınca ani bir hareketle parende attı ve ayağa kalktı. “Sen” dedi sesi yerin altından hatta cehennem kuyularından geliyor gibiydi. “Kurban edileceksin” Başı ağrıyor, gözlerini açamıyordu. Ceza, suç bir anlam veremiyordu. 19 yaşındaydı ve kasabasından çıkmış bilmediği bir ile bilmediği bir üniversiteye gitmeye çalışıyordu. Olan bitene bir anlam veremedi.

“Neden” dedi.

“Çünkü insansın ve insanlar günahkârdır. Sen olmasan bile ailende illa ki bir günahkâr vardır.”

“Neden ailemin fertlerinin günahını ben çekeceğim ki” Aniden aklına gelmiş gibi “Beni kurban edersen sen de günah işlemiş olmayacak mısın” Varlık birkaç adım yaklaştı.

“Hayır, biz seni bizlerinde üzerinde olan Yüce Lordumuz için kurban veriyoruz. Üstelik siz zavallılar, bu dünyayı kirletiyorsunuz. Sizlerin olmadığı bir yer daha huzurlu.” Nefesi iğrençti. Yüzünde kanlı bir maske vardı. Maskenin ardında gözleri kıpkızıldı. Üzerindeki giysiler tam bedenine uygundu. Ortam biraz daha karanlık olsa inanabilirdi doğaüstü güç olduğuna.

“Uykumda mı kaçırdınız beni” Sorunu cevabını biliyordu. O küçük kızın getirdiği ekmekte olmalıydı uyku ilacı veya ayranda. Geriden bir ses duyuldu “anam bunu size göndeğdi, gece acıkınca yeğmişsin” Kahkahalar çınlattı oldukları yeri. Şimdi saatine bakmak isterdi kaç olduğunu bilmek için.

“Artık kaçıracak bir otobüsün olmayacak” dedi iğrenç bir kahkaha atarak. Hakkını veriyordu belli ki üzerinde çok çalışmıştı. “Şimdi seni kurban edeceğiz, tıpkı daha öncekiler gibi.” İğrenç sesi kısa bir süre duyulmadı. Ardından “senin ve senin gibilerinin kanı bizleri hayatta tutuyor.” Elinde tuttuğu kıvrımlı hançeri göğsü hizasında kaldırdı. Yüksek sesle Tanrısına yakarmaya başladı. Ta o sırada kapı büyük bir gürültüyle açıldı. Kapıda beliren adam “Geri çekil” dedi. Yaratığın ilk şaşkınlığı geçince

“Sen kimsin, bana, karanlıkların efendisine, ne yapmam gerektiğini nasıl emredersin” Geride duran uzun boylu geniş omuzlu biri birkaç adım öne çıktı “Ben Emrediyorum” dedi. Üzerinde kar beyazı bir takım elbise vardı. “Yüce Lordum” diyebildi sadece korku ve saygıyla.

“Ben ya, Yüce Lord’un, beklemiyordun değil mi?”

Kurban şaşkındı, bir kurtuluş umudu olduğunu anlamıştı. Ama yukarıda duran hançer hala bir tehditti. İlk konuşan adam, “Kurbanı çözün” Gölgelerin arasında kıpırdanmalar oldu. Kısa boylu bir kız çocuğu ki onun kendisine ekmeği ve ayranı getiren olduğuna emindi, yanına yaklaştı. Elleri hala havada duran yaratık kafasını çevirdi.

“Hayır” dedi. “Bu iş burada kalamaz, tören tamamlanmalı. Eğer tamamlanmazsa karanlık dünyanın öfkesi yağar buraya.”

“Anlamıyorsun değil mi, belki de hiç anlamadın. Artık o dünya yok. Senin ve senin gibilerin devri kapandı”

“Hayır, Yüce Efendim, asıl siz anlamıyorsunuz. Bize ait olanları, bizlerden çalan bu hırsızlardan geri almalıyız. Bu haşereler yok edilmeliler” İşte o anda otoriter ses tekrar duyuldu.
“Derhal kurbanı çözün ve yıkılın karşımdan” Başucunda dikilen Yaratık kafasını çevirmeden konuştu.

“Hayır, bu tören tamamlanacak” Elleri hızla aşağı inmek üzereydi ki önde duran adamın elindeki ilkel görünümlü silahtan fırlayan küçük bir ok Yaratığın sağ bileğine saplandı. Kurbanın üzerine ılık kanlar akmaya başlamıştı ki kısa bir anlık duraksamadan sonra yaralı kol tekrar kalktığında aynı silahtan fırlayan bir başka ok omuzla göğsün birleştiği noktaya saplandı. Ne olduğunu anlamadan üçüncüsü baldırına girmişti bile, Yaratık diz çökmek zorunda kalmıştı. Yüzünü beyaz takım elbiseli adama dönerek,

“Siz tamamlayın Efendimiz” dedi ve mırıldanır gibi “Bu ölümlülere bırakmayın” Diğerleri korkuyla duvarı içerisine gireceklermiş gibi sıralanmışlardı loş duvarlara. Uzun boylu adam ilerledi. Arkadaşının elindeki arbalet benzeri silahı aldı. Kendisine korku ve hayranlıkla bakan yaratığa dönerek “O devirler çoktan bitti” dedi. Yaratık, “keşke savaşmaya devam etseydik” son sözleri bunlar oldu. Kalbine saplanan ok son nefesini vermesi için yeterli olmuştu.

Gözlerini açtığında kendisini gece ekmek yediği yerde buldu. Uyuyup kalmıştı olduğu yerde böylece yüzlerce kere saatine bakmaktan kurtulmuştu. Kafasını kaldırıp baktığında havanın aydınlanmaya başladığını fark etti. Hafif gerindi, çantasının sağ yanında valizinin sol yanında olmasına mutlu oldu. Saatine bakınca otobüsünün kalkmasına yarım saatten az kaldığını gördü, sevindi. Karnı da iyice acıkmıştı. Sıcak simit almalıydı kendisine. Aklına rüyasında gördükleri geldi, ‘ne kadar yorulduysam artık’ diye aklından geçirdi. Bakışlarını gece aklına takılan tavanın köşesine çevirdi. Beton kirişler ve kolonlar arasındaki boşluklara baktı. Hiçbir şey görünmüyordu. Çantasını omzuna attı, valizini kirli zeminde sürüklemeye başladı.

Büfeye vardığında simit kokusu her yanı sarmıştı. Elini cebine attı, bozukluklarını kontrol etti. Önünde biriken müşterilerden fırsat bulduğunda, yaşlı, pos bıyıklı simitçiye seslendi. Adam, iki simit ve bir eritme peyniri kâğıda sardı genç adama uzattı. Gerçi peynir falan istememişti ama sesini çıkartmadı. Delikanlı parayı uzattığında büfeci elinin tersiyle itti. “ödendi” dedi ve küçük meydanın diğer tarafını gösterdi. İşaret edilen yere baktığında uzun boylu beyaz takım elbiseli bir adam ve yanında duran yardımcısı kendilerine kibarca el sallıyorlardı. Bir an ne yapacağını bilemese de sabah yapılan bu jeste gülümseyerek karşılık verdi. Kafası iyice karışmıştı, parasını cebine koydu. Yanlarına gidip gitmeme konusunda kısa bir süre kararsız kaldı. Tekrar bakınca orada hiç kimsenin olmadığını görünce iyice afallamıştı.

2 Beğeni