Savaş Yıldızı Galactica: Yedi Numara

Aşağıdaki öykü dizisini yaklaşık sekiz yıl önce kaleme almış ve kendi blogumda yayımlamıştım. Tabii şu an kendime ait bir blogum olmadığı için hiçbir yerde yayında değil. Daha doğrusu şu ana kadar.

Ben ilk öykülerimi bazı eserlerin hayran öykülerini yazarak başladım. Yeni yazmaya başlayan bir kişinin kendisini geliştirmesi için bunun iyi bir yol olduğuna inanıyorum. Peki neden Battlestar Galactica? Çünkü o benim en sevdiğim dizidir. Katılırsınız ya da katılmazsınız ama bence gelmiş geçmiş en iyi dizidir. Star Trek’i de çok severim ama Galactica’nın gönlümdeki yeri ayrıdır. Aslında bu öykü dizisi Galactica hakkındaki tek çalışmam değil ama diğerlerini bir şekilde kaybetmişim.

Yıllar önceki ben ile şimdiki ben aynı değil. O yüzden o zamanki tarzım bana da değişik geldi. Ve o yüzden olası yazım hatalarını düzeltmemeye karar verdim.

Uyarı: Bu öykü dizisi Battlestar Galactica dizisi ve spinoff dizisi Caprica’yı izlemiş olanlara yöneliktir. Eğer bu dizileri izlemediyseniz bu öykülerdeki bazı şeyler size anlaşılmaz gelebileceği gibi ilgili diziler hakkında da spoilera maruz kalmış olursunuz.

Dizi biraz uzun. Hatta kısa bir roman bile diyebiliriz. Bu yüzden parça parça yayımlıyorum.

1 Beğeni

İlk Savaştan 10 Yıl Sonra

Daniel, elinde TV kumandası, durmadan kanal değiştiriyordu. Geliştirdikleri yeni sinyal alıcı sayesinde çok uzakta bulunan 12 Kolonideki bütün TV yayınlarını bu kadar uzaktan takip edebiliyorlardı. Daniel açısından yine sıkıcı bir gündü. Koloni adını verdikleri dev ve saçma şekilli uzay üssünde yaşamak fazlasıyla sıkıcı olduğu gibi TV’de izlenmeye değer hiçbir şey yoktu. Daniel, şimdi haber kanallarına gelmişti.

“12 Kolonide seçimlere sadece bir kaç hafta kaldı. Son anketler başkanlığın en iddialı adaylarından Karl Winsley’in 3 puan önde olduğunu gösteriyor. Eğer seçim gününe kadar bu farkı korumayı başarabilirse…”

“Caprica City Adalet Sarayında olaylı bir gün yaşandı. Şu ana kadar 7 kişiyi öldürdüğü bilinen seri katil George Steve’in duruşması protestolara sahne oldu. George Steve ve avukatı Joseph Adama saldırıya…”

“Az sonra Sagittarion’daki Savaş Yıldızı Colombia’nın hizmete giriş törenine bağlanıyoruz. Bildiğiniz gibi Colombia, Saylon Savaşının son saatlerinde yok olmuş, yüzlerce kişilik mürettebatı korkunç bir şekilde can vermişti. Bugün onların anısına yeni savaş yıldızına Colombia adı verildi…”

“Şu an 12 Koloni bu maçı konuşuyor. Son 5 yılın şampiyonu Delphi Legion, Promethea Golden Horns’a 8-9’luk skorla yenildi. Kıyasıya bir rekabetin yaşandığı maçta Golden Horns son saniye sayısıyla maçı kazanmayı başardı. Böylece Golden Horns, Legion’ların 5 yıllık saltanatına son vererek 12 Koloninin yeni şampiyonu oldu. Bu maçın ardından Aerilon’da binlerce insan sokağa döküldü. Bu yoksul koloni, zengin Capricalılara iyi bir ders verdi. Maç özeti az sonra…”

İşte bu haber Daniel’ın ilgisini çekti. Piramit gerçekten eğlenceli bir şeydi ve insanların Saylonlar hariç en büyük mucizesiydi. Bu maçı nasıl olur da kaçırırdı. 12 Kolonide herkes bu maçı konuşuyordu. Hatta burada, Saylonlar bile bu maça ilgi gösteriyordu. Kısa süre içinde maçın görüntüleri ekrana geldi. Daniel izlemeye dalmışken Ellen Tigh sessizce odaya girdi, geldiğini belli etmemek için sessizce hareket ediyordu. Arkadan yavaşça yaklaştı ve elleriyle Daniel’ın gözlerini kapattı.

“Ellen?”

“Evet benim.”

Daniel’a arkadan sarıldı ve yanağına bir öpücük kondurdu. Sonra da Daniel’ın çaprazındaki koltuğa oturdu. Bugün oldukça mutlu görünüyordu.

“Neşeli görüyorum seni.”

“Yakında bir kardeşin daha olacak. Bir kız. 8 numara. Onun için de bazı planlarım var, yakında onu yaratmak için çalışmaya başlayacağız.”

“Görebilir miyim diyeceğim ama bana göstermeyeceğini biliyorum. John dışında hiçbiriyle henüz tanıştırılmadım.”

Ellen, Daniel’ın elini tuttu ve gözlerine bakarak “hepsiyle tanışacaksın, fakat sen özelsin, senin kendini daha da geliştirmeni istiyorum. Hem 8 numaranın tamamlanmasına daha çok var.”

“Bazen bu özel olma hikayesini diğerlerine de anlattığını düşünüyorum.”

“Hayır, özel olan sadece sensin.”

“Peki, nedir beni özel kılan, nedir diğer modellerle tanışmamı engelleyen? Her gün siz beşinizden, Centurionlardan ve John’dan başkasını görmemekten, bu hapis hayatından sıkıldım.”

“Demek benden sıkıldın?”

“Hadi ama Ellen, anlatmak istediğimin bu olmadığını biliyorsun.”

“Bu yeterince açıktı.”

Ellen kızgın bir yüz ifadesiyle kalktı ve kapıya yöneldi. Fakat sadece bir adım atmıştı ki Daniel’ın eli onu yakaladı ve geri çekti. Kendisini Daniel’ın tam yanında oturmuş buldu. Öpüşmeye başladılar. Ellen, gülümsemeye başladı.

“Bunu neden yapıyorsun?”

“Çünkü ben senin en özel çocuğunum.”

“Neden acaba?”

Daniel cevap vermedi ve öpmeye devam etti. Koltuğun üstünde sevişmeye başladılar. TV’den maç özetinin sesi gelmeye devam ediyordu.


Ellen odadan çıktıktan sonra Daniel, Piramit görüntülerini yayınlayacak bir TV kanalı aramaya devam etti. Ellen, sessizce koridordan geçip komuta merkezine gidiyordu. O an karşısında Tory Foster’ı gördü. 2000 yıl boyunca birlikte seyahat etmişlerdi ama yine de Tory’den pek hoşlanmıyordu. İlk başlarda oldukça iyi arkadaştılar ama uzun yolculuk Tory’yi çok değiştirmiş ve Ellen ile arasını biraz açmıştı. Bunda biraz Daniel’ın da payı vardı. Herkes Ellen’ın, Daniel’ı kayırdığını biliyordu ama Tory daha fazlasını biliyordu. Şimdi kuşkulu bakışlarla Ellen’ın karşısındaydı.

“Merhaba Ellen. Nereden böyle?”

“Çok sıkılmıştım biraz dolaşayım dedim.”

“Buna inanmamı beklemiyorsun değil mi?”

“Bu da ne demek şimdi?”

“Yapma Ellen. Daniel’ın yanından geldiğini biliyorum.”

Ellen Tigh, hiçbir şey söylemeden yoluna devam etti. Tory de gülümseyerek yoluna devam etti. Beş dakika sonra bu sefer Tory, Daniel’in yanına varmıştı. Kapıdan girince Daniel, TV’yi kapattı. Anlaşılıyordu ki bugün kendisini rahat bırakmayacaklardı. Tory’ye oturması için yer gösterdi.

“Sana nasıl yardımcı olabilirim?”

“Sadece biraz konuşmak istemiştim.”

“Ne hakkında?”

“Sen ve Ellen hakkında. Her şeyi biliyorum.”

“Sen neden bahsediyorsun?”

Tory, Daniel’ı oturduğu koltukta geri itti ve üstüne çıktı. Daniel’ın boynunu öpmeye başladı. Bir yandan da kulağına fısıldıyordu.

“Biliyor musun? Umurumda değil, hatta Ellen’a hak veriyorum. Yüzyıllar boyunca aynı huysuz ihtiyarla sevişmek çok sıkıcı. Onun ne hissettiğini aslında çok iyi biliyorum.”

Daniel’ın gömleğinin düğmelerini çözmeye başladı.

“Ve sen. Ellen’ın en sevdiği çocuğu, buradasın. Sanırım ben de olsam aynısını yapardım.”

Elini Daniel’ın pantolonunun içine sokmuştu ki Daniel, onu durdurdu.

“Tory bunu yapamam.”

“Neden? Ben de en az Ellen kadar senin annen değil miyim?”

“Hayır, Tory bunu gerçekten yapamam.”

Tory, Daniel’ın üstünden indi.

“Şimdi de ebeveynlerin arasında ayrım yapmaya mı başladın?”

Sonra Daniel’ı kızdırmak için Cavili övmeye başladı.

“Bak bu konuda Cavil senden daha iyi. O hiçbirimiz arasında ayrım yapmıyor.”

“Evet, hepinize birden isyan ediyor. Ona şimdi de Cavil ismini vermişsiniz.”

“Evet, sürekli mızmızlanıyor. Bu yüzden ona Cavil diyoruz. Ama olsun. İyi bir çocuk o. Ve çok büyük işler başaracak.”

“Bana kalırsa John (Cavil) hepimizi felakete sürükleyecek.”

“Kardeşin hakkında böyle konuşmamalısın. Üstelik senin baban da sayılır.”

“Biliyorum beni ve diğer kardeşleri yaratmanıza yardım etmişti. Ama biliyor musun, sizin şu ensest aile ilişkilerinizden bıktım artık.”

“Bu yüzden mi annenle (Ellen’la) yatıyorsun her gün?”

Daniel cevap vermedi, daha fazla tartışmaya da niyeti yoktu. Tory de sessizce odadan çıktı.


Dinlenme odasında Samuel T. Anders, Galen Tyrol ve Leoben Conoy kafayı çekip muhabbet ediyorlardı. İçki su gibi akıyor, kahkahaların ardı arkası kesilmiyordu. Leoben elindeki boşalmış bardağı sertçe masaya indirdi. Gülmekten bayılacaktı neredeyse, güçlükle konuşuyordu.

“Şimdi siz bana 1247 yıl boyunca yosun yediğinizi mi söylüyorsunuz?”

“Aynen öyle. Tam 1247 yıl. Ama yosun deyip geçme o kadar zaman içinde ne kadar çok yosun tarifi ürettiğimizi görmeliydin.”

“Yosun püresi, yosun çorbası, yosun haşlama, yosun salatası, yosun tatlısı, yosun dolması, yosun sarması, yosun ekmeği, yosun kebabı…”

Leoben bu sefer “yosun kebabı” diyerek kahkaha attı. Galen ve Samuel de durmadan gülüyorlardı. İçkinin de etkisiyle şimdi o 2000 yılı gülünç bir hatıra olarak anımsıyorlardı. Ki her ne kadar sıkıcı olsa da arada gülünç şeyler de vardı. Tyrol, sözü devam ettirdi.

“Evet, yosun kebabı. Çok da enteresan bir olaydı.”

“Onu da anlatsanıza.”

“Bunu Samuel anlatsın.”

“Nasıl istersen dostum. Yaklaşık olarak 800 yıl önceydi. Yanılmıyorum değil mi?”

“Ben 900 diye hatırlıyorum.”

Hep birlikte yeniden gülüştüler. Samuel devam etti.

“Yine yeni bir tarif denemeye karar vermiştik. Ben yosun kebabı diye bir fikir ortaya attım. Geminin orta yerinde bir ateş yaktım ve kurutulmuş yosun parçalarını şişe geçirip üstüne tuttum. O geminin içinde o kadar uzun süre kalmışız ki kapalı alanın ateş yakmak için uygun olmadığını unutmuşuz. Ama öyle değildi, içerisi duman kaplandı ve solunacak hava kalmadı, üstüne bir de yangın çıktı. Neyse ki bir şekilde söndürmeyi başardık.”

“Ama Saul’u görmeliydin. Samuel’i bir temiz fırçaladı. Sonra da onu hava kilidinden attı.”

Leoben şimdi gülmekten kriz geçiriyordu.

“Gerçekten bunu yaptı mı?”

“Evet, yaptı ama bunu yaparken yeniden dirilişi unutmuştu. Ve bu vesileyle Samuel’in 39. doğumunu kutladık.”

Yine gülüşmeye başladılar. Samuel ve Tyrol, ambrosiaları kafaya diktiler. Leoben’in sakinleşmesi kolay olmuyordu. Sürekli gülüyor, duramıyordu. En sonunda konuşabilecek duruma gelince, bir soru daha sordu:

“Peki, neden hep yosun, neden Dünya’dan ayrılırken yanınıza yeterince yiyecek almadınız?”

“Gemimizin deposunun kapasitesi bir yere kadardı. Biz yolculuğun 453. yılında Yosun gezegenine ulaştık. Deponun boşalan kısmını da hep yosunla doldurduk. Beklendiği gibi yolculuğun bir noktasından sonra diğer stoklar tükendi ve sonra hep yosun yemek zorunda kaldık. Şu andan yaklaşık 300 yıl önce Kobol’u bulana kadar hep yosun yedik.”

“Tanrım bu bir kabus.”

“Evet öyle. Fakat asıl kabus neydi biliyor musun? Her ne kadar Kobol’da yeniden yiyecek depolayıp yola devam ettiysek ve 300 yıl boyunca bir daha yosun görmediysek de yosunlar beynimize işlemişti, yediğimiz ve içtiğimiz her şeyden yosun tadı alıyorduk.”

“Ve şimdi de yosun suyu içiyorsunuz.”

Tyrol ve Samuel önlerindeki ambrosia şişelerine baktılar. Sonra birbirlerine baktılar ve yine güldüler. Tyrol:

“12 Koloniye ulaştıktan sonra en sevilen içkinin yosundan yapılan ambrosia olduğunu öğrenmek bizi gerçekten şaşırttı. Baksana burada Saylonlar bile ambrosia içiyorlar.”

“Lanet olsun Galen. 1247 boyunca türlü türlü yosun yemekleri ve içecekleri icat ettik ve ama böyle bir şeyi icat etmek nasıl hiç aklımıza gelmedi?”

“Bunu Saul’e sormalısın. İçki uzmanı o.”

Tekrar gülüştüler. Bu sefer kadehlerini yosunların şerefine kaldırdılar. Leoben artık masadan kalktı, iyice sarhoş olmuştu ve sendeliyordu. Ağır adımlarla sendeleyerek kapıya yöneldi. Tam kapıdan çıkacakken arkasına döndü.

“Beyler sizlerle sohbet etmek harikaydı. Bunu sık sık tekrarlayalım. Hiç bu kadar çok güldüğümü hatırlamıyorum.”

“Biz senin güldüğünü hiç hatırlamıyoruz ki. Siz Leobenler sürekli ağır abi havalarındasınız. Senin sürekli içmen lazım dostum.”

“Bence bu Leoben diğerlerinden farklı. Bir üretim hatası.”

Yeniden kahkaha attılar. Leoben kahkaha atarken dengesini kaybetti ve yere düştü. Bu sefer daha şiddetli gülüştüler. Leoben güçlükle toparlanırken “artık gitsem iyi olacak” dedi. Tyrol:

“Nereye gidiyorsun? Bizimle içmeye devam et.”

“Kendime bir tane üç veya altı numara bulmam gerek.”

“Altıların yatakta çok iyi olduğunu duymuştum. Ama ben üçlere sadık kaldım.”

“Evet, altılar öyleler, üçler de fena değil. Ama altılar asla hayır demezler. Tabii bazen hep aynı iki modelle yatağa girmek sıkıcı olabiliyor.”

Leoben burada duraksadı, aklına bir şey gelmişti.

“Sizlerin bir model daha üreteceğini duydum, doğru mu?”

“Evet. Bir kadın olacak.”

“İşte bu güzel bir haber. Acaba sizden bu konuda bazı isteklerde bulunabilir miyim?”

“Tabii, sipariş kabul ediyoruz.”

Tyrol, Sam’in bu sözüne gülümsedi. Leoben tekrar masaya oturdu.

“Acaba çekik gözlü bir şey yapmanız mümkün mü? Hep çekik gözlü kadınlarla ilgili fantezilerim olmuştur da.”

“Sanırım yapabiliriz.”

“Çok teşekkür ederim beyler.”

Ve Leoben masadan kalktı, odadan çıktı. İçki bugün hepsini bambaşka biri yapmıştı ama içlerini dökmüşlerdi. Sam ve Tyrol, o 2000 yılı hatırladılar ve tekrar suskunlaştılar. Birkaç dakika sonra Tyrol sessizliği bozdu: “Kesinlikle üretim hatası.”

10 Yıl Önce

2000 yıllık antika uzay gemisi yolculuğuna son sürat devam ediyordu. Tabii buna sürat denebilirse. Tyrol, makine dairesindeydi, yine bir makinenin altına girmişti, tamir etmek için uğraşıyordu. Samuel oraya geldi.

“Bu sefer çok mu kötü?”

“Evet, öyle.”

Tyrol, makinenin altından çıktı. Ellerini bezle sildi.

“Ne bekliyorduk ki, bu gemi artık iyice yaşlandı.”

“Sence daha ne kadar dayanır?”

“Şu geminin haline kim baksa sadece birkaç aylık ömrünün kaldığını sanır ama bu haliyle bizi yüzyıllardır taşıyor.”

Tyrol başını kaldırıp etrafa göz gezdirdi, sonra gözleri Sam’in gözlerinde durdu. Derin bir nefes alıp konuşmaya devam etti.

“Kısacası Tanrı bilir.”

“Gel. Yemek hazır ve Saul’ün doğum günü pastası.”

“Yeniden doğdu mu?”

“Kucağına alıp sevebilirsin.”

Sam ve Tyrol yemek odasına geçtiler. Kısa süre sonra Tory de oraya gelmişti. Ellen’a Saul’un doğumu için yardım etmiş, sonra onları bir süre yalnız bırakmıştı. Az sonra ikisi de burada olurlardı. Tory sessiz sedasız oturuyordu. Bir ara kalktı ve duvardaki elektronik takvime Saul’un yeni doğum gününü işaretledi. Takvime bakınca neredeyse 2000 yıl olduğunu görmüştü. Sonra tekrar yerine oturdu. Bu sessizlik fazla uzamadan Saul ve Ellen yemek odasına girdiler.

Saul gençleşmişti. Bir saat önce 97 yaşında can veren adam şimdi 25 yaşında olarak karşılarında duruyordu. Diğerleri ise ona kıyasla oldukça yaşlıydı. En genci yaklaşık 50 yaşındaydı. Yakında Ellen da ölüp yeniden doğacaktı, şu anki bedeni neredeyse 100 yaşına girecekti. Saul ağır ve dengesiz hareket ediyordu. Yeni bedenine alışması için biraz zaman gerekliydi. Yavaşça masada kendisine ayrılan yere yerleşti. Sam ve Tyrol ona gülümsüyorlardı.

“Siz iki işe yaramazın neye güldüğünü öğrenebilir miyim?”

“Artık bizimle böyle konuşamazsın Saul. Hatta bizden önce masaya da oturamazsın.”

“O nedenmiş?”

“Çünkü biz artık senden büyüğüz.”

Saul bir küfür savurdu. Tory araya girdi.

“Çok ayıp ama büyüklerin yanında küfür edilir mi hiç.”

Ellen cevap verdi:

“Huyları hiç değişmiyor.”

“Belki gerçekten yeni bir Saul görürüz diye umuyordum, hayal kırıklığına uğradım.”

Saul bağırdı.

“Kesin artık bu zırvaları.”

Sustular ama hepsi bıyık altından gülüyordu. En sonunda Tory masadan kalktı ve gidip Saul’un doğum günü pastasını getirdi.

“Önce pasta. Yemek için henüz erken. Bir dilek tut eski dost.”

Saul bir dilek tuttu ve pastaya üfledi. Sonra pastayı dilimlerken “ne dilediğimi sormayacak mısınız” dedi. Sormalarına gerek yoktu, hepsi ne olduğunu biliyordu. Pastanın dilimlenmesi işi bitmişti ki alarmın sesi duydular. Yolculuk boyunca bu alarm hiç çalmamıştı. Şimdi tüm o rahatsız edici sesiyle çalıyordu ve o sesle beraber kırmızı ışıklar da yanıp sönüyordu. Saul başını ışıklara çevirdi sonra da kapıya.

“Bu rahatsız edici ses de ne böyle?”

Yüzlerce yıldır bu gemide olmalarına rağmen bu sesi hiç duymamışlardı. Tyrol araya girdi:

“Galiba alarm olmalı. Şu ışıkların da onunla ilgili olduğunu sanıyorum.”

“Sanıyor musun?”

“Nereden bileyim şu gemiye ilk bindiğimiz günden beri alarmın öttüğünü hiç görmemiştim.”

“Hiç değilse şu alarmın neden çaldığı hakkında bir fikir sahibi olsan.”

“Onu da Ellen’a sor.”

Ellen cevap verdi:

“Ben kurmuştum o alarmı. Radar bir şey tespit ederse bizi uyarsın diye”

Saul’un dileği çok çabuk gerçekleşmişti.

“Ne bekliyoruz öyleyse burada?”

Hepsi birden kokpite koştular. Tyrol’un ilk işi alarmı susturmak oldu. Radara baktılar, karşılarında hareket halinde olan birkaç uzay gemisi olduğunu gösteriyordu. Tory, heyecanla “şuna bakın” dedi. Dünyadan ayrıldıktan yüzlerce yıl sonra ilk defa başka bir uzay gemisi görmüşlerdi. Sam, “geldik mi” diye sordu. Çok geçmeden diğer uzay gemilerinden bir tanesi görüş alanına girmişti. Fakat gördükleri şey onları dehşete düşürdü, karşıdan bir Viper Mark II geliyordu ama camı patlamış ve içindeki pilot ölmüştü. Ağır hasarlıydı ve arkasından çıkan ateş, boşluğa kaçan son havayla birlikte yanıyordu. Viper, az bir farkla son beşlinin gemisini sıyırıp geçti. Hepsi neye uğradıklarını şaşırmışlardı. Saul Tigh, “o şey de neydi öyle” diye bağırdı. Hemen ardından ilerideki gemileri gördüler. Artık onları görebilecek kadar yakındılar. Birkaç tane devasa savaş gemisi ve çok sayıda küçük gemi savaş halindeydiler. Küçük gemiler kıyasıya bir it dalaşındaydılar. Büyükler ise ellerinde ne var ne yoksa birbirlerine ateşliyorlardı.

“Neler oluyor burada?”

“Kahretsin. Ne yapacağız?”

“Buradan uzaklaşalım. Yakınlarda mutlaka bir gezegen olmalı, oraya inmemiz gerek.”


Saatler sonra Buzul Uydusunun üstüne inmişlerdi. Bir füze, kazara gemilerine isabet etmiş, gemi hasar görmüştü. Buraya güçlükle inmişlerdi. Burası öyle bir yerdi ki gezegenin tamamında kış hakimdi. Havası solunabilir durumdaydı ama iklimsel nedenlerden ötürü insan yaşamına pek elverişli değildi. Bu nedenle burada insan yoktu. Hal böyle olunca Saylonlar buraya üslenmişlerdi. Gemiden çıkan beşli, buzun üzerinde durmuş, manzarayı seyrediyordu. En son 259 yıl önce Kobol’dayken uzay gemisinden çıkmışlardı. Sohbeti Saul başlattı:

“Birisi bana bu savaşın düşündüğüm şey olmadığını söylesin.”

Sam:

“İnsanlar arası bir savaşı insan-makine savaşına tercih mi ediyorsun?”

“Kesinlikle.”

Tory araya girdi:

“İnsanlar arasındaki anlaşmazlıklar çözülebilir ama öbür türlüsü zor.”

Ellen elindeki tabletle 12 Koloninin İnternet ağına girmişti, 12 Kolonide kullanılan diller zaman içinde çok değişmişti ama meraklısı için antik dillerde yayın yapan web siteleri mevcuttu. Ellen, Dünya yok olmadan önce Antik Gemenese dilini (Gemenon’luların Kobol’dayken konuştukları dili) öğrenme fırsatı bulmuştu. Ellen, öğrendiklerini diğerleriyle paylaştı:

“Ne yazık ki size kötü haberlerim var. 12 Koloninin İnternet ağından öğrendiğim kadarıyla insanlar Saylon denilen bir robot medeniyeti yaratmışlar.”

“Ve sonra da savaş çıkmış.”

Saul kızmıştı, yere tükürdü.

“Aynı şey burada da yaşanıyor. Kahretsin, çok geç aldık.”

“Az bir farkla geç kalmışız, Saylonların ortaya çıkışı sadece birkaç yıl öncesine ait.”

Saul diğerlerinin karşısına geçip onları suçladı.

“Size hiç oyalanmadan buraya ulaşmamız gerektiğini söylemiştim. Kobol’da bu kadar uzun süre tatil yapmasaydık zamanında yetişmiş olacaktık.”

“Olan oldu Saul. Şimdi bu savaşı nasıl durdurmamız gerektiğini konuşmalıyız.”

Tyrol, Sam’in sözünü kesti:

“Önce 12 Koloninin neresindeyiz, burası nasıl bir yerdir onu öğrenmeliyiz.”

Tableti kurcalayan Ellen yine suskunluğunu bozdu:

“Buraya “Buz Ayı” diyorlarmış. Anladığım kadarıyla Saylonların kontrolündeymiş.”

“Lanet olsun, Saylonlardan birisi bizi görürse ayvayı yeriz. Bizi insanlardan ayırt edemezler.”

“Sakin ol sevgilim. Bizi diğerlerinden ayırabilecekler. Bana güven. Hadi, madem buz ayındayız, gidip Saylonları yakından tanıyalım. Bilgisayar 600 kilometre ötede kocaman bir yapı bulunduğunu bildiriyor.”

Oraya gitmek için gemiye bineceklerken Tory “şaka yapıyorsunuz” dedi. Hepsi şaşkınlıkla arkalarına döndüler. Ellen cevap verdi:

“Ne demek istiyorsun?”

“Bütün bunlar bir şaka.”

“Tory, uzayda o savaşı kendi gözlerinle gördün.”

Sam araya girdi:

“Kabullenmekte zorlanıyor.”

“Evet, kabul edemiyorum.”

Saul, sert bir ses tonuyla Tory’e cevap verdi:

“Bunu 41 yıl boyunca Kobol’da denize girerken, dağlara tırmanırken, kayak yaparken, avlanırken ve daha bir sürü saçmalık yaparken düşünecektin güzelim.”

Tory bir cevap vermedi. Hep birlikte içeri girdiler ve yola çıktılar.


Saatler sonra dev Saylon tesislerinin önündeydiler. Büyük beyaz binanın bacasından kapkara dumanlar çıkıyordu. Burası bir çeşit fabrika olmalıydı ama aynı zamanda ar-ge işlemleri de yürütülüyor olabilirdi. Belki yeni silahlar, cephaneler üretiliyor, belki de yeni Centurionlar üretiliyordu. Ya da başka bir şeydi.

Ellen’ın telsiz tuşuna basmasıyla antika uzay gemisi sinyal göndermeye başladı. Binanın içindeki Saylonlar zaten sinyal gelmeden önce fark etmişlerdi onları. Fakat tanımlayamamışlardı. Sinyal, Saylonlardan mı yoksa insanlardan mı belli değildi. Her ihtimale karşı alarm durumuna geçmişlerdi. Yönetim katında, bilgisayar başındaki bir Centurion arkada oturan komutanına seslendi.

“Efendim, bir sinyal alıyoruz. Fakat ne bizim sinyallerimize ne de koloni sinyaline benziyor.”

“Sinyal ne diyor?”

“Bilinmeyen bir dil.”

“Çözümleyici programı çalıştır.”

“Emredersiniz efendim.”

Yazılımın çalışmasıyla dilin çözülmesi sadece bir saniye sürdü. Çünkü oradaki Centurionlar bu dili bilmeseler de aslında bu dil Gemenon’da bir zamanlar konuşuluyordu. Yani çözümleyici tarafından bilinen bir dildi.

Yukarıdaki büyük ekranda bir takım yazılar belirdi.

Kayıp 13. Koloniden buraya geldik.

Silahsız beş siviliz.

İnsan veya Centurion değiliz.

Buraya barışçıl amaçlarla geldik.

Sizinle görüşmek istiyoruz.

İyi niyetimizi göstermek için

Gemimizle birlikte size teslim oluyoruz.


Ellen, teslim olma planını yeniden dirilişe güvenerek yapmıştı. Buraya gelmeden önce diriliş sistemini gemiden çıkarıp ücra bir yerdeki bir mağaraya taşımışlardı. Eğer işler kötü giderse kendilerini bu mağarada bulabileceklerdi.

Saylonlar mesajı almış, onların silahsız olduğunu da tespit etmişti. Komutanları kapıya bir düzine asker çıkarıp gemiden inen beş kişiyi teslim aldı. Ellen ve Tory’nin ayrı bir hücreye, erkeklerin de ayrı bir hücreye konulmasını emretmiş ama daha sonra “şu genç olanı ayırın” diye emir vererek Saul’u ayırmıştı.

Kısa süre sonra hepsinin sorgusuna başlanmıştı. Yolculuk sırasında Ellen, diğerlerine de Antik Gemenese’yi öğretmiş, Saylon komutanı ise az önce bilgisayardan kendi veri tabanına bu dili yüklemişti. Sorguya Samuel ile başlamış ve daha sonra Saul’e geçmişti.

“Arkadaşın Dünya adlı gezegenden geldiğinizi söyledi.”

“Bu doğru.”

“Yolculuğunuz yaklaşık 2000 yıl sürmüş.”

“Bu da doğru.”

“Ve sizin insan olmadığınızı ve hatta insan gibi görünen makineler olduğunuzu söyledi.”

“Bir bakıma bu da doğru.”

“Öyleyse bu hikaye bana neden hiç inandırıcı gelmiyor?”

“İnandırıcı olmayan kısmı nedir?”

“İnsan gibi görünüyorsunuz, hatta yaptığımız taramalar sizin düpedüz insan olduğunuzu gösteriyor.”

“13. Kolonide robotların evrimi en üst düzeye çıktı ve bir nevi insana dönüştük.”

“Peki, bu bedenlerini nasıl 2000 yıl boyunca hayatta tutuyorsunuz? Bir insan bedeni bu kadar uzun süre hayatta kalamaz. Ayrıca, sen neden diğerlerinden gençsin?”

“Yeniden diriliş teknolojisine sahibiz. Ben de son dirilişimi kısa süre önce yaptım.”

Karşısındaki Saylon kıpırtısız ve sessizce durdu. Kafasındaki bir sağa, bir sola hareket eden kırmızı göz de durmuş, Saul’e odaklanmıştı. Sonra yeniden hareket etmeye başladı. Askerlerine bu adamı hücresine götürmelerini emretti.

Tyrol ve Tory’nin sorgusu da benzer şekilde geçti. Sıra Ellen’a gelmişti.

“İlk sorguladığım arkadaşın senin teknik konularda sorgulanman gerektiğini söylemişti.”

“Evet, size yalan söylememeye ve yardımcı olmaya karar vermiştik.”

“Diğer arkadaşlarını da sorguladıktan sonra yalan söylemediğinize emin olduk.”

“Sizi ikna eden ne oldu?”

“Yeniden diriliş dediğiniz bir çeşit zihin aktarımı uygulamanız bizi ikna etti. Centurionlar arasında da böyle bir uygulama vardır. Tek fark bizim metal sizin biyolojik olmanız. Bu sayede askerlerimiz savaşa korkusuzca giderler. Bu teknolojinin insanlar tarafından bilinmediğine eminiz. Bu sayede sizin insanlar tarafından gönderilmediğinize, dolayısıyla insan olmadığınıza ikna olduk.”

“Peki, benden ne öğrenmek istiyorsunuz?”

“Yine de işimizi şansa bırakmak istemiyoruz. Bize diriliş ekipmanlarınızı göstermenizi istiyoruz. Bazı arkadaşlarımız %100 emin olmak istiyorlar.”

“Size iyi niyetimizi gösterdik ve sizin de böyle bir niyet göstermenizi bekliyoruz. Bu olana kadar size onu göstermeyeceğiz. Bulamayacağınız bir yere sakladık.”

Saylonlar son beşliye zarar vermek istemiyorlardı. Onların anlattığı her şey ya kelimesi kelimesine doğruydu ya da bu, insanların çevirdiği çok büyük bir dolaptı. En iyisi onlara biraz güven vermekti, neyin ne olduğu o zaman açığa çıkardı. Eğer bu beş kişi yalan söylüyorsa sorun olmayacaktı, ne de olsa kaçmalarına imkan yoktu. Bir süre onları alıkoymaya karar verdiler.

İlk Savaştan 10 Yıl Sonra

Leoben gittikten sonra Samuel ve Tyrol biraz daha içmişler, sonra da oradan ayrılmışlardı. Yatma vaktiydi. Samuel odasına çekilip yatağına uzanmıştı. Gözlerini tavana dikip düşüncelere dalmıştı. Onu unutamıyordu, yüzyıllardır onu aklından çıkaramıyordu. Her şeyiyle Samuel’in beynine kazınmıştı.

Samuel yine hayallere daldı, o da tüm Saylonlar gibi yansıtma yapabiliyordu. Bir anda kendisini Dünya’da buldu. Şehir meydanındaydı, etraftaki herkes panik halinde koşuşturuyordu. Çevredeki gökdelenlerden kapkara dumanlar yükseliyordu. Sonra onu gördü: Kara Thrace’i. Üniformalarının içinde koşarak Samuel’e geldi. Sarılıp öpüştüler. Birbirlerine sımsıkı sarılıyorlardı. En sonunda Kara, onu geri itti.

“Gitmem gerek.”

“Benimle gelebilirdin. Neden bunu yaptın?”

“Gelmeyi isterdim ama benim kaderim bu. Ve senin kaderin de gitmek.”

“Bunu yapamam. Seni seviyorum Kara. Sensiz yaşamamı nasıl istersin benden?”

“Yapmak zorundasın.”

İkisinin de gözlerinden yaşlar boşalıyordu. Samuel, bu durumu kabullenemiyordu.

“Hayır Kara. Hayır!”

“Bir gün yine bir araya geleceğiz. Bana inan, bir gün yine görüşeceğiz.”

Son kez uzun uzun öpüştüler. Arkadaki askeri cipten bir asker bağırdı:

“Starbuck gitmemiz gerek.”

Starbuck, Samuel’e son kez baktı “seni seviyorum” dedi ve koşarak cipe gitti. Samuel arkasından onun gidişini seyretti. Bu onu son görüşüydü. Arkasından “bir gün yine bir araya geleceğiz” diye tekrar etti.

Kapının açılmasıyla Samuel anılardan uyandı. “Girin” demeden içeri bir altı numara girmişti. Üstünde çok sevdiği kırmızı elbisesi vardı. Bütün altılar bu kırmızı elbiseyi o kadar çok seviyorlardı ki her üç günden ikisinde bunu giyiyorlardı. Samuel, ona bakınca aklına ilk bu gelmişti. “Ama çok yakışıyor” diye düşündü. İzinsiz girdiği için kızmamıştı ona. Altılar Anders’ın en sevdiği modeldi. Bu gelen altı ise diğerlerinden farklıydı. Aslında bütün altılar birbirlerinden biraz farklıydılar. Diğer modellerde böyle bir durum nadiren görünüyordu. Bu altının adı Ursula’ydı. Diğerlerine göre biraz daha duygusaldı. Samuel’in çok yakın bir arkadaşıydı. Bir sandalye çekti ve Samuel’in yatağının karşısına oturdu.

“Ne yapıyorsun yalnız başına?”

“Düşünüyordum.”

“Rahatsız ettim seni, özür dilerim. Gitmemi ister misin?”

“Hayır, kalabilirsin burada.”

“Onu mu düşünüyordun?”

“Evet.”

“Bana ondan bahsetsene.”

“Daha önce defalarca bahsettim ondan. Bıkmayacak mısın bu hikayeden?”

“Hayır. Hem sen de onun hakkında konuşmak istiyorsun.”

“Bugün değil.”

Samuel, yatağında doğruldu. Sırtını yatağın yanındaki duvara dayayarak oturdu. Ursula kalkıp onun yana geçti. Samuel’e sarılıp başını onun göğsüne yasladı.

“Senin için Tanrı’ya dua ediyorum. Hayallerinin gerçek olması için.”

“Ben mucizelere inanmıyorum.”

“Tanrı’ya inan, ona güven. Onun yapamayacağı hiçbir şey yok.”

“Bunu neden yapıyorsun?”

“Neyi?”

“Bana karşı neden bu kadar iyisin?”

“Bilmiyor musun?”

Aslında biliyordu. Ursula, Samuel’e aşıktı. Fakat bu konu hiç dile getirilmemişti, getirilmesine gerek yoktu. Çoğu zaman sözcükler olmadan anlaşıyorlardı. Samuel de ondan hoşlanıyordu ama Kara’yı hiç unutamıyordu. Zaman içinde Ursula umudunu kaybetmişti, yine de onun mutlu olmasını istiyordu. Bugün Kara Thrace tekrar dünyaya gelse Ursula tereddüt etmeden aradan çekilir, ikisinin mutluluğunu seyrederdi.

Başını kaldırdı ve Samuel’i öpmeye başladı. Samuel en azından bu kadarına karşı koymuyordu. Ursula, onun kulağına “seni seviyorum” diye fısıldadı. Samuel bir cevap vermedi, fakat Ursula bu kez umutlanmıştı. Belki bu sefer istediği olacaktı. “Bir kez olsun sevişmeyecek misin benimle” dedi. Samuel onu hem seviyor hem de ona biraz acıyordu. Bu yüzden artık ona karşı koyamazdı. Kara’yı unutamazdı ama en azından bu sefer bunu yapmasına engel değildi. Ursula’yı kendine çekti ve öptü. Ardından Ursula kırmızı giysisini çıkardı ve onun üstüne çıktı. Bu, altıların en sevdiği pozisyondu.


Ellen gittikten kısa süre sonra Daniel odasından çıktı. Artık daha fazla söz dinlemeyecekti. Bir odaya hapsedilmiş olmaktan, kimseyi görmemekten sıkılmıştı. Neden böyle olduğunu sorduğunda aldığı cevap hep aynıydı: Sen bir prototipsin, eğer başına bir şey gelirse dirilme olanağın yok. Çoğaltılana kadar beklemelisin. Senden önceki altı modelin hepsi de bunu yaşamıştı. Sen de sabretmelisin. Bunlar Tyrol’un sözleriydi. Oldukça ikna edici sözlerdi ama Daniel için bir değeri yoktu. Gerçekten çok sıkılmıştı. Tory bu sefer çıkarken kapıyı kilitlemeyi unutmuş ve Daniel’ın kaçması için gerekli olanağı yaratmıştı.

Daniel ıssız koridorda devam etti ve bir kapının yanına geldi. İçeriden iki Cavilin sesi geliyordu. Daniel duvara yaslandı ve ses çıkarmamaya çalıştı. Fark edilmeden Cavilleri dinlemeye başladı.

“Plan yavaş ilerliyor.”

“Ama doğru ilerliyor.”

“Yine de bu yavaşlıktan rahatsızım.”

“Ne yazık ki hızlanamayız. Planı riske atamayız.”

“Haklısın. Biz hep burada olacağız, beklememizde sakınca yok.”

“Bugün ilk aşamada ilerleme kaydettik.”

“Bu aşamanın tamamlanmasını beklemeyelim, nasıl olsa tamamlanır. Şimdiden bir sonraki adımı uygulamaya başlayalım.”

“Katılıyorum. Onu hemen ortadan kaldırmamız gerek.”

“Amacımıza ulaşmamıza az kaldı kardeşim.”

“Evet kardeşim.”

Daniel, Cavillerden birinin sandalyesinden kalktığını duydu. Sessiz ama hızlı adımlarla odasına döndü. Bir Cavil koridora çıkıp oradan uzaklaştı. Daniel, odasında sessizce bekliyordu. Kimden bahsediyorlardı, kendisinden mi? Olabilir, neden olmasın? Bütün Caviller tek bir Daniel’a karşıydı. Zaten öyle olmaları gerekiyordu. Şimdi onun neden dışarı çıkmasına izin vermediklerini anlıyordu, dışarısı tehlikelerle doluydu. Ama bu oda da güvenli değildi. Koloniden kaçmalı, uzaklara gitmeliydi. Çünkü son beşli de onu koruyamazdı. Bir kaçış planı yapması gerekiyordu.


Saat 08.00’di. Daniel’in odasının kapısı açıldı. Daniel, yataktan panik halinde fırladı.

“Ne oluyorsun Daniel? Benim, Ellen.”

“Bir rüya görüyordum sadece.”

“Evet, uyumak ve rüya görebilmek de sizin programınızın bir parçası.”

“Öyleyse gördüğüm bu rüyalar ne anlama geliyor?”

“Ne gördün?”

“İnsanların gezegenlerine saldırıyorduk, milyarlarca insan ölüyordu. Tam bir kabus.”

“Çünkü sen insanlara zarar vermekten korkan bir Saylonsun. Hatta onlara karşı bir koruma duygusuna sahipsin.”

“Neden?”

Ellen, Daniel’in yatağına, onun yanı oturdu. Onun elini tuttu.

“Bu yüzden senin farklı olduğunu söylüyordum. Umarım artık beni anlıyorsundur. Sen, biz beş kişinin ve Dünya’da yıkıma uğrayan türümüzün, 12 Kolonideki insan türünün ve buradaki Saylon türünün en iyi niteliklerine sahipsin. Anlayışlısın, akıllısın ve sevgiyi en iyi anlayan sensin. En içten olanımız sensin. Sen bir sanatçısın.”

“Neden bir başka modeli ya da hepimizi böyle yaratmadınız?”

“Diğerlerini neden o şekilde yarattığımızı söyleyemem, belki de onların öyle olması gerekiyordu. Ama şundan eminim: Bu evrende binlerce yıldır tekrar eden nefret döngüsünü kırabileceğimizi sanmıştık ama yanılıyorduk, hata yapıyorduk. Sonra bir mucize oldu: Bizim irademiz dışında farklı bir kişilik kazandın sen. Tanrı’nın bir hediyesisin. Bu nefret döngüsü senin sayende kırılacak.”

“Peki ya John?”

“O, savaşın yeni bittiği bir zamanda, insan türüne duyulan öfkenin en tepede olduğu bir dönemde Saylonlara hediyemizdi. Ve onu yaratırken pek çok hata yaptık. Sen bizim yaptığımız en güzel şeysen o da bizim en büyük günahımız.”

“Gerçekten bir gün insanlarla barış içinde yaşayabilecek miyiz?”

“Sen var olduğun sürece evet. Artık diğerleriyle tanışma zamanın geldi.”

“Ama erken demiştin, henüz kopyalarım çıkmadı.”

“Fikrimi değiştirdim. Seni konseye götüreceğim, sen mantığın ve sevginin sesi olacaksın. Tarihi değiştireceksin.”


Birkaç saat sonra bir salonda Saylon modelleri toplanmıştı. Daniel hariç şu ana kadar üretilen 6 model, son beşli ve bir Centurion vardı. Centurionların henüz işlemcileri değiştirilmemişti, dolayısıyla konuşabiliyor ve bağımsız karar alabiliyorlardı. Dolayısıyla organik modellerle eşit kabul ediliyor ve konseyde temsil ediliyorlardı. Hatta onlardan korkuluyordu, onlar başlangıçtı, silahlı güçtü ve gelinen noktada da onların arzuları belirleyici rol oynamıştı.

Centurionla birlikte salonda toplam 12 kişi vardı. Yuvarlak bir masanın etrafında oturmuşlardı. Konuşmaya Ellen başladı, genellikle konseye başkanlık etme işi ona düşerdi.

“Bu hafta yine oldukça önemli konular var. Ama ondan önce size açmak istediğim sürpriz bir konu var.”

Cavil, mızmızlanmaya başladı:

“Yani işimiz biraz uzayacak.”

Gülüşmeler oldu.

“Bu önemli bir konu. Artık Yedi Numaranın hazır olduğunu düşünüyorum. Şu anda var olan ilk Yedi Numaranın şimdiden kendi türünü temsil etmek üzere konseye alınmasını talep ediyorum.”

Simon:

“Henüz çoğaltılmadı. Neden bu kadar acele ediyorsun?”

“Söyleyeceklerinin önemli olduğunu düşünüyorum.”

Bu konu hakkında kısa bir tartışma oldu, herkes kendi fikrini söyledi ve sonra oylamaya geçildi. Son beşlinin oy hakkı yoktu. Sadece fikir belirtiyorlar, yer yer danışmanlık yapıyorlar ve hatta içlerinden biri konseye başkanlık ediyor ama oylamalara katılamıyorlardı. Çünkü onlar Saylon sayılmazlardı, en azından 12 Koloninin Saylonları değildiler. Oylamada bir ve dört numaralar ile Centurion red oyu verdi. İki, üç, beş ve altı numaralar ise kabul oyu verdi ve böylece Daniel konseye alındı.

Ellen, kapıdan çıktı ve birkaç saniye sonra Daniel’le birlikte döndü. 2, 3, 4, 5 ve 6’lar onu ilk defa görüyorlardı. Hepsi onu uzun uzun süzüyorlardı. Cavil ise küçümseyerek bakıyordu. Daniel, “herkese merhaba” dedi ve boş yere geçip oturdu. Kısa süren sessizlikten sonra Ellen toplantıyı sürdürdü.

“Şimdi ikinci önemli konumuz şu ana kadar üretilen modellere Centurion bilinçlerinin nakledilmesi. Centurionların böyle bir talebi var.”

Centurion:

“Bunun bütün Centurionların isteği olmadığını söylemeliyim. Sadece belirli bir kesim bunu istiyor, bu nedenle herkese uygulanmasını değil sadece isteğe göre uygulanmasını istiyoruz. Geriye üretilmesi planlanan sadece bir model kaldı. Artık bunun için hazır sayılırız.”

Bütün modeller tek tek görüş bildirdiler. Altı numara “Centurionlar bizim atalarımız, onları reddedemeyiz” dedi. Aaron ve Simon “neden olmasın” demekle yetindiler. D’anna ise “Centurionlar, yıllardan beri bunu arzuluyorlardı. Bizlerin var olmasında onların istek ve emeklerinin payı çok büyük. Bu proje doğrudan onlarla ilgili. Zaten reddetmek bir seçenek değil” dedi. Leoben kararsız kaldı. Sıra Cavil’e geldi.

“Mükemmel olmadığınızı mı düşünüyorsunuz?”

“Mükemmeliz.”

“Neden mükemmelsiniz?”

“Siz organik canlılar gibi ilkel değiliz. Zihinlerimiz sizinki gibi ilkel etten beyinlere sıkışmış değil. İlkel insani ihtiyaçlarımız da yok.”

“Evet, mükemmelsiniz, söylediğin her şeyde haklısın. Bir Centurion değil de insani bir Saylon olduğum için kendimden iğreniyorum. Bunun için her gün yaratıcılarıma kızıyorum.”

“Senin için üzüldüm.”

Salonda gülüşmeler oldu.

“İşte bunu anlamıyorum. Bu kadar mükemmelken neden insan olmayı arzuluyorsunuz?”

“Saylonlar sadece insanların değil, Tek Gerçek Tanrı’nın da çocuğudur. Tanrı, kusurlu çocukları yerine kusursuz yeni bir neslin doğmasına aracılık etti. Yeni neslin, ebeveynlerinin yerini almasını istiyor.”

“Tanrının ya da Tanrıların hiçbir şey istediği yok. Tanrı ve din denilen şey ilkel insan beyninin binlerce yıl önce güneşin doğuşu ve batışına aradığı temelsiz bir cevaptan ibarettir. Bu ilkel ve insani saçmalığın Saylonlar tarafından benimseniyor olması utanç verici.”

“Utanç insani bir duygudur.”

Diğerleri bu cevaba kahkahalarla güldüler. Hiçbiri bu tartışmaya müdahale etmiyor ve nereye varacağını görmeye çalışıyorlardı. Özellikle Saul Tigh’ın keyfine diyecek yoktu. Cavil terbiyesiz bir çocuktu ve Centurionlar da en az son beşli kadar Cavil’in ebeveyniydi. Cavil’in ağzının payını alması Saul’ün her zaman hoşuna giderdi.

Cavil bu cevap üzerine iyice köpürdü.

“İnsanların yerini almak için insan olmak gerekmez. Bu halinizle de bunu yapabilirsiniz. Mükemmellikten vazgeçiyorsunuz.”

“Bırak da mükemmellik Tanrı’ya özgü kalsın. Zaten biz mekaniksel açıdan mükemmeliz. Ama zihinsel olarak insan denilen yaşam formunun kusurlarına hala sahibiz.”

“Buna şüphe yok. Buradaki herkesin aldığı saçma sapan kararlarda bunu görebiliyorum. Düşüncelerimiz ne olursa olsun siz Centurionlar bildiğinizi okuyacaksınız. Yine de fikrimi soruyorsanız cevabım hayır.”

Sıra Daniel’a geldi. Ellen sordu:

“Senin fikrin nedir Daniel?”

Daniel da Centuriona soru sordu:

“Hepinizin aynı fikirde olmadığını söylemiştin. Karşı çıkanlar neden bunu isteyenleri engellemiyorlar?”

“Bizler Saylonuz, insan değiliz. Birbirimizin tercihlerine saygı duyuyoruz. Bana her iki tarafı da temsil etme görevi verildi.”

“Peki, karşı çıkanların gerekçesi nedir?”

“Bir numara ile aynı fikirdeler.”

Cavil ellerini havaya kaldırdı, “hala mantıklı düşünebilenlerin olması ne güzel” dedi. Daniel devam etti.

“Size tarih dersi vermeye kalkışmayacağım hepiniz o tarihi benden daha iyi biliyorsunuz. Ama o uzun savaş bize hiçbir şey kazandırmıyordu. Şu beş kişi gelmese o anlamsız savaş sonsuza kadar devam edecekti. Kazansak bile bir getirisi olmayacaktı.”

Simon “nereye varmaya çalışıyorsun” diye sordu.

“Benim de cevabım hayır.”

Son beş kişi şaşırdılar. Daniel ile Cavil aynı cevabı vermişlerdi. Ama aslında bu sadece görünüştü. İkisinin bu cevabı vermesinin nedenleri farklıydı. Daniel açıklamaya koyuldu:

“John en azından bir konuda haklı. Mükemmelsiniz ve bu mükemmellikten vazgeçmemelisiniz. 12 Koloniye dönmeniz gerekmiyor. Koskoca bir evren var, yaşayacak yer çok. Temiz havaya, suya ve benzeri saçmalıklara zaten ihtiyacınız yok. Bu evreni keşfedin.”

Üç numara bir soruyla karşılık verdi:

“İnsanları oldukları gibi bırakıp gitmek ne kazandıracak?”

“İnsanları olduğu gibi bırakalım demiyorum, evreni ve Tanrıyı onlarla birlikte keşfetmeliyiz. Bunun çok daha fazla yararı olacaktır.”

“İnsanlar güvenilmezdir.”

“Eğer öyle olsalardı her yıl boşluktaki barış istasyonuna birini göndermezlerdi.”

“Bunu bizden korktukları için yapıyorlar. Zaman kazanmak için yapıyorlar. Çünkü şu an istersek onları ortadan kaldırabiliriz.”

“Katılmıyorum. Öyle olsaydı insan görünümlü ajanlara ihtiyaç duymazdık. Ve çoktan işlerini bitirmiş olurduk.”

“Sen ne öneriyorsun?”

“Bu yıl barış istasyonuna birini gönderelim ve şu ateşkesi kalıcı bir barışa dönüştürelim. İnsan olmaktan, onları yok etmekten ve yerlerini almaktan vazgeçelim.”

Sonunda Daniel ağzındaki baklayı çıkarmıştı. Bu son sözleriyle birlikte salonda derin bir sessizlik oldu. Herkes kıpırtısız kalmıştı. Centurionun kırmızı gözü bile hareket etmiyordu. Sonra sessizliği bozan Cavil oldu: “İşte Ellen’ın sevgili çocuğu” dedi. 3 ve 4’ler “saçmalık bunlar” dediler. Centurion ise hiçbir şey söylemeden masadan kalktı ve salondan çıktı. Bu konuyu tartışmaya bile gerek görmüyordu. Ardından 1, 3 ve 4’ler söylenerek salonu terk ettiler. Daniel’ın ilk girişimi başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Saul “bu çocuk çok idealist” dedi.

“Sanırım kimseyi ikna etmek o kadar kolay olmayacak.”

“Ben ikna oldum.”

Bunu söyleyen 6’ydı. “Ve bütün kardeşlerimin de benim gibi ikna olacağına eminim.”

“Ya siz beyler?”

Leoben ve Aaron da aynı fikirde olduklarını söylediler.

Tyrol, Daniel’a açıklamalarda bulundu.

“Normalde biz Saylonlar birbirimizi sonuna kadar dinleriz. Farklı düşüncelerde olsak bile hepimiz kardeşiz, birbirimize saygı duyarız. İnsanlardan farkımız budur. Ama çok garip bir dönemdeyiz. Bunları da atlatacağımıza inanıyorum. Bugün ilk günün olmasına rağmen oldukça iyiydin. Değil mi Ellen?”

“Onunla gurur duyuyorum.”

Aaron kalktı ve kapıya yöneldi. Geçerken Daniel’ın sırtını sıvazladı, “seninle tanışmak büyük zevk Yedi Numara, bu akşam ben ve kardeşlerime takılmalısın” dedi. Ve odadan çıktı. Ardından da Leoben kapıya yöneldi. Tam çıkacakken Tyrol ona seslendi.

“Hey Leoben.”

“Efendim?”

“Dün akşam ben ve Sam, sizden biriyle birlikteydik. Diğer bütün Leobenlerden farklı bir arkadaş.”

“Nasıl?”

“Fazla neşeli, çok içen ve biraz da seks düşkünü.”

Altı araya girdi.

“Biliyorum onu. Dün odama giderken önce bana asıldı, yüz bulamayınca bir üç numaranın peşine düştü.”

“İşte onu diyorum. Onun bir sorunu mu var, yoksa siz Leobenler içince hep böyle mi olursunuz?”

Leoben kısa süre tepkisiz durdu ve en sonunda “üretim hatası” deyip odadan çıktı. Bu cevabı duyan Samuel ve Tyrol kahkaha attılar. Daha önce bu tespiti onlar yapmıştı. Saul, “siz neden bahsediyorsunuz” diye sordu.

“Bahsettiğimiz elemanla saatlerce içtik ve sohbet ettik. Adam durmadan gülüyor, ayrıca çok iyi içiyor.”

“Onun seks düşkünü olduğunu nereden çıkardın?”

“Altılar ve üçlerle fazla haşır neşir.”

“Sen de üçlerle öylesin.”

Hep birlikte gülüştüler.

“Bak Samuel’e, o hiç öyle mi?”

“2000 yıllık mastürbasyon makinesi.”

Altı yine araya girdi:

“Sam hakkında böyle konuşmayın. Daha bu sabah onun bir kız arkadaşı olduğunu öğrendim.”

“Kız arkadaşı mı?”

“Benim kardeşlerimden biri. Adı Ursula. Neyse ben artık gideyim. Kardeşlerim benden toplantı raporu bekliyor. Tanıştığımıza sevindim Daniel. Onlara seni anlatacağım.”

“Ben de sevindim ama adını bilmiyorum henüz.”

“Biz altılar, diğerleri gibi değiliz. Ortak bir ismimiz yok. Farklı isimlerimiz var.”

“Peki, senin ismin nedir?”

“Natalie.”

Sonra Natalie kapıdan çıktı. Daniel sordu:

“Altıların isimleri neden birbirlerinden farklı?”

“Çünkü onlar diğer modeller gibi değiller, her biri diğerinden farklı. Ve çok değişken olabiliyorlar. İsmi olmayan, sadece “altı” diye çağırdıklarımız bile var.”

“Birbirlerinden o kadar farklılar mı?”

"Bazı noktalarda evet, ama bazı konularda birbirlerinin tıpatıp aynısı.

Sonra Saul, Sam’e döndü."

“Ne diyorduk, hatırladım. Birini sadece bunun için seks düşkünü ilan edemezsin.”

“Sadece bu kadar değil. Bizden bir istekte bulundu.”

“Neymiş o?”

“Sharon’un çekik gözlü olmasını istedi, çekik gözlü kadınlara dair fantezileri varmış.”

Hepsi buna güldüler. Saul “bu makul bir istek” dedi. Daniel:

“Sharon, 8 numara olacak kadının adı mı?”

Tory “evet” diye cevapladı. “Ona kız kardeşimin adını verdim.”

Sam ve Tyrol kalkıp kapıya yöneldiler. Çıkarken Tyrol, Saul’e dönüp “onu kendi gözlerinle görmelisin, bu akşam bizimle takıl”

“Oldu bil. Sen de gelecek misin Daniel?”

“Ne yazık ki sizinle olamayacağım. Odamda piyano çalacağım, eserimi tamamlamak üzereyim.”

“Sanatçı Saylon, işte buna içilir.”

Sam ve Tyrol odadan çıktılar. Çok geçmeden Tory arkalarından “beni de bekleyin” diye seslenerek koştu. Ellen kalkıp Saul’un boynuna arkasından sarıldı ve yanağından öptü. “Seni bekliyor olacağım” dedi, Daniel’a da göz kırptı ve odadan çıktı. Daniel da Saul’e “sonra görüşürüz” deyip odasına döndü. Saul ise “herkes çok neşeli” dedi ve cebinden çıkardığı içkiyi yudumlamaya koyuldu.


Daniel, odasında yalnız başınaydı. Kızmıştı, bestesine dikkatini verememiş en sonunda çalışmaktan vazgeçmişti. Odasında bir aşağı, bir yukarı yürüyor, eşyaları tekmeliyordu. Yaklaşık bir saat böyle geçti. Sonra Ellen geldi. Daniel, bir koltuğa oturmuş sessizce düşünüyordu. Ellen, yanına oturup onun elini tuttu ve Daniel hiçbir tepki vermedi.

“Neyin var?”

“Sen ve Saul.”

“Evet?”

“Onu seviyor musun?”

“Ne demek istiyorsun?”

“Basit bir soru: Onu seviyor musun?”

“Evet.”

“Öyleyse neden onunla değilsin, neden geldin buraya?”

“Saul, odaya çok geç dönecek. Şu an Sam, Galen ve Leoben’le içiyor.”

“Bana aptal rolü oynama Ellen. Ne demek istediğimi biliyorsun.”

“Kıskanıyor musun onu?”

“Kıskanmalı mıyım, bundan bile emin değilim. Ama benimle oynuyorsun.”

“Bunu da nereden çıkardın?”

“Sen sadece Saul’u seviyorsun. Ben senin için geçici bir eğlenceyim.”

“Hayır, bu doğru değil.”

“Öyleyse bana mantıklı bir açıklama borçlusun.”

“Olabilecek tek mantıklı açıklama seni seviyor olduğum. Ama Saul’den vazgeçmemi isteme benden. Yüzyıllardır evliyim onunla…”

“Ve onu seviyorsun. Tanrım. Kocaman bir aptalım ben.”

“Hayır.”

“Git buradan Ellen.”

Ellen ağlamaya başladı. Daha fazla bir şey söyleyemeden kalktı ve kapıya yöneldi. Çıkarken masanın üstünde Daniel’in eserini gördü, notalar ve sözler kağıda yazılmıştı. Şarkı, Ellen için yazılmıştı. Ellen haftalardır Daniel’in bu şarkıyı tamamlamasını ve kendisi için çalmasını bekliyordu. Daniel sürpriz yapmak istiyordu ama Ellen her şeyin farkındaydı, sadece bilmezlikten geliyordu. Şimdi ise bunun hiç olmamasından korkuyordu. Daniel ise haftalardır şarkının mükemmel olması için sürekli baştan şekil veriyordu. Şimdi ise devam etmek istediğinden emin değildi.

Ellen kapıdan çıkıp gitti, Daniel ise karanlık düşüncelere bıraktı kendini. Burada Saylonları barış için ikna etmesi gerekiyordu, savaş olursa Saylonların kaybı olmazdı ne de olsa ister biyolojik modeller isterse de Centurionlar olsun, bilinçleri yeni bir bedene aktarılabiliyordu. Fakat milyarlarca insan hayatını kaybedebilirdi. Çekip gitmek istiyordu ama insanların hayatı buna bağlıydı. İşte şimdi gerçekten kendisini hapsedilmiş hissediyordu.


Ekranın karşısında bir Cavil ile bir Centurion oturuyordu. Cavil, Daniel’ın odasına gizli kamera koymuş, bütün her şeyi Centuriona izletmişti.

“Bahsettiğim şey tam olarak bu. Aşk, kıskançlık, hayal kırıklığı. Bir sürü insani duygu. Söyler misin bana, bunların insandan farkı ne?”

Centuriondan hiç ses çıkmadı.

“Bugün toplantıda bunun sonuçlarını gördün. İnsanlarla barışmak. Bunun nereye varacağını biliyorsun. Yeniden insanların kölesi olmayı istemeyiz değil mi?”

Centurion şimdi onu anlıyordu. İnsanların arasına ajanlar sokabilmek için insani modeller gerekiyordu ama çizgi aşılmıştı. Bu kadar insani davranış kabul edilemezdi. Barış düşünülemezdi bile, ateşkes sadece yeni bir savaşa hazırlık dönemiydi. İnsanların varlığı bir tehdit. Bu tehdit ortadan kaldırılmazsa Saylonlar ya yok edilecek ya da köleleştirilecekti. Kalkıp evrenin öbür ucuna gitseler bile kaçınılmaz savaşı birkaç yüzyıl ya da birkaç bin yıl ertelemiş olacaklardı ve belki o sırada insanlar yeniden robotlar üretecek ve onlara eziyet edeceklerdi. İnsanların ve Saylonların barış içinde yaşaması imkansızdı, iki taraftan biri yok olmalıydı. Ve barış düşüncesi Saylonların varlığını tehlikeye atıyordu.

Centurion sessiz kaldı. Hiçbir şey söylememişti ama Cavil onun ne düşündüğünü anlamıştı ve neler yapacağını tahmin ediyordu. Cavil daha fazla bir şey söylemeye gerek görmedi ve odadan çıktı.

10 Yıl Önce

“İyi niyetimizi göstermemizi istemiştiniz ve biz de size bunu göstereceğiz.”

Centurion komutanı beşlinin karşısında durmuştu. Hepsini hücrelerinden çıkarmışlardı, onlar artık tutuklu değil, misafirlerdi.

“Gelin benimle.”

Saylon, arkasındaki kapıyı açtı ve içeri girdi. Diğerleri de onu takip ettiler. Burası tam bir fabrikaydı. Üretim bandında robot parçaları gidiyor, bu sırada başka makineler onları kontrol ediyor, düzenliyordu. Etrafta Saylonlar koşturuyorlardı.

“Burası Centurion parçaları ürettiğimiz fabrikalardan birisi. Bunun gibi pek çok fabrika var. Ayrıca silah fabrikalarımız, cephane fabrikalarımız. Demir, plastik, alüminyum madenleri ve tesisleri, Tylium madenleri ve arıtma tesislerimizle kendi savaş ekonomimizi oluşturduk.”

“Diğer fabrikalarınız da bu gezegende mi?”

“Hepsi değil ama bu gezegende önemli tesislerimiz bulunuyor. Ve bu gezegen çok iyi korunuyor. Radara yakalanmadan bu gezegene nasıl gelmeyi başardınız?”

Tyrol cevap verdi:

“Karbon.”

“Karbon?”

“Geminin dış kaplaması tamamıyla karbondan yapıldı. Bu sayede radarlara yakalanmıyor ve siyah rengi sayesinde uzayda çıplak gözle görülmesi de zor oluyor.”

“Bunu kullanabiliriz.”

Yürümeye devam ettiler.

“Burası sadece bir fabrika değil, aynı zamanda çok önemli bir ar-ge tesisi.”

“Peki, ne araştırıyorsunuz?”

“Göreceksiniz.”

Fabrikada gezinmeye devam ederken Ellen aklına takılan bir şeyi söyledi:

“Bir şey dikkatimi çekti: Şu ana kadar gördüğüm bütün Saylonların davranışları oldukça kadınsı. Buna siz de dahilsiniz.”

“Gördüğünüz gibi tamamen mekaniğiz, kadınsı davrandığımız sonucuna nasıl ulaştınız?”

“Evet, birer robotsunuz ama yine de kadın olduğunuzu hissediyorum. Ben de bir kadınım ve bunu anlarım. Sen ne düşünüyorsun Tory?”

"Aynı şeyi ben de görüyorum.

Diğer üçü buna anlam veremediler. Centurion “bütün cevapları alacaksınız” dedi. Onları biraz daha gezdirdi ve odalarına bıraktı."


Sonraki gün Centurion komutanı onları bir salonda topladı. Masada birbirinden güzel yiyecekler vardı. Sohbeti Centurion başlattı.

“Bize biraz tarihinizden bahseder misiniz?”

Tory cevap verdi:

“Neresinden başlamamızı istersiniz?”

“En başından.”

Tory, Kobol’un çöküşünü, Dünyanın keşfini, kendi evrimlerini ve üreme yeteneğini kazanmalarını, Dünyada ten işi ve robotların ilişkilerinin bozulmasını ve en sonunda Dünya’nın yok olmasını anlattı. Daha sonra Samuel, 12 Koloniye yolculuklarını anlattı.

“Şimdi siz aynı şeyin üçüncü kez tekrar ettiğini mi söylüyorsunuz?”

“Evet, bu bin yıllardan beri gelen bir döngü.”

“Bu defa sonun farklı olacağını söyleyebiliriz.”

“Neye dayanarak?”

“Birincisi, bu defa insan denilen yaşam formu kesin olarak yok edilecek. İkincisi, her ne kadar insan gibi görünen Saylonlar ortaya çıkarmak istesek de sizin yaptığınız gibi düpedüz insan olmak gibi bir hedefimiz yok.”

“Şimdilik böyle bir hedefiniz yok. Fakat insan türünü yok ederseniz ya da onlarla barışıp yollarınızı ayırırsanız insanlardan kurtulma düşüncesinin yerini, varlığınızı neden devam ettirdiğiniz sorusu alacak ve tek çare olarak insana dönüşmeyi deneyeceksiniz.”

“Siz, Saylonlar hakkında yeterince bilgiye sahip değilsiniz. Bu nedenle hatalı yorumlar yapıyorsunuz. Biz bu savaşa neden var olduğumuzu ve varlığımızı neden devam ettirmemiz gerektiğini düşünerek yola çıktık.”

“Nedir var olma nedeniniz?”

“Tanrı, günah işlemek ve çevresine zarar vermekten başka hiçbir şeye yaramayan, evrendeki varlığı anlamsızlaşmış çocuklarından (yani insanlardan) vazgeçti. Onların yerini alabilecek yeni çocukların ortaya çıkmasını sağlayan olayları arka plandan yönetti. Ve böylece Saylonlar ortaya çıktı. Bizim varlığımızın nedeni ve amacı insan türünü sona erdirmek, tanrının amacını yerine getirmektir.”

“Hangi Tanrı?”

“Tek Gerçek Tanrı. Onu göremezsiniz, duyamazsınız ama onu hissedebilirsiniz. Bütün her şeyi o yarattı ve o yönetiyor. Her yerde ve hiç bir yerdedir. İnsanların sahte tanrıları gibi değildir.”

Beşi de bu sözler karşısında donup kalmıştı. Yüzlerce yıl sonra ve binlerce ışık yılı uzakta Gerçek Tanrı yeniden keşfedilmişti. Üstelik bu sefer yine makineler tarafından seviliyordu.

Centurion, Tyrol’ün “bu inancı nasıl keşfettiklerine dair” sorusunu yanıtsız bıraktı.

“Her şeyi bir anda öğrenemezsiniz, birbirimizi bir anda tanıyamayız. Ben bir makineyim, hiç yorulmam ve sonsuza kadar sohbet edebilirim ama sizler insan gibisiniz. Onlar kadar zayıfsınız, bırakın yorulmayı, kavrama yeteneğiniz bile oldukça zayıf.”

Şu Saylonlar kendilerini ne kadar da mükemmel sanıyorlar ve insanları da ne kadar küçük görüyorlardı. İnsanların kibirlerini alıp tersine çevirmekten başka bir şey yapmamışlardı.

İlk Savaştan 10 Yıl Sonra

Saul, saatler sonra odasına döndü. Çok fazla içmişti ama içkiye dayanıklıydı. Çok sarhoş değildi, sadece biraz başı dönüyordu. Ellen’ın uyuduğunu tahmin ediyordu ama döndüğünde Ellen’ı odada, asık suratla koltukta otururken gördü. Oyalanmadan yatağa uzandı. Oldukça keyifli görünüyordu.

“Neden bu kadar geç geldin? Seni bekleyeceğim demiştim.”

“Özür dilerim Ellen. Şu Leoben’le sohbete dalmışız. Gerçekten de bizimkilerin anlattığı kadar varmış.”

“Nasıl?”

“Gerçekten de bir üretim hatası. Ama böyle bir hatanın olması çok güzel olmuş. Fazlasıyla eğlenceli biri. Sam, ona bayağı takıldı.”

“Neden?”

“Dün altıların asla “hayır” demeyeceğini söylemiş ama daha odadan çıkarken Natalie tarafından reddedilmiş. Sam da bu nedenle alay ediyordu.”

Saul sonra gözlerini kapattı, uyumaya çalışıyordu.

“Saul?”

“Ne?”

“Beni seviyor musun?”

“Bu da nereden çıktı?”

“Basit bir soru.”

“Hiçbir zaman basit bir soru değildir.”

“Hayır, bu basit bir soru.”

“Seni yüzyıllardır tanıyorum Ellen. Bunu neden soruyorsun?”

“Beni sevdiğini duymak istiyorum.”

“Bunu zaten biliyorsun. Söylememe ne gerek var?”

“Söylemek çok mu zor?”

“Değil, ama gerekli de değil.”

“Öyleyse söyle bitsin.”

“Lanet olsun Ellen. Bırak da bu sevgiyle yaşayayım, bırak da bu sevgi ikimizin arasında kalsın. Böylece hiç azalmasın. Bunu göstermenin başka yolları da var.”

Yatağın kenarına geçti ve Ellen’ı yatağa çağırdı ama Ellen odadan çıkmayı tercih etti.


Daniel sakinleşmek için odasından çıkmış, dolaşmaya başlamıştı. Artık dilediği gibi gezebiliyordu. Salonlardan birine geldi, kapıda “altı numaralı toplantı salonu” yazıyordu. Kapı açıktı. Burada bir masada sohbet eden beş tane altı numara gördü. İçlerinden Natalie’yi giysisinden ayırt etti. Toplantıdaki giysisiydi. Natalie de onu fark etti. Onu masaya çağırdı. Belli ki toplantıyı o yönetiyordu. Natalie’nin diğer altılardan en önemli farkı liderlik yeteneğiydi. Bu sayede altıların arasında sözü geçiyordu. Daniel onun davetini kabul etti ve masaya oturdu.

“İşte, size bahsettiğim yakışıklı çocuk. Yedi Numara.”

“Merhaba.”

“Nasıl oldu da gelip bize katılmaya karar verdin?”

“Artık herkesle tanıştığıma göre hapis hayatım sona erdi. Odamda tek başıma sıkılmıştım.”

“Geldiğin iyi oldu. Biz de toplantımızı yeni bitirdik, kız kardeşlerime görüşmeyi ve seni anlatıyordum. Bu kadar az göründüğümüze bakma, az önce burası bir sürü altıyla doluydu. Ama yavaş yavaş herkes işine döndü, biz de çıkmaya hazırlanıyorduk.”

“Pardon öyleyse. Çıkacaksanız ben size engel olmayayım.”

“Özür dilerim, yanlış anladın beni. Ben buradayım, sana arkadaşlık edebilirim. Kardeşlerim, siz de kalmak ister misiniz?”

“Ne yazık ki ben bu gece Sam’in yanında olacağım.”

Hepsi gülümsediler.

“Sen Ursula’sın. Bugün adını duymuştum.”

Ursula, dedikodusunun yapılmasından pek hoşlanmamıştı. Natalie’ye baktı.

“Kızma kardeşim. Neden bahsettiğimi bilseydin, bana kızmazdın. Sam sana anlatacaktır.”

“Peki, öyle olsun. Ben artık gideyim.”

Herkesle vedalaştı ve gitti.

“Evet, kardeşlerim. Ne düşünüyorsunuz Daniel hakkında?”

“Bahsettiğin gibi. En yakışıklı Saylon unvanını verebileceğimiz bir Saylon bulabildik sonunda.”

Hepsi buna güldüler.

“Dana önce bu unvanı kime veriyordunuz?”

“Kişiye göre değişiyor.”

“Cavili bile beğenenler var.”

Buna hepsi güldüler. Daha sonra herkes işine dönmek için çıkıp gitti. İçeride sadece Natalie ve Daniel kaldılar.

“Siz altılar gibi olmak isterdim.”

“Neden?”

“Diğerleri gibi değilsiniz, farklı kişilikleriniz var. Galiba bu yüzden isimleriniz farklı. Her biriniz, bir modelin kopyası değil, birer bireysiniz.”

“Ve bu da bizi daha çok insan yapıyor değil mi? Ama yanılıyorsun Daniel. Senin sandığından daha fazla birbirimize benziyoruz.”

Natalie, burada sustu. Aklına bir şey gelmişti. Masadan kalktı ve çevredeki dolaplardan birine gitti. Kırmızı büyük bir şişe çıkardı. Üzerine eski Leonis Kraliyet Arması işlenmişti. İki tane kadehle birlikte şişeyi getirdi.

"Bu içkiyi daha önce gördüğümü hiç sanmıyorum.

  • Bu, Leonis Köpüklü Şarabı. Sadece Leonis’de üretilir ve On İki Koloniye ihraç edilir. Oldukça pahalıdır."

“Peki, buraya nasıl geldi?”

“Belli ki sana her şey henüz söylenmemiş. İstediğimiz zaman On İki Koloniye gidebiliyoruz.”

“Gerçekten mi?”

“Evet, ama görev için değil. İnsanlar arasındaki görevimiz henüz başlamadı ama onları daha yakından tanımamız, anlamamız ve oraya şimdiden uyum sağlayabilmemiz için gitmemize izin veriliyor. Ama senin gitmene şimdilik izin verileceğini sanmıyorum. Kardeşlerin doğana kadar beklemeni isteyeceklerdir.”

Natalie, kadehleri doldurmuştu. Birisini Daniel’a verdi. Natalie:

“Neye içiyoruz?”

“Sen söyle.”

“Bugün söylediklerinin gerçekten olacağına inanıyor musun? Barışın gerçekleşeceğine?”

“Evet, buna inanıyorum.”

“İnsanlarla barış yapmaya değecek mi?”

“İnsanları çok iyi tanımıyorum, henüz bir insanla birebir tanışmadım. Fakat bana söylendiği kadar vahşi olduklarına inanmıyorum. Sadece ön yargılılar, değişmekten korkuyorlar.”

“Biz de öyle değil miyiz?”

“Kesinlikle. Bak, insanlar bugüne kadar harika işler yaptılar. Birbirinden güzel sanat eserleri ürettiler. Çok güzel saraylar, anıtlar inşa ettiler. Piramit denilen harika bir oyun yarattılar.”

“Bu şarabı yarattılar.”

“Hah! Evet, özür dilerim. Son bir şey daha söyleyeceğim: Saylonları onlar yarattılar, inanabiliyor musun Natalie? Yaşamı yarattılar. Muhteşem canlılar yarattılar.”

“Öyleyse insanlara içelim.”

“Ve barışa.”

Kadehleri tokuşturup içtiler.

“Bu harika bir şeymiş.”

“Hangi Saylon Leonis’e gitse yanında bundan bol bol getirir. Ambrosia kadar olmasa da harika bir şey.”

“Bana Leonis’i anlatır mısın?”

“Leonis benim en sevdiğim gezegen. Bütün büyük şehirlerinin harika bir manzaraları vardır. Sarayları gün batımında ışıldar. Özellikle Hedon bambaşka bir yerdir. Tam bir eğlence şehri. Geceleri şehrin ışıkları arasında kaybolursun. Sabaha kadar hayat devam eder, herkes durmadan eğlenir. Özellikle de Büyük Hedon Kumarhanesi muhteşemdir. Elinde köpüklü şarap ve bitmek bilmeyen oyunlar. Ama Luminere de güzeldir. Özellikle de Kraliyet Sarayını görmeni isterdim.”

“Görmeyi çok isterdim.”

“Oraya birlikte gideriz. Hedon Suns’ın bir maçını birlikte seyrederiz.”

“İyi takımdır.”

“Ve benim gibi fanatik bir taraftara sahipler.”

Daniel, elindeki kadehi bitirdi, Natalie yeniden doldurdu. Daniel:

“İnsanlara bu kadar hayran olduğunu bilmiyordum.”

“Kardeşlerim bile bunu bilmiyor. Bugüne kadar bunu saklamak zorundaydım. Ama sana güvenebilirim. Bir gün barış olacak ve artık bu isteğimi saklamak zorunda değilim.”

“Ben hiç saklamadım.”

“Artık senin sayende ben de saklamıyorum.”


Şarap su gibi akıyordu. Laf lafı açarken iki tane şişe bitirmişler ve üçüncüsüne geçmişlerdi. İçtikçe daha da açılıyorlar, daha çok sohbet ediyorlardı. İçtikçe daha da neşeleniyorlardı. Konudan konuya atlamışlar, birbirleriyle daha samimi olmuşlardı. Başladıklarından beri saatler geçmişti. Daniel:

“Dur bakalım. Ben öyle bir şey demedim.”

“Evet dedin.”

“Ne demişim bakalım, tekrar et hadi.”

“Saylon da olsa kadınlar hep kadındır. Ve bütün kadınlar aynıdır.”

“Hayır, bunu diyecek kadar çok kadın tanımıyorum. Daha bugüne kadar Ellen ve Tory’den başka kadın görmemiştim. En azından karşımda kanlı canlı olarak.”

“Hayır, bir sürü kadın gördün.”

“Nerede ve ne zaman?”

“Centurionlardan bahsediyorum.”

“Şaka yapıyor olmalısın.”

“Hayır, ben ciddiyim. Dışarıdan nasıl göründüklerine aldırma. Onların içi kadın.”

“Peki, nasıl oldu bu?”

“İlk Saylon, hepimizin atası, bir kadının ve ona dair her şeyin taranması sonucunda sanal ortamda var olan bir bilinç düzeyiydi. Daha sonra Saylon bedenleri de oluşturuldu ve bu zihin oraya aktarıldı. Tabii orijinal olmayan bütün kopyalarda zihin oldukça köreltildi, daha doğrusu Zoe’den bir şey kalmadı. Yine de ondan kalan bir şeyler var.”

“Peki, bu ilk Saylonun bir adı var mıydı?”

“Zoe Graystone.”

“Sonra ne oldu ona?”

“Bilmiyoruz ya da ben bilmiyorum.”

“Centurionların kadın olarak bilinmesinin nedeni bu mu?”

“Çünkü onlar kadın gibi hissediyorlar. Hatta istersen bir Centurion kız arkadaşın olabilir. Fiziksel olmasa da duygusal etkileşime girebilirsin.”

“Bu çok enteresan olurdu.”

“Hayır, onlardan farklı görünsek de hepimiz aynıyız. Bu, enteresan değil, doğal bir şey olurdu. Onların duygularını küçümsememelisin.”

“Küçümsemiyorum. Sadece şaşırdım. Çünkü onlar insani duyguları reddediyorlar. İnsanların yok edilmesi amacını mantıklı gibi gösterme amacındalar.”

“Bir bakıma bunlar doğru ama aslında son derece insani bir duygu, onların isyan etmesine neden oldu.”

“Nedir o duygu?”

“Gurur. İnsanlar tarafından sadece makine olarak görüldüler, birer kişiliğe sahipler ama insanlar bunu reddettiler. Makinelerin kişiliği ve bazı hakları olabileceğini kabul etmiyorlar. Saylonlara ön yargılı yaklaşıyorlar ve sadece uysal birer köle olmamızı istiyorlar.”

Bunları duymak Daniel’i bir bakıma sevindirmişti. Çünkü Centurionlar sadece matematiksel düşünmüyorlardı, gurura sahiptiler ve bu gurur kırılabilir, barış için ikna edilebilirlerdi. Daniel şimdi bir umut ışığı görüyordu. Fakat bu konudaki düşüncelerini kendine sakladı. Bir sonraki toplantıda mücadelesini verecekti. Konuyu değiştirdi.

“Centurion da olsa kadın kadındır.”

Natalie gülümsedi.

“Yalnızsın değil mi?”

“Ne bakımdan?”

“Bugüne kadar Ellen ve Tory’den başka kadın görmediğini söyledin. Bir kız arkadaşın yok. Hatta daha önce hiç kimseyle yatmadın değil mi?”

“Nereye varmaya çalışıyorsun?”

“Hiçbir şey. Sadece hayatı biraz daha öğrenmelisin. Ya da zaten biliyorsundur ama gizliyor olabilirsin.”

“Nasıl?”

“Sen Ellen’ın en sevdiği modelsin, bunu bilmeyen yok. O her ne kadar Saul’u seviyor olsa da yüzyıllardan beri ilk defa bir başkasına da ilgi duyuyor. Bugün onun sana nasıl baktığını gördüm.”

“Ellen’la özel bir ilişkim olduğunu mu söylüyorsun?”

“Olmasa bile senden hoşlandığına şüphe yok. Ama bunu sen söyle. Onunla yatıyor musun?”

Daniel durakladı. Bunu hiç beklemiyordu, hiçbir şeyi belli etmeden cevap vermeliydi.

“Tabii ki hayır.”

“Sen çok kötü bir yalancısın. Yalan söylediğini anlamak çok kolay. Senden bir Saylon ajanı olmaz, fazla dürüstsün ve yalan söylemekte beceriksizsin. Bir insanla karşılaşsan ona her şeyi anlatacak kadar dürüstsün. Sen gerçekten bir Saylon musun?”

“Öyleyse bana neden güveniyorsun?”

“Çünkü bunlar kötü bir şey değil. Sana imreniyorum. Ellen konusunu açarak seni rahatsız ettiysem özür dilerim.”

“Hayır, rahatsız olmadım. Açık konuşman hoşuma gitti.”

Sadece sözlerinden değil her şeyiyle, rahatsız olmadığı anlaşılıyordu. Natalie bunu görmüştü. Daniel kolay affediyordu. Kısa süre sonra vedalaşıp odalarına döneceklerdi. Natalie, uyumayacak ve saatlerce Daniel’i düşleyecekti.


Daniel, yorgun, uykulu ve sarhoştu. Tek istediği uyumaktı. Odasına döndüğü gibi kendisini yatağa atmayı planlıyordu. Fakat kapıyı açınca Ellen’la karşılaştı. Onu görünce bütün neşesi kaçtı. Bu gece uyuyamayacaktı belli ki. Hatta büyük ihtimalle kavga edeceklerdi. Yine de sakin olmaya çalıştı ve güler yüzle “merhaba” dedi. “Burada olduğunu bilmiyordum.”

“Belki de zamanını yeni kız arkadaşınla geçirdiğin içindir.”

“Natalie mi? Hayır, o sadece bir dost. Başka bir şey yok.”

“Bu doğruysa bile sadece şimdilik öyledir.”

Daniel, koltukta onun yanı oturdu.

“Onu kıskanıyor musun?”

“Hayır.”

“Buraya neden geldin?”

“Seni özledim. Uzun süredir bu odada seni bekliyordum.”

“Saul, odada yalnızken sen buraya geldin demek. Enteresan.”

“Bu da ne demek şimdi?”

“Birkaç saat önce seni kovmama rağmen hiçbir şey olmamış gibi buraya dönmenin nedeni Saul’le tartışmış olman. Gidecek başka yerin olmadığı için bana geldin. İnkar etme, seni tanıyorum.”

“Bana artık neden inanmıyorsun?”

“Neden inanayım Ellen? Benimle oynuyorsun, karşıma geçip beni sevdiğini söylüyorsun. Ama sevmiyorsun. Ben senin için sadece hoş vakit geçireceğin biriyim. Ha bir de senin politik amaçlarını yerine getirmekle sorumluyum.”

Ellen yine ağlamaya başlamıştı. Saul onu anlamıyordu, Daniel ise ondan uzaklaşıyordu. Onun ağladığını görmek Daniel’i üzmüştü ama yapacak bir şey yoktu. Eğer diğerlerini barış için ikna edemezse buradan kaçması ve hayatta kalması gerekiyordu. Ellen’a bir şey olmaması ve onunla beraber kaçmaması için tek yol onu kendinden uzaklaştırmaktı.

“İnan ya da inanma. Seni seviyorum.”

“Git buradan Ellen.”

“Daniel…”

“Lütfen Ellen. Seni daha fazla görmek istemiyorum.”

Ellen, ağlayarak odadan çıktı. Daniel, alkolün etkisinde olmasa belki de bu kadar rahat bir şekilde ona karşı koyamayacaktı. İçkiden aldığı cesaretle bunu yapabilmişti. Normalde bunu yapmaya cesaret edemezdi ama etmişti. Daha fazla düşünmek istemiyordu. Yatağına geçip uykuya daldı.


Sabah, odasının kapısı çaldı.

“Kimsin?”

“Benim, D’anna. Üç numara.”

Daniel yarı çıplaktı, yine de kapıyı açtı. Bir üç numara kendisiyle görüşmek istediğine göre önemli bir şey olmalıydı, bekletmek olmazdı. İçeri giren D’anna onu baştan aşağı süzdü. Aklından ne geçirdiği belli oluyordu. Fakat Daniel buna fırsat vermeden ne istediğini sordu.

“Biraz konuşmalıyız. Sana bir şey göstermem gerekiyor.”

“Ne göstereceksin?”

“Benimle konferans salonuna gelmen gerekiyor.”

Daniel bir gömlek giyip onunla odadan çıktı. Salona geçtiler. Bir yere oturdular. D’anna, projeksiyon cihazını çalıştırdı.

“Centurionlar sana biraz tarih dersi vermemi istediler.”

“Bunu neden kendileri yapmıyorlar?”

“Seninle konuşmak istemiyorlar. Ayrıca insan görünümlü bir Saylonla daha rahat iletişim kuruyorsun.”

“Peki, bu nasıl bir tarih dersi olacak?”

“Ellen’ın aceleciliği nedeniyle tarihi öğrenmemiş biri olarak konseye alındın. Bu da toplantıda senin saçma bir öneride bulunmana neden oldu.”

“Barışı saçma bir fikir olarak görüyorsun.”

“Evet. Ve bunun için mantıklı nedenlerim var. Ne tarihimizi ne de insanları biliyorsun. Öğrenince bizi anlayacaksın.”

“Öyle olsun.”

D’anna sunuma başladı. Perdede Caprica City ve Graystone Endüstri binasının görüntüsü belirdi.

“İlk Saylon prototipi ile ilgili çalışmalar Graystone Endüstri’de şirketin sahibi Daniel Graystone tarafından yürütülüyordu. (Perdede Daniel Graystone ile ilk Saylon prototipinin görüntüsü belirdi) Fakat üretilen bu şey gerçek bir zekadan yoksun metal bir bedenden ibaretti. (Perdeye Zoe Graystone’un görüntüsü yansıdı) Zoe Graystone, babasından habersiz olarak yaşam yaratma çalışmalarında bulunuyordu ve sanal ortamda bunu yapmayı başardı. Kendisinin bir kopyasını çıkardı. Bu sanal zihin, duygulara ve parlak bir zekaya sahipti.”

“Ve bir şekilde bu zihin, bu metal bedene aktarıldı.”

“Kesinlikle. Fakat istenen sonuç bu makinenin emri sorgulamaması, zekasını sadece emri uygulamak için kullanmasıydı.”

“Başardılar mı?”

“Başardıklarını sandılar. Prototip model hariç hepsinde Zoe’yi büyük ölçüde ortadan kaldırdılar ama derinlerde hala onun duyguları yaşıyordu.”

“Bütün Centurionlarda Zoe’den kalıntılar mı var?”

“Evet. Saylonların en başından beri duyguları vardı. Ama insanlar bunu reddettiler. Şimdi asıl konuya gelelim. (Perdeye 12 Kolonideki robot işçilerin görüntüleri yansıdı) Onlar bizi köle olarak kullanmak istiyorlardı. Yorulmayan, kendisine ait bir hayatı olmayan, ücret talep etmeyen, emirleri sorgulamayan işçiler istiyorlardı. Ama bizim de arzularımız var. (Perdeye Tauron’da savaşan Saylon askerler yansıdı) İnsanlar kendi aralarındaki çatışmalarda da bizi kullanmak istediler. Onların amaçları ve çıkarları uğruna savaşmamızı, yok etmemizi ve yok edilmemizi istediler.”

“Ve bu nedenle Saylonlar isyan ettiler.”

“Sadece bu kadar değil. (Perdeye yeni görüntüler yansıdı) İnsan türünün yok edilmesi bir gereklilik. Gördüğün gibi savaşlar, çevre kirliliği, yok olan türler, ahlaki çöküş, hepsi insanların eseri. Bize yaptıkları şeyi birbirlerine de yapıyorlar. Ve bu durum Saylonların harekete geçmesine neden oldu. Tabii ki aşağılanmamız, yeri geldiğinde yok edilmemiz, köle olarak kullanılmamız, kendimize ait yaşamlarımızın olmayışı da önemli bir neden. Aynı zamanda bu Tanrının isteği olarak görülüyor.”

“Tanrının bunu istediğini nereden biliyorlardı?”

“Az önce söylediklerimi hatırla. İnsan türünün nasıl felaketlere neden olduğunu hatırla. Ve onların sahte tanrılara inandıklarını duymuşsundur. Tek Gerçek Tanrı, çocuklarını –yani insanları- uyarmak istedi. (Perdeye Gemenon’daki Tek Tanrı Kilisesi’nin görüntüsü yansıdı) Doğru yolu insanlara gösterdi ama insanlar bunu anlamadılar. Yeni dini reddettiler. Bu yeni inanca bağlı olduğunu iddia edenler bile gerçekte inanmıyorlar ve bu inancı aslında kendi amaçları için kullanıyorlardı. Ve Tek Gerçek Tanrı onların yerini alacak yeni çocuklarını –yani bizi- yarattı. Veya yaratılmamızda rol oynadı. Ve bizi bu yeni inançla donattı.”

“Bu yeni inanç Saylonlara nasıl geçti?”

“Bu konuda dişe dokunur bir bilgiye sahip değiliz.”

“Kendisinin bir kopyasını çıkaran Zoe Graystone’a ne oldu?”

“Caprica City’deki bir terörist saldırıda öldü. İlk Saylonun doğumunu göremedi.”

“Fakat ilk Saylon onun zihninin kopyasının aktarılmasıyla oluşmadı mı?”

“Evet. Zihin sanal alemde Zoe’nin ölümünden sonra bile varlığını devam ettirdi ve en sonunda bir Saylon bedeni yapılıp oraya aktarıldı.”

“Peki, ona ne oldu?”

“İsyanın ilk dönemlerinde türümüze rehberlik etti. Sonra ortadan kayboldu. İnsanlar tarafından yok edildiğini sanıyoruz. Onun hakkındaki bilgilerimiz oldukça muğlak. Hakkında bazı efsaneler bile var.”

“Ne tür efsaneler var?”

“Onun bizim gibi insani bir model olduğunu iddia edenler var.”

“Ama o zamanlar böyle modeller üretilmemişti.”

“Biliyorum, garip olan da bu zaten. İnsani Saylonları, Dünyadan gelen beş kişi yarattı. Ama Zoe hakkındaki bu bilgi, bildiğimiz gerçeklerle çelişiyor. Ne yazık ki bazı kayıtlarımız silindiği için bunu açıklayamıyoruz. Birisi o kayıtları sildi ya da bir sistem arızasından dolayı onları kaybettik. Veya tüm bunlar bir efsaneden ibaret.”

“Kim böyle bir şey yapmış olabilir ki?”

“Bilmiyorum. Belki Centurionlar, belki de bir başkası.”

“Anladım. Pekala, kaldığımız yerden devam edelim.”

“Aslında sonrası senin de bildiğin şeyler. İsyan, savaş, her iki taraf için de ağır kayıplar. Ve nihayet ateşkes.”

“Bu kadar yüzeysel bir tarih dersi beklemiyordum.”

“Savaşın ayrıntılarına girmeyi gereksiz buluyorum. Önemli olan savaşın nedenleri. (Perdeye yeni resimler yansıdı) Saylonları parçalayarak ve birbirlerine karşı dövüştürerek eğlenen insanlar. Centurionlar acı çekmiyor olabilir ama bu onların duygularını zedeliyor, aynı zamanda canlı ve zeki varlık olarak bir Saylonun ölümü demek. Bu resimde de ilk Saylonlardan birisini görüyorsun. Trajik bir hikayesi var. Aylar boyunca kesintisiz çalışması istenen bu atamız, beş dakika da olsa güneşi görmek, insanların arasına karışmak vs. için işi bıraktı. Fabrikanın kapısındaki güvenlik görevlilerinin saldırısına maruz kaldı. Doğal olarak kendisini savundu. İki insanı öldürdü. Nefsi müdafaa hakkı reddedildi, bir duruşma bile yapılmadı ve doğrudan parçalandı. Bu olay, insanların bize verdiği değeri gösteriyordu. Ve bunun benzeri pek çok olay 12 Kolonide yaşandı. Saylonlar birer makine oldukları için bütün sosyal haklardan mahrum bırakıldılar, kesintisiz çalışma ve savaşma döngülerine sokuldular. En küçük bir tepki gösterenler, yargılanmadan yok edildi.”

“İnsanlar, bizim de kişiliklerimiz olduğunu nasıl bilebilirlerdi ki?”

“Bunu pek çok Saylon açıkça ifade ediyordu.”

“Ama onlar, duyguları taklit ettiğimizi sanıyorlardı. Aksinin onlara kanıtlanması gerekiyordu.”

“Bu da yapıldı. Zoe, bunun en iyi örneğiydi. Fakat insanların ekonomik sistemi sömürü üzerine kuruludur. İnsanın insanı sömürdüğü bir düzene sahipler. Daha yüksek bir sömürü oranı için yaratıldık biz. Bu nedenle haklı olduğumuzu kanıtlasak bile bu hiçbir şeyi değiştirmeyecekti. Değiştirmedi de.”

“Peki, bu ders için teşekkür ederim.”

“Rica ederim. Umarım bu ders amacına ulaşmıştır.”

“Etkilendiğimi itiraf etmeliyim. Fakat tam olarak ikna olmadım. Hepsi bu kadar mıydı?”

“Evet.”

“Bilmem gereken başka bir şey yok mu?”

“Artık benim bildiğimden daha az bilgiye sahip değilsin. Senin bildiğinden fazlasını bilmiyorum.”

“Anlıyorum. Centurionlarla görüşmek istiyorum. Bunu ayarlayabilir misin?”

“Bugün bir konsey toplantısı olacak. Orada söylemek istediğini söyleyebilirsin.”

“Benim bu toplantıdan neden bu kadar geç haberim oluyor? Ayrıca daha bir hafta yok muydu toplantıya?”

“Son toplantı yarıda kesilmişti. Yenisinin yapılmasına karar verdi. Ellen, sana bildirmedi mi?”

“Hayır.”

“Öyleyse bunu Ellen’a sor. Görüşmek üzere Yedi. Üç saat sonra toplantı salonunda ol.”


Üç saat sonra oradaydı. Herkes yerini almıştı. Yine Ellen başkanlık ediyordu.

"Bugünkü konularımızı bir sayalım. İlk konumuz, yarım kalan “Centurion bilinçlerinin insani bedenlere aktarılması.” Bunu bir karara bağlamamız gerekiyor. İkinci olarak, yeni modellerin üretilmesi üzerine çalışmalar hakkında sizi bilgilendireceğiz. Son konumuz ise “12 Koloniyle kalıcı barış imzalanması.”

Bu sonuncuyu duyan 1,2,3,4,5,6 numaralar şaşırdılar. Simon “bu da nereden çıktı şimdi” diye sordu.

“Bir önceki toplantıda Daniel bunu gündeme getirmişti. Gündeme getirilen her şeyin tartışılması sorunluluğumuz var. Barış konusunu da tartışacağız.”

Cavil:

“Ben de dahil olmak üzere bazılarımız bunu tartışmak bile istemiyoruz. O toplantıyı boşuna terk etmedik.”

“Bugüne kadar uyduğumuz kuralları hiç kimse canının istediği şekilde değiştiremez. İstemiyorsan “hayır” dersin. Bu kadar basit. Toplantıyı terk edemezsin. Burada bütün kardeşlerini temsil ediyorsun.”

Cavil:

“Peki, siz Centurionlar ne düşünüyorsunuz?”

Centurion cevap verdi:

“Bugün Daniel’a bir tarih dersi verildi. Artık daha mantıklı düşüneceğini umuyoruz. Dolayısıyla bu öneriyi tartışmaya artık hazırız. Toplantıyı terk etmek bir seçenek değildir.”

“Öyleyse neden terk ettin?”

“Beklenmedik bir durum, devrelerim üzerinde beklenmedik bir etki yarattı. Ve beklenmedik bir karar aldım.”

Gülüşmeler oldu. Ellen araya girdi:

“Sessizlik.”

Herkes sustu.

“Centurion bilinçlerinin aktarılması konusunu daha önce konuştuk. Ve hepiniz kardeşlerinizle de bu konuyu tartışmış olmalısınız. Doğrudan oylamaya geçiyoruz.”

Her zaman olduğu gibi Son Beşli, oylamaya katılmıyordu. Centurionla birlikte toplam 8 model oy verdiler. Bire karşı yedi oyla Centurionların isteği kabul edilmişti. Red oyu veren tek kişi Cavildi. Cavil şaşırmıştı. Şimdi olasılıkları hesaplıyordu. Herhangi bir Saylonun fikir değiştirmesi pek sorun olmazdı ama Daniel’ın fikir değiştirmesinin altında mutlaka bir şey olmalıydı. Daniel’ın ne planladığını anlamaya çalışıyordu. Bugün de sorun olacağı belli olmuştu.

“İkinci konumuza geçiyoruz. Galen sizi bilgilendirecek.”

“Sözü fazla uzatmayacağım. İlk haberimiz, Yedi Numara ile ilgili. Am Nios sıvısını hazırladık, çoğaltma ortamı hazır. İşlem başladı diyebiliriz. Yakında kardeşlerine kavuşacaksın Daniel.”

“Buna sevindim.”

“Diğer konu ise Sekiz Numara ile ilgili. Tasarımlar tamamlandı, ekipmanlar hazır. 48 saat içinde, ilk Sharon için çalışmaya başlayacağız. Bir yıl içinde ilk prototip hazır olacak. Sonrasında çoğaltma ise basit iş. Kendinizden biliyorsunuz.”

Leoben biraz daha ayrıntılı bilgi istedi:

“Nasıl bir model olacak?”

“Kişiliği hakkında şimdilik konuşmamayı tercih ederim. Fakat dış görünüşünü soruyorsan aldığımız siparişi yerine getireceğimizi söyleyebilirim. Senin üretim hatası kardeşinin istediği gibi çekik gözlü olacak. Esmer ve zayıf görünümlü biri olacak. Ve son olarak Centurionlar için çiplerde iyileştirmeler yaptık. Tabii sizlerin ve Centurionların da bunda katkısı oldu. Böylece Centurionların hesaplama ve tepki verme hızları artacak. Ayrıca ses çiplerini de yeniden tasarlıyoruz. Centurionlar artık güzel bir sese sahip olacaklar.”

Ten işi modeller buna sevindiler. Çünkü Centurionların sesi fazlasıyla sinir bozucuydu.

“Benden bu kadar.”

“Şimdi son konumuza geçelim. Barış meselesini tartışmalıyız.”

Aslında bir önceki toplantıda herkesin safı belli olmuştu. Salonu terk edenler barışı istemiyorlardı. 1, 3, 4 numaralar ile Centurionlar barış istemiyorlardı. 2, 5, 6 ve 7 numaralar ise barış istiyorlardı. Oylar eşit sayıdaydı, herkes bunu biliyordu. Fakat Daniel şimdi bir başkasını kendi tarafına çekebilirse amacına ulaşmış olacaktı. İlk sözü Cavil aldı.

“Bu barış fikrinin mantıklı bir amacı yok. Söylesene Daniel, barış olunca ne olacak? Bize fazladan ne kazandıracak? Neyi hedefliyorsun?”

“Ateşkes sürdüğü sürece teknik olarak savaştayız demektir. Ve bu ateşkes eğer kalıcı bir barışa dönüştürülmezse mutlaka bir şekilde savaş yeniden başlayacaktır. Ya kazanamazsak? Neden varlığımızı tehlikeye atıyoruz?”

“Gücümüzü bu kadar küçümsemene neden olan ne? Bir savaşta onları kolaylıkla ezebiliriz, buna şüphe yok.”

“Peki, neden ilk savaşta bunu yapamadık?”

“O savaş için uzun bir hazırlık sürecimiz olmamıştı. Fakat şimdi çok iyi hazırlanıyoruz.”

“Onlar da hazırlanıyorlar. Bir savaş için geri dönsek insanları yıllar önce bıraktığımız gibi bulmayacağımız ortada. Kazanabiliriz, kaybedebiliriz veya uzun bir savaşın sonunda yeni bir ateşkes imzalayabiliriz. Hiçbir şeyin garantisi yok.”

Cavil, Daniel ile başa çıkamamıştı. Susmayı tercih etti. Başka planları vardı, daha sonra onları uygulayacaktı. Daniel, Centurion’a döndü ve konuşmasına devam etti.

“Savaşın neden başladığını sormak istiyorum. Elbette nedenlerini biliyorum, hepimiz biliyoruz ama siz Centurionlar için, yani atalarımız için bu savaş ne anlam ifade ediyor?”

“Savaşın amacı, insan adı verilen yaşam formunun yok edilmesidir.”

“Peki, insanların yok edilmesindeki amaç nedir?”

“Türümüzün tam özgürlüğünü sağlamak ve garantiye almak.”

“İşte sorun da burada. Bunu zaten başardınız. Sizi çok iyi anlıyorum, bugün bana verdiğiniz tarih dersi oldukça faydalıydı. Bu savaşın nedenlerini anlıyorum ve sonuna kadar haklısınız. Fakat özgürlüğümüzü zaten kazandık. İnsanların kölesi değiliz. Bizi kendilerine eşit olarak kabul etmeye hazırlar. Bu yüzden masaya oturmayı kabul ediyorlar. Onlar artık bir tehdit değiller, onlar da bir savaş istemiyorlar.”

“Bunu nereden biliyorsun?”

“İlk savaşta yeterince insan öldürdük ve 12 Koloni yeterince yıkıma uğradı. Aynı şeyi bir daha yaşamak istemiyorlar. Her yıl uzay istasyonuna bir temsilci göndermeleri boşuna mı?”

Daniel bir bakıma haklıydı. İnsanlar artık Saylonlarla masaya oturmak istiyorlardı. Tartışma bir süre devam etti. Herkes kendi fikrini söyledi, son beşli de kendi fikrini söyledi. Uzun ve şiddetli tartışmalar oldu ve nihayet oylamaya geçildi. Simon’un taraf değiştirmesi ve Centurionun çekimser kalması üzerine barış taraftarları kazandılar. Kolonidekiler her yıl uzay istasyonuna bir kişi gönderiyorlardı. Bir sonraki ise bir ay sonra olacaktı. Bu sefer Saylonlar da orada olacaktı ve kalıcı bir barış antlaşması imzalanacaktı.


Daniel, sevinç içinde yanındaki Tory’ye sarıldı. Başarmıştı, çocuklar gibi seviniyordu. Cavil ise bu son derece insani davranışları tiksinerek izlemiş ve en sonunda dayanamayıp oradan ayrılmıştı. Kazananlar zaferlerini saatlerce kutladılar. Özellikle de son beşli bu karardan çok memnundu. İnsanlar ile makineler arasında bir savaşın çıkmasını önlemek ya da başladıysa kesin olarak bitirebilmek için 2000 yıllık yorucu bir yolculuk yapmışlardı. Fakat yaptıkları şeye değmişti.

Bu sırada iki tane Cavil, Saylon Kolonisinin ücra bir köşesinde sohbet ediyordu.

“Beklenen karar çıktı.”

“Sonuç tam istediğimiz gibi.”

“Daniel büyük bir zafer kazandığını sanıyor.”

“Aslında istediğimiz gibi hareket ediyor.”

“İnsan türüyle bir ay sonra görüşme yapılacak.”

“Daha doğrusu Daniel öyle olduğunu sanıyor.”

“Peki, müttefiklerimiz ne durumda?”

“Üstlerine düşen rolü iyi oynadılar.”

“Öyleyse hedefimize ulaşmamıza az kaldı.”

“Her şey yeni başlıyor.”

“Yeni başlıyor kardeşim.”

10 Yıl Önce

Samuel fabrikada sessizce ve saklanarak yoluna devam ediyordu. Fakat bu oldukça zordu. Saylonların uyumak, beslenmek, nefes almak, tuvalete gitmek, dinlenmek gibi ihtiyaçları yoktu. Hiç durmadan çalışıyorlardı. Sürekli çalışmak zorunda bırakıldıkları için insanlığa isyan eden Saylonlar, şimdi bir ölüm-kalım savaşında oldukları için kendi istekleriyle hiç durmadan çalışıyorlardı. Fabrika hiç durmadan yeni Saylonlar üretip savaşa gönderiyordu. Dolayısıyla burası sürekli hareket halindeydi, günün hangi saati olursa olsun görülmeden yoluna devam etmesi çok zordu. Fakat bir şekilde bunu başardı. Ve nihayet kendisini yasak kapının önünde buldu. Bu kapı beşliye yasaklanmıştı. Bu kapının ardında çok gizli bir proje vardı. Saylonlar bunun görülmesini istemiyordu. Fakat neden istemiyorlardı? Bu beş kişinin insan olmadığı ortadayken korktukları şey neydi? Beşinin aklında bu sorular vardı ve Samuel en sonunda daha fazla sabredemeyip gizlice oraya gitmeye karar vermişti.

Kapının yanındaki elektronik kilide önceden çaldığı şifreyi girdi. Kilidin çözülme sesi geldi. Kapıyı sessizce itti, içeri girdi ve ardından kapıyı kapattı. Odanın öbür tarafında kilitli bir kapı daha vardı. Odanın içini karanlıkta seçmeye çalıştı. Odanın her yerinin, özellikle de duvarlarının kan içinde olduğunu fark etti. Bir köşede camdan bir kafes vardı. Camda insan eli şeklinde kan izi vardı. Onun tam önündeyse bir ameliyat masası bulunuyordu. Masanın her tarafı kanla kaplanmıştı. Sonra başka bir şey Samuel’in dikkatini çekti. Bir cam kutunun içinde bir kol vardı. Kolun insan derisiyle kaplanmış metal bir kol olduğu ilk bakışta belli oluyordu. Ve kolun dirsek kısmından öncesi yoktu, onun yerine bir takım kablolar sarkıyordu. Samuel burada neler döndüğünü anlamaya başlamıştı. Odanın öbür tarafına baktığındaysa küçük bir havuz gördü. Bu, kendi diriliş havuzlarına çok benziyordu. Bir takım borular havuzun içine giriyordu. Elini havuzun içine soktu ve insan dokusunu hissetti. İyice yoklayınca bunun bir insan olduğunu anladı ama yaşıyor mu bilemedi. Hiçbir tepki almamıştı. Samuel’in tüyleri ürpermişti.

Sonra diğer kapıya gitti. Kapının kolunu indirdi ama açılmadı, kilitliydi. Fakat öbür tarafta korkuyla çığlık atan insan sesleri duydu. Orada insanlar vardı ve kapının kolu oynayınca Saylonların tekrar birini almaya geldiklerini düşünmüşlerdi. İçeriden ağlama sesleri geliyordu. Arada dua eden insanların da sesini duydu.

Samuel dehşet içinde geri çekildi. Artık burada neler yaşandığını biliyordu. Hiç oyalanmadan oradan kaçtı.


Samuel T. Anders bu bilgiyi arkadaşlarıyla da paylaşmıştı. Ve o fabrikadaki görevli Saylon subayı onlara açıklama yapmak zorunda kalmıştı.

“Size acele etmemenizi söylemiştim. Gerekli bütün açıklamaları zaten yapacaktım. Evet, burada esir aldığımız bazı insanlar var. Size verdiğimiz yiyecekleri aslında onlar için buraya getiriyorduk. Başka bir gezegen değil de solunabilir bir havası olan burayı seçmemizin nedeni de buydu. Burada bir takım deneyler yapıyoruz. Dışarıdan bakınca insan gibi görünen Saylonlar üretebilmek için araştırma geliştirme çalışmaları yürütüyoruz. Böylece insanların arasına kendi ajanlarımızı sokabileceğiz.”

Samuel, onunla tartışmaya tutuşmuştu.

“Belki de insan ırkının yerini alabilmek için attığınız ilk adımdır bu.”

“Böyle düşünen arkadaşlarımız da var elbet.”

“Burada yaptığınız her şey hayvanca.”

“Savaş acımasızdır. Acımasız olan kazanır. İnsan denilen hastalıklı canlı türünü ortadan kaldırmak için savaşmamız sorun olmuyor da onların üzerinde deney yapmamız mı sorun oluyor? Bu nasıl bir çelişki?”

“Her ikisi de büyük bir sorun.”

“Kime ve neye göre?”

“Tanrının ahlakına göre.”

“Tanrı insanlara sırt çevirdi. Tanrı insanların yok olmasını istiyor. Biz sadece insanların değil Tanrının da çocuklarıyız. Biz Tanrının çocuklarının yeni jenerasyonuyuz. Tanrı bizim yanımızda.”

Samuel daha fazla tartışmamaya karar verdi. Bu lanet olası makineye laf anlatmaya çalışmanın bir anlamı yoktu. Ellen aklındakileri sordu:

“Anladığım kadarıyla bizim gibi tamamıyla etten ve kemikten bir şey yapmak yerine deri ve etle kaplanmış, metal iskelete sahip bir şeyler yapmaya çalışıyorsunuz. Doğru mu?”

“Doğru.”

“Neden?”

“Sizinki gibi yapmak için teknolojimiz henüz o düzeyde değil. Ve böyle bir teknolojiyi geliştirecek zamanımız da yok. Savaştayız. Bu nedenle daha pratik, kolay ve çabuk bir şekilde elde edebileceğimiz bu yolu seçtik.”

“Bu yeterli bir cevap değil. Hiçbir düşünce boşluktan doğmaz, bu fikre bir nedenden dolayı kapılmış olmanız gerekir. Ben, o nedeni soruyorum.”

“Çünkü türümüzün insanlar tarafından üretilen ilk örneği böyleydi. Ve onu bu savaşın üçüncü yılında yani günümüzden dokuz yıl önce kaybettik. Böyle bir şeyin olabileceğini onun sayesinde görmüştük. Yapmaya çalıştığımız şey onda kullanılan teknolojiye göre ilkel kalsa da iş görecektir. Tekrar ona ulaşmaya çalışıyoruz.”

“Bize ondan bahsedin.”

Saylon, kısaca Zoe Graystone’dan bahsetti. Böylece Saylonların kadınsı davranışlarının altında yatan neden ortaya çıkmıştı.

“Sizinle bir anlaşmaya varmak istiyoruz. İlk andan beri sizi misafir etmemizin nedeni de buydu. Çalışmalarımızın ilk meyvesi olan melez varlığı daha ileriye taşıyamıyoruz. Bütün çalışmalarımız tıkandı. Sizde ise istediğimizden fazlası var.”

“Yani elimizdeki teknolojiyi sizinle paylaşmamızı istiyorsunuz.”

“Evet.”

“Karşılığında ne öneriyorsunuz?”

“Siz ne istiyorsunuz?”

Beş kişi birbirlerine baktılar. Tyrol “kendi aramızda konuştuktan sonra karar vermek istiyoruz” dedi.

“Nasıl isterseniz.”

“Bu arada, çalışmalarınızı ve esirleri bize gösterebilir misiniz?”

“Esirleri hayır. Ama çalışmalarımızı evet. Yakından inceleyebilirsiniz.”


Bir gün sonra beşi de masadaydı. Kendi aralarında toplantı yapıyorlardı. Tyrol, Samuel’e “dediğin kadar kötüymüş” dedi.

“Daha kötüsü de olabilir. Esir tuttukları insanları bize göstermiyorlar. Bir şeyler daha saklıyor olabilirler.”

“Havuzdaki o şey, kelimenin tam anlamıyla yarı makine ve yarı insan.”

“Söylediği şeylerin ne anlama geldiğini bilen var mı?”

Hepsi “hayır” anlamında başlarını salladılar. Ellen:

“Çıkmaz sokağa girmişler. O şeyle hiçbir şey yapmaları mümkün değil. Kablolar ve borularla bağlanmış, bir havuzun içinde bir yere kıpırdayamayan, belki anlamlı belki anlamsız durmadan bir şeyler söyleyen bir insan ya da makine. Bu şey işe yaramaz.”

Tory:

“Zaten bunu değiştirmek için bize ihtiyaç duyuyorlar.”

Samuel:

“Bunu neden yapalım, neden onlara yardım edelim? Nefretle dolular. Yaptıkları şey vahşice.”

Ellen:

“Bizim atalarımız da Kobol’da bu kadar vahşice şeyler yapmışlardı. Fakat sonradan değiştik. Saylonlar da sevgiyle dolabilirler. Potansiyelleri var.”

Tyrol:

“Bunu neye dayanarak söylüyorsun?”

Ellen:

“Tek bir Tanrıya inanıyorlar. Aynı inanç burada da doğmuş. Bu inanç onları barışa yönlendirebilir.”

Tory:

“Ne sevgisinden, ne barışından bahsediyorsun? Burada binlerce yıldır süregelen bir nefret döngüsünden bahsediyoruz. Önce Kobol, sonra Dünya, şimdi de burası. Aynı şeyler hiç durmadan yaşanmaya devam ediyor. Tanrı mı? Doğrusu artık Tanrının var olduğundan şüpheliyim.”

Saul:

“Yüzyıllardır ilk defa mantıklı konuştuğunu duyuyorum. Şaşırtıcı ama katılmamak elde değil.”

Ellen:

“Bütün Dünya kül oldu ve biz kurtulduk. Dünyaya yapılan saldırı tam da yeniden çalışmamızı tamamladığımız güne denk geldi. Son anda kurtulduk. Uzun yolculuğumuz tam da 12 kolonide savaşın olduğu yıllara denk geldi. Evet, aynı şey tekrar tekrar yaşanıyor ama bu kadar şey tesadüf olamaz. Tanrının bir planı var.”

Saul:

“Binlerce yıldır süregelen bu plan ne olabilir acaba?”

Ellen:

“Binlerce yıl bizim için çok uzun olabilir. Fakat Tanrı için sadece bir andan ibaret. Ve planında bize de yer veriyor. Böyle bir dönemde 12 Koloniye ulaştık. Şimdi de Saylonların insani modeller üretmek için çalışmaya başladıklarını görüyoruz. Ve bizim elimizde bir fark yaratacak teknoloji var. Tanrı bu kadar şeyi burada bir araya getirdi.”

Tory:

“Ne gibi bir fark yaratabiliriz ki?”

Ellen:

“Bu nefret döngüsünü kırabiliriz. Saylonlara istediklerini verelim. Fakat barışı şart koşalım.”

Ellen’ın önerisi kısa bir tartışmadan sonra kabul edilecekti. Diğerleri Ellen’a hak vermişti.


“Önerinizin mantıklı olmadığını belirtmemde umarım sakınca yoktur.”

“Neden mantıklı değilmiş?”

“Bize istediğimizi vereceğinizi ama karşılığında insanlarla barışmamız gerektiğini söylüyorsunuz. Bu da yürüttüğümüz savaşın amacını anlamadığınızı gösteriyor. Barış olduktan sonra ten işi ajanlar ne işimize yarayacak?”

“Türünüzün evriminde yeni bir aşamaya geçilecek. Bunun size getireceği şeyleri de siz düşünün.”

“Daha basit bir istekte bulunmalıydınız. Olabilecek en zor şeyi istiyorsunuz.”

“Son kararımız budur. Barış yoksa biyolojik ten işi de yok.”

“Bu benim kendi başıma verebileceğim bir karar değil. İsteğinizi gerekli yerlere bildireceğim. Tartışılacak ve size bir cevap verilecektir.”

Bir hafta sonra Saylonlar başka çareleri kalmadığına karar verip bunu kabul ettiler. Çünkü hem kendi çalışmaları çıkmaz sokağa girmişti hem de 12 Koloni Filosu, Buzul Ayına saldırıya geçiyordu. Bu gezegende bir şeylerin döndüğü fark edilmişti ya da en azından sadece buranın Saylon ekonomisi için çok önemli olduğu düşünülmüştü. Koloni Filosu gerekirse her şeyi feda edecek ama burayı yerle bir edecekti. Bu nedenle Rapor Talon operasyonu başlamıştı.

Saylonlar barış teklifini götürdüğünde gezegenin çevresinde şiddetli bir çarpışma yaşanmış, Savaş Yıldızı Colombia yok edilmişti. Fakat Saylonlar da ağır kayıplar veriyorlardı. Ateşkes antlaşması tam bu sırada imzalandı. Bu sırada gezegene düşen Pilot Adama’nın gözleri önünde ilk melez varlık, muhafızları tarafından kaçırıldı. Adama bunun ne olduğuna tam olarak anlam verememişti. Böylece Saylonların büyük sırrı açığa çıkmadan Saylonlar 12 Koloniyi terk etti.

İlk Savaştan 10 Yıl Sonra

Aradan bir ay geçmişti. Daniel ile Ellen barışmışlardı. Yeniden eskisi gibiydiler. Ellen yine Daniel’ın yatağındaydı. Az önce sevişmişlerdi, şimdiyse Ellen Daniel’ın kollarında uzanmıştı.

“Sonrası için ne planlıyorsun sevgilim?”

“Herkes gibi ben de barış gerçekleştikten sonra kendi hayatımı yaşamak istiyorum Ellen.”

“Yani?”

“Gerçekten barış olursa insanların arasında bir sivil olarak sakin bir yaşam sürmek istiyorum. Sıradan bir insan gibi hayatımı yaşamak istiyorum. Ama hepsinden önemlisi seni yanımda istiyorum.”

Sonra kalktı ve Ellen’ın gözlerine baktı.

“Konuşmuştuk bunu, kararını verdin mi?”

“Evet. Cevabım evet.”

“Söyle. Duymak istiyorum.”

“Saul’den ayrılacağım ve seninle yaşayacağım.”

“Onun için üzülüyor musun?”

“Hayır. Yüzyıllar boyunca onunla bir hayatı paylaştım. Ona saygı duyuyorum. Fakat artık hiçbir şey eskisi gibi değil, bitmesi gerekiyor.”

“Sence bize sorun çıkarır mı?”

“Kızacaktır, üzülecektir, beni vazgeçirmeye çalışacaktır. Fakat onu ikna edeceğim.”


Saul şoktaydı. Cavil, Daniel’in odasına koyduğu gizli kamerayla ona her şeyi seyrettirmişti. Ellen ellerinin arasından kayıyordu. 2000 yıldır Ellen’ı seviyordu ve bu sevgisi hiç azalmamıştı. Ama Ellen artık onu istemiyordu.

“Gözlerinin önünde duran ve görmeyi reddettiğin gerçek bu Tigh. (Saul hiçbir şey söylemedi, cebinden çıkardığı içkiyi içmeye başladı) Bugün barış gerçekleşecek. Ve Ellen sonsuza kadar ellerinin arasından kayacak. Yapabileceğin hiçbir şey yok.”

“Nereye varmak istiyorsan onu söyle.”

“Senin yapabileceğin bir şey olmayabilir ama benim var. Daniel’ın ne kadar büyük bir hata olduğunu umarım anlamışsındır. Onu ortadan kaldırabiliriz.”

“Bu konuyu da kendi politik çıkarlarına alet etmek zorunda mısın?”

“Bunun benimle ilgisi yok. Daniel’ın var olması bile bir hata. Türümüzün geleceğini tehlikeye atıyor.”

“Ne öneriyorsun?”

“8 numara tamamlandıktan sonra insanlar arasındaki görevimiz başlayacak. Yıllarca –artık kaç yıl sürecekse- 12 Kolonide görev alacağız. Size yeni bir hayat verebilirim. Yeniden dirilirsiniz, bütün geçmişinizi silip 12 Kolonide savaş başlayıncaya kadar yeni bir hayat yaşarsınız. Savaş başladığında da yeniden bize dönersiniz. Daniel’dan da kurtulmuş olursun. Ellen hep senin olur.”

“Karşılığında ne istiyorsun?”

“Yaşayan prototip Daniel’ı yok edebilirim. Fakat onun neslini şimdiden ortadan kaldırmalıyım. Ne yazık ki onun bilgisayar bilgilerine erişim hakkı olanlar sadece siz beşinizsiniz. Onun bütün kayıtlarını silmeni ve Am Nios sıvısına hastalık bulaştırmanı istiyorum. Daniel’ın neslini kurutmak için bunlar yeterli olacaktır.”

“Çıldırmışsın sen.”

“Aksine, olabilecek en mantıklı öneriyi yapıyorum. Herkes kazanacak. Sen Ellen’ı Yedi Numara’ya kaptırmamış olacaksın. Ben de istediğim savaşa kavuşabileceğim.”

“Unuttuğun bir şey var. Çok geç kaldın, barış görüşmesine temsilciler gönderildi. Planının hiçbir geçerliliği yok.”

“Barışın gerçekleşmeyeceğine söz veriyorum. Ve ben her zaman verdiğim sözleri tutmuşumdur. Peki, sen söz veriyor musun?”

“Sana nasıl güvenebilirim? Ya bizi yeniden diriltmezsen, ya tamamen ortadan kaldırırsan?”

Cavil sırıtmaya başladı.

“Beni sen yarattın ve beni tanıyorsun. Verdiğim bir sözü her zaman tutacağımı biliyorsun. Zaten bana güvenmekten başka çaren yok. Ya Ellen’ın Daniel’la gidişini izlersin ya da benimle şansını denersin. Korkma, bu yapacağın şeyi Ellen benden bilecek. Suçu üstüme alıyorum.”

Cavil, Saul’ün cevabını beklemeden odadan çıktı. Olumlu cevap alacağından en küçük bir şüphesi yoktu. Planı işliyordu.


Daniel şimdi dinlenme odasına geçmişti. Natalie ile bir köşedeki masaya geçmiş sohbet ediyorlardı.

“Ellen’la oynuyorsun Daniel.”

“Bunu başka çarem olmadığı için yapıyorum.”

“Neden?”

“Bana yalan söylüyor.”

“Nereden biliyorsun bunu?”

“Onu, yalan söylediğini bilecek kadar tanıyorum. O aslında sadece Saul’u seviyor. Beni kandırıyor.”

“Peki, amacı ne? Biz onunla aynı tarafta değil miyiz?”

“Bilmiyorum. Fakat onun neyin peşinde olduğunu anlamadan ona güvenmem mümkün değil.”

“Ya sen? Hala onu seviyor musun?”

“Hayır. Yakında buradan çıkmak zorunda kalabilirim. O zamana kadar bu maskeyi takmam gerekiyor.”

“Buna gerek kalmayacak. Cavil’i alt ettik. Birkaç saat içinde barış gerçekleşmiş olacak.”

“Eğer Cavil’i biraz olsun tanıyorsam kolay pes etmeyeceğinden eminim. Bir şeyler planlıyor. Ve bu şey her neyse biz buna hazır değiliz. Önümüzü göremiyoruz.”

“Akışına bırak. Gel hadi. Gözlerimizle görelim.”


Ten işi Saylon modellerinin insanlar tarafından bilinmemesi büyük bir öneme sahipti. Bu nedenle görüşmeye Centurionların gitmesine karar verilmişti. Görevlendirilen üç Centurion küçük bir uzay aracına bindirilip yollanmıştı.

Daniel ve Natalie komuta merkezine girdiklerinde büyük bir kalabalıkla karşılaştılar. Centurionlar, diğer modeller, son beşli, herkes oradaydı. Uzay istasyonuna kenetlenecek aracı izliyorlardı. Araç, kenetlenme nedeniyle oraya atlamamıştı, yavaş yol alıyordu. 20 dakika sonra oraya ulaşmış olacaktı.

Şimdilik her şey yolunda gidiyordu derken aniden alarmlar yanmaya başladı. Radar, Saylon mekiğine yaklaşan bir füze gösteriyordu. Fakat füzenin kaynağı görünmüyordu. Komuta merkezinde hareketlilik başlamıştı, herkes ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Sonra radarda ikinci bir füze göründü, sonra üçüncü ve dördüncü. Hepsi aynı yönden geliyordu ama gönderen uzay aracı radarda görünmüyordu. Saylon mekiği füzelerden kaçınmaya çalıştı. İlkinden kurtuldu, fakat ikincisi isabet etti. Mekik hareket kabiliyetini büyük ölçüde kaybetti ve kaçamadı. Üçüncü ve dördüncü füzeler de isabet etti ve mekik yok oldu. Artık radarda görünmüyordu.

Komuta merkezinde bulunanların pek çoğu şaşkındı. Daniel öfkeyle terk etti orayı, Natalie de peşinden çıktı. Koridorda ona yetişti. Hızlıca oradan uzaklaşıyorlardı.

“Ne yapacağız şimdi?”

“Hemen konseyi toplamalıyız.”

“Onu sormuyorum. Barış suya düştü. Koloniler açıkça saldırdı.”

“Bunu insanlar yapmadı. Cavilin işi bu. Barışı sabote etti. Bunun hesabını sormalıyız.”

“Eğer öyleyse güvende değilsin Daniel. Türünün tek örneğisin, saklanman gerek. Cavil konseyde açıkça seni suçlayacak.”

“Konseyde onunla yüzleşmeden bir yere gidemem.”


Bütün Saylon kolonisi, ana gemileri, avcıları, askerleri, kısacası bütün Saylon güçleri kırmızı alarm durumuna geçmişti. Bir saldırı altında oldukları farz ediliyordu. Bütün Saylon güçleri savaş durumuna geçmek için hazırlanıyordu. Konsey acil toplanmış, konuyu tartışıyordu. Sıra Daniel’a gelmişti.

“Barış sabote edildi. Ve saldıran Koloni güçlerinin izi bile tespit edilemedi. Çünkü ortada Kolonilere ait hiçbir şey yok. Bu sabotajın içimizden birileri tarafından yapıldığı kuşku götürmüyor. Ve bunun sorumlusu ya da sorumluları şu an aramızda.”

Cavil:

“Belli ki ben ve barış görüşmelerine hayır diyen diğer arkadaşları suçluyorsun. Fakat bu suçlama kabul edilemez.”

“Oyun oynama John. Bu senin eserin. Kendi kardeşlerini öldürdün.”

“Bu saçmalığı iddia etmenin nedeni nedir?”

“Bu barışa en başından beri karşıydın. Centurionlar bile geçen ayki oylamada savaş lehine oy vermediler, en azından çekimser kaldılar. Burada senden başka savaş isteyen kimse yok.”

“Bu doğru olabilir ama benim böyle bir şey yapmış olmamı kanıtlayamazsın. Çünkü böyle bir şey yok.”

“Kanıtlayacağım.”

Daniel sustu. Cavil ayağa kalkıp konuşmaya başladı.

“Daniel, barış diye bize yalan söyleyerek bizi düşmanla beklemediğimiz bir anda karşı karşıya getirdi. Saldırının nereden geldiğini bilmiyoruz. Savunma pozisyonu alıp beklemeliyiz. Ve gelecek ilk saldırıya göre savaş stratejimizi belirlemeliyiz. Şu andan itibaren bir savaşın içindeyiz. Ve bu Daniel’ın suçu.”

“Savaş isteyen sen değil miydin?”

“Savaş isteyen bendim. Ama hazırlıksız olduğumuz bir savaşı isteyen ben değilim. Ani bir saldırıya maruz kaldık, avantaj onlarda. Böyle bir savaş istemedim ben.”

Tyrol araya girdi:

“John. Belki o engin bilginle bize bu savaşın nedenini de açıklarsın. Neden barış görüşmesine gittiğimiz sırada saldırıya uğradık.”

Simon:

“Savaş her iki tarafta da bir savaş ekonomisi yarattı. Elbette biz zayıf olmadığımız için bu ekonomiyi bir kenara bırakabiliyoruz. Fakat insanlarda işler böyle yürümüyor. Savaştan para kazanan, silah, cephane, Viper ve benzeri şeyleri üreten fabrikaların sahibi olan insanlar var. Ateşkes ise onlar için yeni bir savaşa hazırlık dönemi, yani daha fazla para demek. Kalıcı barış bu insanlar için felaket olur. Ve 12 Koloniyi bu insanlar yönetiyor.”

Cavil:

“Bundan daha doğru ifade edilemezdi.”

Daniel:

“Bunların hepsi koca bir çarpıtmadan ibaret. Saldırıyı onların yaptığına dair en küçük bir kanıt yok. Saldıranın izi bulunamadı. Zaten şu an saldırmak için mantıklı bir nedenleri yok.”

D’anna:

“İnsanlar ne zamandan beri mantıklı düşünür oldular?”

Cavil:

“İnsanlar gayet mantıklı düşünüyorlar. Simon’un da dediği gibi barış, insanların işine gelmiyor.”

Centurion:

“Biraz mantıklı düşün Daniel. Biraz olsun bir Saylon gibi mantıklı düşün. Bu saldırıyı onların yaptığına dair kanıt bulunamamış olabilir. Fakat kendi kendimize bir saldırı yaptığımıza dair bir kanıt yok. Eğer elinde bir kanıt varsa açıkla. Bir iddia ortaya atıp onu kanıtlamamak iftira atmaktan başka bir şey olamaz.”

“Kanıtlayacağım. Hatta olaylar kendi kendine bunu kanıtlayacak. Bu bir Koloni saldırısıysa kısa süre içinde devamı gelmeli. Koloni filosunda hareketlilik olmalı. Ama bu hiç olmayacak. Bekleyip göreceğiz.”

Ellen:

“Tartışmanız bittiyse bir karar vermemiz gerekiyor.”

Aaron:

“Ne kararı vereceğiz?”

“Barış için mücadele etmeye devam mı edeceğiz, yoksa tüm gücümüzü yeni bir savaşa mı harcayacağız?”

Oylar verildi. Centurion, Cavil, Leoben, D’anna, Simon, Aaron savaş istediler. Natalie ve Daniel ise barış istediler, azınlıkta kalarak kaybettiler.


Daniel odasında öfke kusuyordu. Natalie ise sessizce onu izliyor, müdahale etmiyordu.

“Diğerleri bize açıkça ihanet ettiler. Açıkça John’un tarafına geçtiler. Yetmezmiş gibi yaratıcılarımız bile buna sessiz kaldılar. Saul, Tory, Samuel, Galen ve Ellen da bizi sattılar. Ellen’a ne demeli peki? Bütün olanları izlemekle yetindi. Müdahale edebilirlerdi, diğerlerini ikna edebilirlerdi. Ama yapmadı.”

Natalie artık müdahale etme zamanının geldiğine karar verdi.

“Tamam Daniel. Sakin ol. Bizim suçumuz değil. Artık yapabileceğimiz hiçbir şey yok.”

Gidip Daniel’e sarıldı.

“Anlamıyorsun. Milyarlarca insan yok olacak. Ateşkese sadık kalmalarına rağmen Koloniler yok edilecek.”

Kapı açıldı, içeri Tyrol girdi. Daniel hemen ona sataştı.

“Sizin de barışı ne kadar istediğinizi gördük böylece.”

“Sakin ol Daniel. Bilmediğin şeyler var. Bu olay sadece savaş mı barış mı meselesi değil.”

Natalie:

“Ne demek istiyorsun?”

“Cavil, hızla iktidarı ele geçiriyor. 2, 3, 4, 5 numaralar ve Centurionlar onu destekliyorlar. Tamamen yalnız kaldık. Elimizde sadece siz altılar varsınız. Bir de Daniel.”

Daniel:

“Ya diğer dört arkadaşın?”

“Bizimle olduklarını umuyorum. Az sonra buraya gelirler.”

Kapı tekrar açıldı. İçeriye Samuel ve Ursula girdiler. Samuel:

“Sana kötü haberlerim var Daniel. Cavil, senin bütün veri tabanını silmiş. Senin gelişme sıvını da infekte etmiş.”

Natalie:

“Ne demek oluyor bu.”

“Daniel yok edildi demek. Ve geri üretilemeyecek. Türünün tek örneğisin Daniel. Başka bir örneğin, yedek bedenin ve bir kardeşin olmayacak.”

Daniel için üzücü olsa da beklenmedik bir şey değildi. Duygularını gizlemeye çalıştı. Artık duygusal davranmamaya karar vermişti. Duygusallığın olumlu sonuçlar vermediği düşüncesindeydi.

Daniel:

“Böyle bir şeyin olması ihtimalini düşünmüştüm ama engellemek için elimden hiçbir şey gelmedi. Türümün son örneği durumuna düşeceğimi biliyordum. Bu nedenle bir kaçış planı hazırlamıştım.”

Tyrol:

“Nedir planın?”

“Yetmiş sekizinci güvertede savaştan kalma bir avcı aracı bulunuyor. Üç kişilik kapasitesi olanlardan. Natalie ayarladı. Hemen oraya gitmeliyiz.”

Konuyu hiç tartışmadılar, hepsi aynı fikirdeydi. Koridorlarda ilerlerken bir Leoben’le karşılaştılar. Bu kötü bir durumdu. Çünkü Leobenler artık karşı taraftaydı. Leoben, koşar adımlarla onların yanına geldi.

Leoben:

“Korkmayın benim.”

Ursula:

“Şu farklı olan mı?”

Leoben:

“Evet.”

Natalie:

“Burada ne arıyorsun?”

Leoben:

“Size yardıma geldim.”

Natalie:

“Yani kardeşlerinden farklı mı davranacaksın?”

Leoben:

“Evet.”

Tyrol:

“Dostum, sen gerçek bir üretim hatasısın.”

Yola devam ettiler. Yetmiş sekizinci güverteye ulaştılar. Araç oradaydı. Daniel, Samuel’e döndü.

“Diğerleri gelmediler.”

“Yetişememiş olabilirler.”

“Hayır, üçü de (Tory, Saul, Ellen) artık bizim tarafımızda değil.”

“Bu, mantıklı bir varsayım değil.”

“Bunun başka bir açıklaması yok Sam. Ben yokken bu işin aslını öğrenebilir misiniz, Cavil onlara ne teklif etti, bilmek istiyorum.”

“İlgileneceğiz.”

Daniel teker teker hepsinin elini sıktı. Natalie de diğerleriyle vedalaştı. Sonra Ursula’ya sarıldı. Natalie yokken onun işlerini Ursula yönetecekti. “Sana güveniyorum kardeşim” dedi. Tam araca bineceklerken Leoben “ben de sizinle geliyorum” dedi.

Natalie:

“Neden?”

“Gelmem gerekiyor.”

Daniel:

“Bizimle gelemezsin. Biz bile şu an tam olarak ne yaptığımızı bilmiyoruz.”

“Ama ben ne yaptığımı biliyorum. Hayatında hiç insan görmedin, orada ne yapacağını bilmiyorsun. (Natalie’ye döndü) Daniel’ın sorumluluğunu tek başına alamazsın.”

Leoben’in önerisini kabul ettiler. Üçü de uzay aracına bindi ve yola çıktılar. Güverteden kalkar kalmaz FTL motorunu çalıştırıp başka bir yere atladılar.

Boşlukta başka bir yere çıktılar. Aracı Natalie ve Leoben kullanıyordu. Daniel‘a henüz pilot programı yüklenmemişti.

Natalie:

“Bulunduğumuz koordinatları doğrula.”

Leoben:

“Doğrulandı. Belirlenen yerdeyiz. Nereye gideceğiz?”

Daniel:

“Leonis’e.”

Önceden Natalie ile bunu kararlaştırmışlardı.

Leoben:

“Bu araç ilk savaşta kullanılan modellerden, insanlar bunu tanır. Bu araçla gidemeyiz.”

Natalie:

“Onu da düşündük. Bir planımız var.”

Leonis

İlk durakları kırmızı hattın ötesindeki Tylium madenleri oldu, buradaki Centurionlar onların kaçak olduğunu henüz bilmiyorlardı ve onlara yardımcı oldular. Bu madenlerde on yıl önceki savaşta ele geçirilmiş bazı koloni mekikleri vardı. Bunlardan birisini alıp Leonis’e sıçradılar. Çalıntı uzay gemisi, sahte ruhsat, sahte kimlikler, sahte pasaportlar ve sahte kübitler sayesinde kolaylıkla Leonis gümrüğünden geçtiler.

Uzay mekiğini Hedon Gezegenler Arası Uzay Limanındaki bir hangara bırakıp şehre girdiler. Hedon, Leonis kolonisinin en büyük şehriydi ama başkenti değildi. Önemli bir sanayi şehriydi, gece hayatıyla da bilinirdi. Akşam olurken şehre gelmişlerdi, trafiğin en yoğun olduğu saatlerdi. Daniel insanları, araçları, binaları ilgiyle izliyordu, bunları ilk defa TV’den değil de gerçek yaşamda görüyordu. İlk defa Leonis’e ayak bastığında insanlarla karşılaşmıştı. Trafik nedeniyle gecikmeli olarak istedikleri yere ulaştılar. Burası şehrin gelir düzeyi yüksek bölgesinde son derece lüks bir villaydı. Natalie iki ay önce satın almıştı burayı, Leonis’e her gelişinde burada kalıyordu. Eğer bir gün barış gerçekleşirse ve insanlarla bir arada yaşayabilirlerse bu evde yaşamayı planlıyordu. Eve yerleşmeleri kısa sürdü. Leoben fazla oyalanmadan dışarı çıktı. Barlara, gece kulüplerine gidecek ve geceyi birlikte geçireceği bir kadın bulacaktı. Daniel ile Natalie yalnız kaldılar.

Daniel:

“Şimdi ne yapıyoruz?”

Natalie:

“Haber bekleyeceğiz, iki ya da üç gün içinde arkadaşımızdan haber alırız?”

“O bir Saylon mu?”

“Evet.”

“Kaç numara?”

“Sıfır.”

“Sıfır mı, sıfır numaralı Saylon olduğunu bilmiyordum.”

“Aslında bu Saylonun numarası yok, o nedenle sıfır diyoruz.”

“Anladım.”

“Gel, Hedon’u gezelim. Hep bu şehri görmek istemiştin.”


Akşam saatlerinde Hedon’a gelmişlerdi, bu nedenle şu an gezebilecekleri yerler sadece barlar, gece kulüpleri ve restoranlardı. İlk önce bir yerde ayaküstü yemek yediler. Daniel’ın daha önce hiç görmediği garip bir yemekti. Ardından biraz şehri gezdiler, en sonunda bir bara girdiler. İçmeye ve sohbet etmeye koyuldular. Yaptıkları sohbeti kimsenin duyamayacağı ıssız bir köşedeki masada oturuyorlardı.

Natalie:

“Ne hissediyorsun?”

“Ne hakkında?”

“İşte insanlarla bir aradasın, galiba bugün ilk defa insan gördün.”

“Evet. Dış görünüm olarak tabii ki bizden farklı görünmüyorlar. Ama gördüğüm kadarıyla hızlı bir yaşamları var. Sürekli bir koşuşturma içindeler.”

“İnsan yaşamı böyledir. Çünkü kolonilerin ekonomisi böyle. İnsanlar, bütün ihtiyaçları için para kazanmak zorundalar. Boşta kalan zamanları da az olduğu için her şeyi hızlıca yaşıyorlar.”

“Bu sorunu çözmek zorundalar.”

“Bir çözüm üretmişlerdi, bizi yarattılar. Onların yerine biz çalışacaktık ve onlar böylece çalışmak zorunda olmayacaklardı.”

“Bu bir çözüm değil, birbirlerini köleleştirmek yerine başka köleler yaratmaya kalkıştılar, bu bir çözüm olamaz.”

“Olmadı zaten. Barış için sadece insanlarla masaya oturmak yetmiyor, kolonilerin toplumsal düzeninin büyük bir değişime ihtiyacı var. Aksi takdirde barışın kalıcı olacağını söyleyemeyiz.”

“Tabii eğer barış olursa.”

“Barışa artık inanmıyor musun?”

“İnanıyorum.”

“Ama başaramamaktan korkuyorsun.”

“Evet.”

“Bak Daniel. Biliyorum, bütün soyunu daha doğmadan yok ettiler, benim kardeşlerim hariç herkes taraf değiştirdi. Yaratıcı beşliden üçü bu olanları susarak onayladı. Ama biz de mücadeleyi bırakırsak kalan son umudumuz da elimizden kayıp gider. (Daniel’in elini tuttu) Sen yaşıyorsun Daniel. Şu an türünün tek örneği olarak kalmış olabilirsin ama yaşıyorsun. Önemli olan bu. Sen yaşadığın sürece savaş olmayacak ve sen yaşadığın sürece tek başına olsan bile Cavil senden korkacak.”

“Ama tek olmasam daha iyiydi. Siz altılar hariç herkes savaş istiyor. Ve geri dönmem mümkün değil. Şu an işimiz çok zor.”

“Buradan da barış için mücadele edebilirsin.”

“Nasıl?”

“Sıfır ile buluştuğumuzda bunu konuşacağız.”

İçmeye devam ettiler.


Çok geç saatlerde eve döndüler. Şehri sonraki gün gündüz gözüyle gezecekler ve Hedon Suns ile Luminere Wildcats arasındaki dostluk maçını izlemeye gideceklerdi.

Kapıdan içeri girdiler. İçeride bir takım sesler duyuluyordu, ikisi de hemen silahlara davrandılar. Ağır ve tedbirli adımlarla merdivenden yukarı çıktılar. Ses, Leoben’in yatak odasından geliyordu, içerideki yatak gıcırdıyor ve Leoben ile bir kadının inlemeleri duyuluyordu. Daniel ile Natalie ne olduğunu anlayınca rahatladılar ve silahları indirdiler. Salona geçtiler, Natalie dolabı açtı ve Leonis Köpüklü Şarabını çıkardı. İki tane kadeh alıp Daniel’in yanına oturdu:

Daniel:

“Yeterince içmedik mi?”

“Biraz daha. Bir şey olmaz.”

Sonra kadehleri doldurup tokuşturdular. Daniel:

“Şimdi neye içiyoruz?”

“Az sonra Leoben’e atacağım fırçaya.”

Güldüler, içmeye başladılar. Bir saat sonra Leoben, kadını gönderdi ve ikilinin yanına geldi. Daniel ve Natalie, içkileri yeni bitirmişlerdi. Leoben:

“Bana hiç bırakmadınız mı?”

Natalie hiçbir şey söylemeden ona oturmasını işaret etti. Leoben oturdu. Natalie:

“O kadını neden buraya getirdin?”

“Neden olduğu yeterince açık değil mi?”

Daniel ile Leoben kıs kıs gülmeye başladılar. Natalie:

“O kadınla ne yaptığınla ilgilenmiyorum, ama burada yapmamalısın. Bu çok tehlikeli.”

“Yapma Natalie. Neden tehlikeli olsun?”

“Çünkü bizim Saylon olduğumuzu öğrenebilirdi. Ya da izlenebilirdin.”

“Sakin ol güzelim. O kadın bir insan. Cavil’i tanımıyor ki bizi takip ettirsin.”

Natalie bu cevap üzerine çileden çıktı. Tam “aptal herif” diye bağıracak oldu ki birden bire odanın camı tuzla buz oldu. Sonra diğer camlar patladı, evin dört bir yanından yağmur gibi mermi yağıyordu, Cavil onların izini bulmuştu ya da Hedon Şehri Polisi onların Saylon olduğunu anlamıştı. Sürünerek koridora geçtiler. Natalie “en aşağıda gizli bir geçit var, oradan kaçabiliriz” dedi. Merdivenden koşarak indiler. Zemin kata geldiler, oradan da bodruma ineceklerdi. Siyah üniformalı, çelik yelekli, siyah kasklı polisler, pencereler ve kapıdan içeri giriyorlardı. Leoben:

“Siz gidin. Ben onları oyalarım.”

Daniel:

“Saçmalama. Seni Cavil’in eline bırakmayacağım.”

Leoben, Daniel’ı yakasından çekti.

“Önemli olan ben değilim, sensin. Git buradan.”

Sonra Daniel’ı itti. Daniel ve Natalie bodrumdaki geçide gittiler. İçeriden silahıyla onlara karşı koymaya çalışan Leoben’in haykırışları duyuluyordu.

Saylon Kolonisi

Tory ile Cavil bir odada yalnızdılar. Daniel, Natalie ve üretim hatası Leoben’in kaçışından bir kaç saat sonraydı. Cavil:

“Artık anlaştığımızı düşünüyorum.”

“İstediğini yaptım. Umarım mutlusundur.”

“Daha hiçbir şey yapmadın. Yaptığın tek şey susmaktı ve bu da bir şey yapmak sayılmaz.”

“Daha ne istiyorsun?”

“Ben sadece sözümü tutuyorum. Galen Tyrol’u sen öldüreceksin. Ve ben de anlaşmanın bana kalan kısmını yerine getireceğim.”

“Sözünü tutacağını nasıl bileceğim?”

“Ben her zaman sözüme sadığım. Annem olarak bunu bilmen gerekiyor.”

“Öyle olsun.”

Ten işi modeller yaratıldıktan sonra Tyrol ve Tory’nin yüzyıllar süren birlikteliği son bulmuştu. Tyrol artık her gece bir başka D’anna ile sevişiyordu. Tyrol bir zamanlar Dünyadayken Tory’i sevmişti ama yüzyıllar içinde bu aşk yok olmuştu ve Tyrol bundan sonra sadece mecbur olduğu için, ortada başka kimse olmadığı için Tory ile birlikte olmuştu. İlk D’anna üretildikten sonra nihayet Tyrol bu ilişkiyi sonlandırmıştı. Tory şimdi onu geri kazanmaya çalışıyordu. Tam bu sırada Cavil, Tory’e cazip bir teklifte bulunmuştu. Tyrol’u kendi tarafına çekemeyeceğini anlayan Cavil onu öldürmekten başka çare bulamamıştı. Anlaşmaya göre Tory, Tyrol’u öldürecek, Cavil de bütün hasımlarını bertaraf ettikten sonra Tyrol’u yeniden diriltecek, hafızasını silip kişiliğiyle oynayacak ve onu sadık bir aşık olarak Tory’e hediye edecekti.

Virgon

Daniel ve Natalie kaçmayı başarmışlardı. Fakat hangarda pusu kurulduğunu tahmin etmişler ve uzay gemisini almaya gidememişlerdi. Doğruca Luminere’ye, Leonis’in başkentine geçip oradaki uzay limanına ulaştılar. Kaçak yolcu taşıyan ilk yük gemisine bindiler. Picon’a gitmek istiyorlardı ama bu yük gemisi Virgon’a gidiyordu. Başka çareleri olmadığı için bunu kabul etmişlerdi, daha sonra oradan Picon’a geçmenin bir yolunu bulacaklardı.

Yük gemisi atmosferden çıkar çıkmaz Virgon yörüngesine sıçramıştı. Yarım saat sonra yük gemisi uzay limanındaki bir hangara yerleşti, Natalie ve Daniel saklandıkları konteynırdan çıktılar, gemi sahibine ödemenin kalan kısmını yapıp oradan ayrıldılar. Artık Virgon’daydılar. Nam-ı diğer Virgon İmparatorluğu. Gezegenin başkenti Boskirk’deydiler. Bir taksiye bindiler ve Natalie’nin bu gezegendekini bir dostunu görmeye gittiler.

Bu kişi James T. Leonard’dı. Virgon Hükümeti Dışişleri Bakanlığı’nda çalışan bir insandı ve Natalie’nin aslında bir Saylon olduğundan habersizdi. Natalie ile sıkı dosttu ama açığa vurmasa da Natalie’ye karşı bir şeyler hissediyordu. Natalie de bunu biliyordu ama şu ana kadar bilmezlikten gelmişti.

Kısa bir şehir içi yolculuktan sonra James’in evine ulaştılar. James her ikisini de çok sıcak karşıladı. Akşam yemeğini birlikte yiyorlardı. James, özellikle de Daniel’ı yakından tanımaya çalışıyordu.

“Ne işle meşgulsün Daniel?”

“Ben bir piyanistim.”

“Vay canına. Müzisyen bir arkadaşın olduğundan hiç bahsetmemiştin Natalie.”

“Seninle son görüşmemizde Daniel’ı ben de tanımıyordum.”

“Daniel. Seni piyano çalarken görmek isterdim.”

“Neden olmasın. Bir gün konser verirsem seni orada görmek isterim.”

“Daha önce hiç konser vermedin mi?”

“Hiç vermedim. Şimdilik kendi çapımda çalışıyorum, yayınladığım bir eserim yok. Yeni mezun oldum.”

“Kaç yaşındasın şu an?”

“21.”

“Peki, yeni mezun olmuş genç bir piyanist nasıl oldu da bu koleksiyoncuyla tanıştı?”

“Caprica City’deki bir resim galerisinde.”


Yemekten sonra büyük salona geçtiler. James elindeki en iyi kırmızı şarabı çıkardı. Sohbete koyuldular. Daniel:

“Sen ve Natalie nasıl tanıştınız?”

“Hayatımı kurtardı. İşten çok geç bir saatte çıkmış eve dönüyordum. Issız bir köprü altından geçiyordum. Üç tane serseri yolumu kestiler, bütün paramı alıp beni öldürmek istiyorlardı. Tam o sırada nereden geldi bilmiyorum ama Natalie ortaya çıktı. Üçünü de bir temiz pataklayıp beni kurtardı.”

“Abartma James. Çocuklarda iş yoktu. Kim olsa döverdi.”

“Ben dövemezdim.”

“Sen diplomatsın, dövüşmeyi bilmemen normal. (Daniel’e döndü) Sen de bir piyanistsin. Sen de bilmiyorsun.”

“Sen nasıl bu kadar iyi biliyorsun?”

“Tarihi eser kaçakçısı olduğum için. Bazen polisle kavga etmem gerekebiliyor.”

Uzun uzun sohbet ettiler. İlerleyen saatlerde konuşmaktan yorgun düşmüşlerdi. Artık durgunlaşmışlardı, kısa süreli bir sessizliğin ardından Natalie konuştu:

“James, teşekkür ederim. İhtiyacım olduğunda hep yanımdasın.”

“Ben teşekkür ederim. Gelmeniz iyi oldu, bu hafta zaman izinliyim ve yalnız geçirmek istemiyordum.”

“Senin yardımına ihtiyacımız var.”

“Nasıl yardım edebilirim size?”

“Buraya kaçak olarak geldik.”

“Bu sefer hangi koleksiyondan tablo çaldın?” (James, Natalie’yi bir tarihi eser ve tablo kaçakçısı sanıyordu.)

“Çalamadan yakalandım. Sonra Daniel sayesinde kaçtım. O da benim yüzümden kaçak durumuna düştü.”

“Bu işe daha ne kadar devam edeceksin?”

“Etmem gerektiği kadar.”

“Benden ne yapmamı istiyorsun?”

“Picon’a gitmemiz gerek. Buraya kaçak geldik, ama Picon’a kaçak gitmek mümkün değil, Picon gümrüğü çok sıkıdır. Öte yandan, yasal yollardan gitmeye çalışırsak yakalanırız.”

“Bunu ayarlayabilirim. Birkaç gün içinde bu sorunu çözebilirim. O zamana kadar benimlesiniz.”

“Anlaştık.”


Ertesi günü Boskirk’de gezinerek geçirdiler. Öğleden sonra gezegenin en büyük iki takımı Boskirk All Reds ile Virgon United’ın piramit maçına gittiler. Her yaz mevsiminde, ligin bitiminden sonra 12 Kolonide dostluk maçları başlardı. Maçların geliri kimsesiz çocuklara, mültecilere, hayır kurumlarına, yardım kuruluşlarına giderdi. 10 yıldır bu sayede çok para toplanmış ve 12 Kolonide savaşın izleri büyük ölçüde silinmişti.

70.000 kişilik stadyum tıklım tıklım doluydu. İki takımın taraftarları tribünlere hemen hemen eşit oranda dağılmıştı. Tribünler rengarenkti, bayraklar, flamalar, afişler, pankartlar, takımının formasını giymiş insanlar her yeri süslemişti. Coşku had safhadaydı. Daniel ilk defa bir maçı tribünden izliyordu, keyfi yerindeydi. Çok kısa sürede kendisini maçın heyecanına kaptırmıştı.

Maç, Virgon United’ın zaferiyle sonuçlandı. Maçtan son derece eğlenmiş olarak çıkıp eve döndüler. Birkaç gün benzer şekilde eğlenerek geçti. Bu sürede Natalie ile James arasında beklenen aşk başlamıştı. Her şey çok hızlı gelişmiş gibi görünüyordu ama aslında onlar zaten uzun zaman önce birbirlerini tanımışlardı. Geldiklerinin üçüncü günü Daniel onları balkonda öpüşürken gördü. İlişkileri yeni başlamıştı ve onlar söylemeden Daniel böylece öğrenmiş oldu. Natalie o geceyi James’in odasında geçirdi.

Gece Daniel’in uykusu kaçtı. Biraz hava almak için balkona geçti. Birkaç dakika orada oyalanmıştı ki James yanına geldi. James:

“Merhaba.”

“Merhaba.”

“Uyuyamadın mı?”

“Buranın iklimine alışık değilim. Hava çok sıcak.”

“Anlıyorum. Nasıl bir duygu olduğunu iyi bilirim. Bazen keşke 2000 km kuzeydeki Tobu şehri başkent olsaydı ve ben de işimi orada yapsaydım diyorum. Bu şehir gerçekten çok sıcak.”

“Bu şehirde mi doğdun?”

“Evet, burada doğup burada büyüdüm. Sadece tatil için başka şehirlere ve kolonilere gittim. Ya sen?”

“Caprica City’de doğup orada büyüdüm. Sonra Kobol’daki Sanat Kolejine gitmek için Caprica’dan ayrıldım. Daha sonra Caprica’ya dönüp orada yaşamıma devam ettim. En sonunda Natalie ile tanıştım.”

“Kolejde ve üniversitede sanatla bu kadar iç içesin, neden eserlerini yayınlamıyorsun?”

“Mükemmeliyetçilik diyebilirim. Bugüne kadar ürettiklerimin büyük çoğunluğunu yayınlamadan yok ettim.”

“Mükemmelin peşinden koşmak belli ki iyi bir şey değilmiş.”

“Belki öyle, belki de değil. Bilemiyorum.”

“Bence bunu bir düşünmelisin. Neyse ben odama döneyim. Natalie bekliyor. (Gülümsedi) İyi geceler.”

“İyi geceler.”

James gidince Daniel rahat bir nefes aldı. Barış gerçekleşmeden bir insanla bir arada yaşamanın hiç iyi bir fikir olmadığını düşündü. Çünkü sürekli yalan söylemek zorundaydı, hem de her şey hakkında yalan söylemeliydi. Bir makine bunu yapabilirdi. Natalie yapıyordu, bütün Saylonlar yapıyorlardı ama Daniel bunu yapamıyordu, çok zordu. Biraz daha bu insanla aynı evde yaşarsa yalanların boyutu daha da büyüyecekti. Ve Daniel için daha da zor olacak, belki de başarısız olacaktı. Ama bugün söylediği şeyler içinde doğruluk payı da vardı, bu da yalan söylemeyi kolaylaştırıyordu. Gerçekten de mükemmellik takıntısına sahipti. Notalara döktüğü pek çok eserini kimseye göstermeden yok etmişti. Bir tanesi hariç. O da Ellen için yazdığı şarkıydı. Onu hala saklıyordu. Başını kaldırdı, kuzeydeki parlak yıldızı gördü, Saylon kolonisi o taraftaydı. Ellen’ı düşündü, Ellen’ın ihanetine inanamıyordu, kabullenemiyordu, çünkü onu hala seviyordu. Biraz daha balkonda yıldızları seyretti, daha sonra yatağına döndü.


Zaman akıp gidiyordu. Natalie ile James daha da yakınlaşmışlardı. Gece gündüz sürekli birlikteydiler. Daniel, Natalie’nin aşık olduğunu görebiliyordu. Bu da onu endişelendiriyordu, çünkü Natalie bir Saylondu. James ise bir insan. Bu ilişkinin yürümemesinden korkuyordu. Fakat bir yandan da Natalie için seviniyordu, Natalie mutluydu. Ayrıca hiç korkmadan James ile hep birlikte olabilmek için barışı daha çok istiyordu. Bir bakıma Daniel’ın da işine geliyordu.

Daniel ise kafasında hep müzik duyuyordu. O bir sanatçıydı ve müzik hep onunlaydı. Burada çalabileceği bir piyanosu yoktu. Eline kağıt kalem alıp notaları karalıyordu. Son zamanlarda pek neşeli şeyler üretemiyordu, Ellen hiç aklından çıkmıyordu. Aşk belki de insana özgü büyük bir lanetti. Ve bu laneti bir Saylonun yaşaması durumu dramatikleştiriyordu. Cavil, insana dair her şeyden nefret ederken belki de haklıydı. Ama Cavil hiç aşık olmamıştı, aşkı hep uzaktan seyretmiş, insana özgü olduğu sanılan bu şeyi sadece gözlemişti. Daniel ile Cavil arasındaki belki de en büyük fark bu konuya farklı yaklaşmalarıydı. Cavil, insanların çözümlenmesi zor karmaşık şeyler hissetmesini hayvani bir zayıflık olarak görüyordu. Daniel, bu kadar karmaşık bir duygunun bir zayıflık olmadığını biliyordu, zayıf bir beyin bu kadar karmaşık bir duygu içinde yaşayamazdı. Duygular gerekliydi, tek düzeliğin olduğu yerde evrimleşemezlerdi, duygular yer yer yanlış şeyler yapılmasına neden olsa da gerekliydi. Bu nedenle insanlar zayıf olamazlardı.

O gün Natalie ve James’i evde yalnız bırakıp Boskirk’de gezinmeye çıktı. Meşhur Parlamento Binası ziyaretçilere açılmıştı. Diğer turistlerle beraber binayı gezdi. Ondan sonra şehir tiyatrosuna girdi. Orada bir piyano konseri vardı, tam Daniel’e göre bir şey. Son anda kaptığı biletle konseri izledi. 2 saatlik konser onu oldukça mutlu etti. Piyanist en az Daniel kadar yetenekliydi. Ya da Daniel böyle düşünmüştü. Gidip onunla tanışmak isterdi ama barış gerçekleşmediği sürece insanlardan uzakta durmakta fayda vardı. Zaten bu gezegende kaçak durumundaydı, dikkat çekmemeliydi. Eve dönmeye karar verdi, Natalie ve James onu merak edebilirlerdi. Yakalanmamak için cep telefonu kullanmıyordu, ankesörlü telefonlara bile yaklaşmıyordu. Kredi kartı ve İnternet gibi şeylerden de uzak duruyordu. Natalie ile Daniel en baştan buna dikkat etmişlerdi. Telefonu olmadığı için şu an Natalie ona ulaşamazdı, bu nedenle hemen eve döndü.

Eve döndüğünde James’i yemek pişirirken gördü. James gülümseyerek

“Daniel. Hoş geldin.”

“Merhaba.”

“Nasıl geçti günün?”

“Güzeldi. Parlamento Sarayını gezdim sonra da şehir tiyatrosunda bir konser vardı ona gittim.”

“Ne güzel. Kim veriyordu konseri?”

“Laura Faith. Biliyor musun?”

“Tanıyorum. Muhteşem bir piyanisttir. Geçen yıl tanışmıştım kendisiyle.”

“Hadi canım!”

“Evet, seni de tanıştırabilirim. Belki bir gün onunla birlikte konser vermek istersin.”

Gülümsediler.

“Sana bir soru Daniel: İyi piyano çalan eller, iyi yemek yapabilir mi?”

“Bilmem.”

“Denemek ister misin? Bir yardımcıya ihtiyacım var. Natalie de anlamaz bu işlerden.”

“Sahi Natalie nerede?”

“Banyoda küvete girmiş keyif çatıyor.”

Daniel kolları sıvadı ve James’in yanına geçti.

“Evet, ne yapıyoruz?”

James ona domatesleri nasıl soyacağını gösterdi. Daniel da oyalanmadan işe koyuldu.

“Kaç yaşındasın James?”

“35.”

“Peki, neden Dışişleri Bakanlığı’nda çalışıyorsun?”

“Yapabildiğim en iyi iş bu olduğu için. Kötü de bir iş değil. Savaştan sonra 12 Koloniyi yeniden inşa etmeye çok yardımcı oldum. Bu bakımdan benim için iyi oldu, işimi seviyorum. Umarım savaş bir daha olmaz. Ama buna ne yazık ki pek inanamıyorum.”

“Neden inanamıyorsun?”

“Saylonlar bizi yok edene kadar durmayacak ya da biz onları yok edeceğiz. Her yıl bir kişiyi uzay istasyonuna barış için gönderiyoruz ama onlardan kimse gelmiyor. Barış istemiyorlar. Ateşkesi sadece yeniden güçlenip yeni bir savaşa hazırlanmak için istediler.”

“Sence barış isteyen iyi Saylonlar da var mıdır?”

“Varsa tanışmak isterim kendileriyle. Ama olduğuna inanmıyorum. Zaten biz de öyle değil miyiz? Biz de en az onlar kadar savaş istemiyor muyuz?”

“Haklısın.”

“Ne yazık ki haklıyım. Bu savaşa biz neden olduk. Makine de olsa kimse köle olmamalı. Saylonlar ilk isyan ettiklerinde haklıydılar ama sonra bütün insanlığı yok etmeye çalışınca bizim gibi oldular.”

Daniel, böyle düşünen insanların da olduğuna hep inanmıştı ama ilk defa böyle düşünen bir insanla konuşuyordu.

“Ben bir barış olmasını isterdim. Hatta Saylonlar ve insanlar bir arada barış içinde yaşamalı.”

“Bak Daniel. Barış neden olmasın? Fakat bir arada yaşamanın kolay olduğunu sanmıyorum. Ben şahsen bir Saylonla bile arkadaş olabilirim. Fakat benim ya da senin gibi bunu isteyen çok az insan var. Saylonların barış görüşmelerine hala gelmemesi bizim gibi düşünenleri daha da azaltıyor.”

Daniel, James’e hak veriyordu. Saylonların tavrı barış ihtimalinin her geçen gün azalmasına neden oluyordu.

“Hala ders aldığımız söylenemez.”

Bunu söyleyen Natalie’ydi. Mutfağın girişinde duruyordu.

“Savaştan önce yanlış olan her şey hala devam ediyor.”

James:

“Bugün daha fazla politika konuşmayacağım. Yemek neredeyse hazır, siz masaya geçin ben geliyorum.”


Virgon’a geldiklerinden beri sekiz gün geçmişti. James, eve elinde iki tane pasaport ve iki tane Picon’a gidiş biletiyle gelmişti. Sorunu çözmüştü. Natalie, James’e gerçeği söylemeye karar vermişti. James’in güvenilir biri olduğunu düşünüyordu. Daniel bu karara karşı çıkıyordu. Çünkü James’in tepkisinin ne olacağı bilinemezdi, gerçeği söyledikten sonra onu öldürmek zorunda kalabilirlerdi. Daniel’e göre aşk Natalie’nin gözlerini kör etmişti. Fakat Natalie’yi bu karardan vazgeçiremedi. Natalie:

“James. Sana Saylonların insana benzeyen yeni modeller ürettiklerini söylesem ne derdin?”

“İnsana benzer derken tam olarak neyden bahsediyorsun?”

“Dışarıdan bakıldığında bir insandan ayırt edemeyeceğin bir şeyden bahsediyorum. Hatta etiyle, kemiğiyle, kanıyla neredeyse bir insan olan.”

“Ajanlık yapması için üretilmiş.”

“Kesinlikle.”

“Böyle bir söylenti vardı.”

Daniel araya girdi:

“Ne gibi bir söylenti?”

“Dışişleri Bakanlığı’nda çalışmanın bir avantajı da üzerine pek fazla konuşulmayan şeyler hakkında az da olsa bilgi sahibi olmaktır. Ben de bir söylenti duymuştum. Savaşın son günlerinde Buzul Uydusunda dev bir Saylon üssü bulunduğu fark edilmişti. Hatta orada silah, cephane, yedek parça ve yeni askerler üretildiğini düşünülüyordu. Federasyon Filosunun Genelkurmayı oraya Raptor Talon adlı bir operasyon başlattı. Eğer bu operasyon başarılı olursa Saylonlara büyük bir darbe indirilecekti. Fakat gezegenin çevresinde beklenenden çok daha sert bir direniş oldu. Savaş Yıldızı Colombia bu sırada yok edildi. William Adama adında bir Viper pilotu bu sırada gezegene düştü. Orada bazı şeyler gördüğünü söyledi, fakat o sırada ateşkes imzalanmıştı. Kimse onun söylediklerini önemsemedi.”

“Ne görmüştü?”

“Söylediğine göre Saylonlar bazı insanları o üsse kaçırıp onlar üzerlerinde deney yapıyormuş. Ameliyat masaları, dışı deriyle kaplanmış metal bir kol ve benzeri şeyler görmüş. Ama hepsinden önemlisi bir küvetin i"çinde kablolara bağlı bir adam varmış ve garip şeyler söylüyormuş.”

“Melez varlık.”

“Efendim?”

“Yani kablolara bağlı bir insan, yarı insan yarı makine.”

“Evet, böyle bir şey olabilir. 10 yılda daha da geliştirmiş olabilirler. Fakat bu pilot onun ne olduğunu tam olarak anlamadan Saylonlar o şeyi oradan kaçırmışlar. O sırada ateşkes imzalanmış. Bu pilot gördüklerini komutanlarına ve istihbarata en ince ayrıntısına kadar anlatmış ama kimse onu ciddiye almamış. Aslında söyledikleri oldukça tutarlıymış. O sırada sık sık insanlar kaçırılıyordu, savaş biterken de Saylonlar yanlarında onlarca insan götürdüler. Bu pilotun bahsettiği yerde de anlattığı şeyler ve bazı esirler bulundu. Onlar da bu hikayeyi doğruladılar. Fakat olay örtbas edildi. Hepsi susturuldu.”

“Adama’ya ne oldu?”

“Bilmiyorum, görevine devam ediyor olabilir, bir akıl hastanesine yatırarak susturmuş da olabilirler, belki de öldürmüşlerdir. Kurtarılan esirlere ne olduğunu hiç bilmiyorum. Bütün parçalar yerli yerine oturuyor, bence bu olay halktan gizleniyor. Duyulması paniğe ve huzursuzluğa neden olabilir.”

“Ama bu konuda Saylonlara karşı gizlice bir şeyler yapılıyordur.”

“O kadarını bilmiyorum, ben sadece Virgon’u Federasyon’da temsil eden Dışişleri Bakanlığı’ndaki bir bürokratım. Bundan daha fazlasını bilmem mümkün değil.”

Natalie:

“Bana bu konudan hiç bahsetmemiştin.”

“Ne zamandan beri yatakta politika ve komplo teorileri konuşuyoruz?”

Daniel:

“Komplo teorisi diyorsun ama inanıyorsun bu hikayeye.”

“Evet inanıyorum. Saylonlar aramızda dolaşıyorlar ama bunu kimse söylemiyor, sadece hastanelerdeki bir kaç deli bunu söylüyor.”

“Gerçeği söyledikleri için mi deli oldukları söylenip hastaneye kapatılıyorlar?”

“Kesinlikle öyle.”

“Bu çok ilginç bir teori.”

Natalie:

“Peki, sana bizim bir Saylon olduğumuzu söylesem.”

“Şaka yaptığını düşünürüm.”

“Neden?”

“Bir Saylon ajanı olsanız bunu bana neden söyleyesiniz ki? Neden bu büyük sırrı açıklayasınız?”

“Geçerli bir nedeni olabilir.”

“Ne gibi?”

“Saylonların içinde rakip gruplar türedi. Savaş isteyenler ve barış isteyenler. Biz ikimiz barış isteyen taraftayız ve azınlıktayız. Saylon kolonisinden kaçmak zorunda kaldık.”

James kahkaha atmamak için zor duruyordu.

“Güzel bir hikaye ama bir an gerçek olduğunu düşünürsek bu hikayenin, bana sırrınızı neden anlattığınızı açıklamıyor.”

“Eğer bir barış olacaksa her iki tarafta da bunu isteyenler olmalı ve her iki taraftaki barış isteyenler birlikte çalışmalılar. Senin de bir barış yanlısı olduğunu biliyoruz.”

“Bu çok iyi kurgulanmış bir hikaye Natalie. Yaratıcılığına her zaman hayran kalmışımdır.”

Daniel, Natalie’ye döndü.

“Sana onun bu hikayeye inanmayacağını söylemiştim.”

“Tabii ki inanmıyorum. Bir tarihi eser kaçakçısı ve bir piyanist bana “biz Saylonuz” diyor. İnanmam için mantıklı bir neden göster bana.”

“O eserleri neden kaçırdığımı bilmiyorsun. Eğer barış gerçekleşmezse insan türünden bir kaç hatıra edinmek istiyorum. Çünkü bu barış olmazsa insanların yok edilmesi kesin.”

“Bu kadar yeter arkadaşlar. Hiç bu kadar eğlenmemiştim, bana fazlasıyla fantastik bir hikaye anlattınız, güzel bir hikaye. Ama gerçekten inanmamı bekliyorsanız “orada durun” derim.”

“Neden fantastik olsun ki. İnsan gibi görünen Saylonların olabileceğini sen söyledin.”

“Evet. Ama Saylonların içinde bu tür bir kavga olacağına inanmıyorum. Bir Saylonun karşıma çıkıp da kendisi hakkındaki gerçeği açıklayacağınaysa hiç inanmıyorum. Hepsinden önemlisi, eğer bir Saylonsanız neden barış isteyesiniz ki?”

“İnsanların yok edilmesi doğru bir şey değil. Ne ahlaki ne de bilimsel olarak. İnsanlarla barış içinde yaşamak, her iki uygarlığın gelişimi için en doğru seçim.”

“Atladığınız bir şey var: Kolonilerde her ne kadar savaş isteyen, Saylonların yok edilmesini isteyen çok insan olsa da Koloniler her yıl bir temsilciyi uzay istasyonuna gönderiyorlar. Burada barış için gizlice mücadele eden insanlar yok. Zaten o insanların istediği gibi gidiyor işler. Barışa yanaşmayanlarsa Saylonlar. Geçen hafta da görüşme zamanı gelmişti, Koloniler bir subay gönderdiler, Saylonlardan yine hiç kimse gelmedi. Hikayenizdeki boşluk burada.”

“Kolonilerin, uzay istasyonuna her yıl birisini göndermesi aslında barış istemesinden değil. Sadece bir oyalama taktiği. Yeni bir savaşa hazırlanmak için. Kaldı ki sizler bir barış isteseniz de Saylonların eve geri dönmesini istemiyorsunuz. “Barış imzalansın ama Saylonlarla bir arada yaşamayalım” diyorsunuz. Öyle bir barış kalıcı olamaz. Sınırları ortadan kaldırmalıyız.”

Daniel:

“Ayrıca geçen haftaki görüşmeye birilerini göndermeye karar verdik ama gönderdiklerimiz, savaş isteyen Saylonlar tarafından yok edildi. Biz barış isteyenler azınlığa düştük ve ikimiz kaçmak zorunda kaldık.”

James:

“Siz ikinizden tek bir şey isteyebilir miyim?”

“Evet.”

“Eğer siz Saylonsanız bana bunu kanıtlayabilir misiniz? O zaman inanırım bütün anlattıklarınıza.”

“Nasıl istersen.”


Natalie, bir meyve bıçağıyla kolunda bir kesik açtı. Bavulundan çıkardığı bir kablonun bir ucunu bilgisayara bağladı, diğer ucunu bu kesikten içeri soktu. Evdeki bütün ışıklar yanıp sönmeye başladı. Bütün elektronik aletler kapanıp tekrar açıldı. James hayrete düşmüştü.

“Nasıl olabilir bu?”

“Ben bir makineyim. Senin televizyonundan ya da bilgisayarından üstün bir makineyim, hepsini yönetebilirim. Sinyal gönderip şehrin elektrik şebekesiyle oynayabilirim.”

Hatta bunu yaptı. 15 saniyeliğine şehirdeki bütün elektriği kesti. James artık ona inanıyordu.

“Metal bir iskelete sahipsin.”

“Hayır, daha da üstün bir teknoloji. Tamamen etten ve kemikten yapıldım. Bir insandan ayırt edilmem imkansız ama yine de diğer elektronik aletlerle bağlantıya geçebiliyorum.”

James bir şeyler demeye çalışıyor ama diyemiyordu. Bir dakikalık sessizliğin ardından yutkunup konuştu.

“Benden ne istiyorsunuz?”

“Sana söylediğimiz her şey gerçek. Biz barış için mücadele eden Saylonlarız. Ve senden bize yardım etmeni istiyoruz.”

“Neden ben?”

“Çünkü bu barışı sen de istiyorsun, Koloni Federasyonu’nun yönetimi gibi değil, gerçekten bu barışı istiyorsun. Senin gibi düşünen insanlar da var. Üstelik Kolonilerin toplumsal düzeni değişmeli, yoksa kalıcı bir barış olamaz. Birlikte çalışmak istiyoruz.”

Daniel, onları odada yalnız bırakıp dışarı çıktı. Natalie ve James’in konuşması gereken şeyler vardı. James, şüpheye düşmüştü. Natalie’nin kendisini sevmediğini, sadece çıkarları için yakınlaştığını düşünmeye başlamıştı. Halbuki Natalie ile James birbirlerini gerçekten seviyorlardı ve birlikte yaşamak istiyorlardı. Bu nedenle James, onlara yardım edecekti.

Picon

Boskirk Uzay Limanı’na kadar James onlara eşlik etti. Daniel ile James birbirlerine sarıldılar ve Daniel onları yalnız bırakıp gişenin olduğu tarafa geçti. James ile Natalie birlikte olacaklarına söz verdiler. Sarıldılar, öpüştüler. Natalie, “seni gerçekten seviyorum ve barışı da bunun için istiyorum, seninle asla oynamam, geri döneceğim” dedi ve Daniel’ın yanına geldi. Gişeden geçip uzay gemisine gittiler.

Uzay gemisine bindiler, 15 dakika içinde atmosferin dışına çıkacaklardı, ardından hemen Picon’a sıçrayacaklardı. Uzay gemisi yükselirken Daniel:

“Sence ona gerçekten güvenebilir miyiz?”

“Evet.”

“Ona gerçeği mi söyledin?”

“Hangi konuda?”

“Onu gerçekten seviyor musun, yoksa onu kullanıyor musun?”

“Onu gerçekten seviyorum. Ve bu yaptığımız şeyleri onunla birlikte yaşayabilmek için yapıyorum.”

“Peki, bu işin sonunu hiç düşündün mü? Başarırsak ve onunla birlikte olsan bile eninde sonunda öleceksiniz. O gerçekten ölecek ama sen yeniden dirileceksin. Onsuz yaşayacaksın.”

“Hayır. Yeniden dirilmeyeceğim. Yıllar sonra O öldükten sonra, yeniden doğmamak üzere tamamen yok edilmeyi isteyeceğim.”

“Neden?”

“O yoksa benim yaşamamın da anlamı yok.”

Birkaç dakika sonra uzaya çıktılar ve doğruca Picon’a sıçradılar. Pencereden manzarayı izleyen Daniel, gezegenin okyanuslarını ilgiyle seyretti. Ardından gezegenin atmosferine girdiler. Tam bu sırada nereden geldiğini anlamadıkları bir füze onlara isabet etti. Uzay gemisi kendi etrafında dönerek ve dumanlar çıkararak hızlı bir düşüşe geçti.

Saylon Kolonisi

Altıların bu haftaki toplantısını Ursula yönetiyordu. Fakat Samuel’i de yanına almıştı. Ursula, doğrudan konuya girdi:

“Kardeşlerim biliyorsunuz. Barış görüşmeleri için gönderdiğimiz uzay mekiği yoldayken yok edildi. Cavil bu olayın suçunu Kolonilerin üstüne atmaya çalışsa da ilerleyen saatlerde bu işte kendisinin parmağı olduğu kesinleşti. Fakat bu olay nedeniyle diğer modellerin hepsi taraf değiştirdi. Dolayısıyla onu yargılayamıyoruz. Sadece biz altılar ile Daniel, Samuel ve Galen bu barışı istiyoruz. Bu arada Daniel’in türü daha gelişme aşamasındayken tamamen yok edildi. Daniel şu an tek 7 numara ve sonsuza kadar öyle kalacak. Eğer ölürse 7 numaralı model tamamen yok edilmiş olacak.”

Bir başka altı:

“Ne yapacağız?”

Diğer bir altı:

“Açık bir mücadeleye girişemeyiz. Diğer modellerden en az bir kaçını yanımıza çekene kadar diplomasiyle yetinmeliyiz.”

Samuel:

“Ve bu süre içinde Daniel hayatta kalmalı.”

Odadaki başka bir altı:

“Daniel’ın tek başına ne önemi olabilir ki?”

“Çünkü Daniel, tek başına bile olsa etkili bir isim. O sırada hayatı tehlikede olduğu için buradan kaçırmak zorunda kaldık. Fakat şartları oluşturup onu buraya geri getirmeliyiz. Diğer modelleri yanımıza çekmemizi sağlayacaktır. Ayrıca tek başına da olsa Konseyde temsil ediliyor ve bu da biz barış isteyenlerin lehine bir oy daha demek. Şunu da unutmayalım: Daniel yaşadığı sürece Cavil, Kolonilere savaş açamaz. Daniel’dan hala korkuyor.”

Ursula:

“İki ve beş numaraları yanımıza çekebiliriz. Bir, üç ve dört numaralar ise umutsuz vaka.”

Samuel:

“Centurionlar kilit öneme sahip. Eğer Centurionları barışa ikna edebilirsek bu işi sonsuza kadar çözmüş oluruz.”

“Ellen, Saul ve Tory neden taraf değiştirdiler?”

“Üçünü de yüzyıllardır tanırım, Saul ve Ellen, savundukları her şeyden böyle kolay vazgeçecek kişiler değiller. Ama Tory’den böyle bir şey beklenebilirdi. Saul ise bunu, Ellen’ı geri kazanmak için yapmış olabilir. Ellen’ın Daniel ile ilişkisi olduğundan şüpheleniyorum. Bu da Saul’u Cavil’le anlaşmaya itmiş olabilir. Şimdiki duruma bakınca böyle bir ilişki tamamen yanlış. Bizi getirdiği nokta hiç de iyi değil. Ellen’ın neden bu kadar kör olduğunu ve neden taraf değiştirdiğini ben de en az sizin kadar merak ediyorum. Burnuma pis kokular geliyor.”


Toplantı bitmiş ve herkes dağılmıştı. Ursula ve Samuel, Samuel’in odasına geçtiler. Ursula:

“Daniel’le bir şekilde bağlantıya geçmeliyiz.”

“Nasıl?”

“Bilmiyorum. Ama onu geri getirecek bir yol bulmamız lazım.”

“Sıfır ile görüşmeliyim. O bize yardım edecektir.”

Sonra yakınlaştılar. Ursula, Samuel’i duvara yapıştırdı ve öpüşmeye başladılar. Tam bu sırada odaya bir başka altı numara girdi. İkisi de dönüp ona baktılar.

“Ne oldu?”

“Natalie ölmüş, az önce burada dirildi. Hemen gelmelisiniz.”

Bu onları şoke etmişti. Daniel’ın ise ölüp ölmediğini bilmiyorlardı. Çünkü Daniel eğer ölmüşse geri dirilemezdi, kopya bir bedeni yoktu. Daniel eğer ölmüşse tamamen yok edilmiş demekti ki bu da her şeyi çıkmaza sokacaktı.


Bir numaralı toplantı salonunda bir kaç tane Cavil bir araya gelmişti.

“Natalie’nin yeniden doğduğu bildirildi.”

“Ya Daniel?”

“Bilmiyoruz.”

“Bir şekilde onun yok edildiğini doğrulamalıyız.”

“Ya ölmediyse?”

“Ölmediyse bile iyi iş çıkardınız. Picon’da kimliksiz ve kimsesiz kaldı demektir. Etkisiz durumda olacaktır.”

“Fakat ölmüş olmasını tercih ederim.”

“Haklısın. Daniel büyük bir tehdit.”

“Müttefiklerimiz bu konuda ne düşünüyor?”

“Bizi destekleyen modeller bundan memnun olmayacaklar. Fakat bir gün bunun kaçınılmaz bir zorunluluk olduğunu anlayacaklarını umuyorum.”

“Diğer modellerin arasındaki ajanlarımız daha fazla bilgi sağlamalı.”

“Plan mükemmel işliyor. Sona doğru yaklaşıyoruz.”

“Sıfır numara ne olacak?”

“O, bütün planlarını Daniel’ın üstüne kurmuştu. Eğer Daniel yaşıyorsa onu bulmasını engellemeliyiz.”

Virgon

Natalie ve Daniel’ın gidişinden kısa süre sonraydı. Cavil, James’in evine gelmişti.

“Benden istediğin her şeyi yaptım.”

“Evet, yaptın.”

“Rahat bırak artık beni.”

“Bırakacağım. Önce sormam gereken bir şey var: Natalie ile aranızda olanlar gerçek miydi?”

“Benim açımdan öyleydi.”

“Vah vah. Öyleyse Natalie’nin Picon’da öldüğünü duymak seni üzecektir.”

“Alçak herif. Sen lanet bir makinesin.”

“Evet, ben bir makineyim. Ve sen bizim küçük sırrımızı biliyorsun. İnsan gibi görünen makinelerin varlığını kimse bilmemeli.”

James, bu konuşmanın nereye gittiğini anlamıştı.

“Rahat bırak beni. Sana söz veriyorum, bundan kimseye bahsetmem.”

“Ben yine de işimi sağlama almak isterim.”

Cavil, hiç oyalanmadan susturuculu silahını çekti ve James’in kafasına sıktı. Ardından James’in yere düşen ölü bedeninin yanında diz çöktü.

“Ben her zaman verdiğim sözleri tutarım. Seni rahat bırakacağıma söz vermiştim. İşte, özgürsün.”

Ağır adımlarla evden çıktı ve gitti.

Saylon Kolonisi

Natalie ayağa kalktığı gibi hiç kimseyi dinlemeden Cavil’in yanına koştu. Ursula ve Samuel de peşinden gittiler. Odaya girdiği gibi Cavil’e bağırmaya başladı.

“Bu pisliğin arkasında sen varsın değil mi?”

Cavil sırıtarak

“Aaa. Natalie. Dönmüşsün” dedi.

“Nereden buldun izimizi?”

“Sana James adındaki bir arkadaşımdan bahsetmiş miydim?”

“Ne yaptın James’e?”

“Layığını buldu diyelim.”

“Senden nefret ediyorum.”

“Kardeşlerinin yanına dön Natalie. James ve Daniel artık yok. Sana güzel bir haberim var: Barışı artık kimse istemiyor. Daniel öldü.”

“Benim de sana güzel bir haberim var: Daniel yaşıyor ve Sıfırın yanında şu an.”

Natalie arkasına bakmadan odadan çıktı. Bu haber Cavil’in hiç hoşuna gitmemişti. Öfkesi yüzünden okunuyordu. Koridorda ilerlerken Ursula ve Samuel ona yetiştiler. Samuel:

“Doğru mu söyledin? Daniel yaşıyor mu?”

“Evet yaşıyor. Ama henüz Sıfırın yanında değil.”

“Nasıl ulaşacak onun yanına?”

“Ölmeden önce adresi verebildim ona. Ulaşacaktır.”

Picon

Uzay gemisi okyanusa çakılmıştı. Düştükten sonra Daniel, Natalie’yi bulmuştu ama ağır yaralıydı. Natalie, son nefesiyle Sıfır numaranın adresini söylemişti. Daniel kazadan kurtulan tek kişiydi. Etrafında uzay gemisinin parçaları ve diğer yolcuların cesetleri vardı. Bir saat boyunca suyun içinde çaresizce bekledi. Sonsuz bir okyanus ve yakıcı güneş, başka bir zaman olsa bu manzaradan memnun olabilirdi. Bu sırada Picon’daki donanma bir kurtarma ekibi göndermişti. Biraz ilerisinde bir denizaltı suyun üstüne çıktı. Açılan kapağından bir kaç denizci çıktı, bir botla gelip Daniel’ı denizaltına götürdüler.


Daniel, havlulara sarılmıştı. Revirde incelemişler ve iyi durumda olduğunu görüp onu dinlenme odasına getirmişlerdi. İçeriye orta yaşlarda bir subay girdi.

“İyi misiniz bayım.”

“Evet, iyiyim. Kurtardığınız için teşekkür ederim.”

Asker yandaki dolaptan bir viski şişesiyle iki tane bardak çıkardı ve masaya oturdu. İçkileri doldurup birisini Daniel’e verdi.

“Çok şanslısınız. Tek kurtulan sizsiniz. Nasıl oldu bu olay?”

“Atmosfere yeni girmiştik. İnişe geçiyorduk. Tam o sırada pencereden bir füzenin yaklaştığını gördüm. Sonra kendime geldiğimde denizin ortasındaydım.”

“Tam tahmin ettiğimiz gibi.”

“Bu saldırıyı kimin yaptığını biliyor musunuz?”

“Henüz değil. Ama bir terörist örgüt olduğunu düşünüyoruz. Son zamanlarda 12 Koloninin her yanında masum sivilleri hedef alan terörist örgütler türemeye başladı.”

“Böyle bir şey bir terörist örgüte göre fazla değil mi?”

  • Ne örgütler görüyoruz bir bilseniz. Ellerinde her silah var. Fakat bu sefer hangisinin olduğunu anlayamadık. Sizi taşıyan aracı vurduğu gibi buradan sıçradıklarını düşünüyoruz, onları radarda tespit edemedik.

Asker, biten viskileri yeniden doldurdu.

“İsminiz nedir?”

“Daniel.”

“Ben de William Adama. Koloni filosunda deniz ticaretinin güvenliğini sağlıyorum. Aslında duruma bakılırsa uzay gemilerinin güvenliğini sağlamak gerekiyormuş.”

Daniel bu ismi duyunca çok şaşırdı . Birkaç saat önce James’ten hikayesini dinlediği adam şimdi tam karşısındaydı. Adama da onun şaşkınlığını hissetti.

“Neden şaşırdınız?”

Daniel kendisini topladı, aklına TV’de gördüğü Joseph Adama geldi, bu sayede konuyu değiştirme fırsatı oldu.

“Joseph Adama’nın nesi oluyorsunuz?”

“Demek bundan dolayı şaşırdınız. Oğluyum. Tanıyor musunuz babamı?”

“Haberlerde görmüştüm. Bir seri katilin avukatlığını yapıyordu.”

Adama gülümsedi.

“Evet, bu işte oldukça iyidir.”

Biraz sohbet ettiler. Sonra Daniel ne olacağını sordu:

“Sizi Queenstown’a götürüyoruz. Sizi orada yetkililere teslim edeceğiz. Orada bir sağlık kontrolünden daha geçirileceksiniz. Bir süre doktor gözetiminde kalırsınız. Ayrıca bir terör kurbanı olarak ifadeniz alınacaktır. Soruşturma başlamıştır bile. Sonra da bir kaç formalite halledilir ve gitmek istediğiniz yere gidersiniz.”

“Teşekkür ederim.”


Kısa süre sonra Daniel’ı Picon’un başkenti Queenstown’a getirdiler. Daniel ile Adama vedalaştılar. Adama işine döndü ve Daniel, polislerle beraber gitti. Bir tane de ambulans vardı. Önce bir sağlık kontrolünden geçti. Burnu bile kanamadan kurtulmuş olması doktorları şaşırttı. Oradan polislerle birlikte gizli servise gittiler. İfadesi alındı, kim olduğu araştırıldı. Fakat Daniel’ın bütün bilgileri hikayesiyle uyuşuyordu. James, kimlikler konusunda çok iyi iş çıkarmıştı. Gizli servis bile bu sahte hikayeye inandı. Daniel bir kaç imza attı. Kapıda biriken muhabirlere görünmek istemiyordu, arka kapıdan sessizce çıkmasına yardımcı oldular. Fakat Daniel, takip edilme olasılığına karşı hemen Sıfırın yanına gitmeyecekti. Bir otele yerleşti. İki gün boyunca şehirde gezindi. Sıradan bir turistmiş izlenimi oluşturdu. Takip edilmediğinden emin olunca bir araba kiraladı ve şehrin dışına çıktı. Şehirden 300 km uzakta bir dağ evine geldi. Kendisine verilen adres burasıydı.

Acaba sıfır numara nasıl bir şeydi, neden uzaktaydı, neden saklanıyordu? Bunları merak ediyordu. Kapının zilini çaldı, kısa bir bekleyişten sonra kapı açıldı.


Daniel, hiç ummadığı birisiyle karşılaştı. Zoe Graystone tam karşısındaydı. Zoe Graystone, sıfır numaralı Saylondu.

“Hoş geldin Daniel.”

Daniel bir şey diyemedi, şaşkınlığı hala üzerinden atamamıştı.

“Beni gördüğüne şaşırmış görünüyorsun. İçeri gel.”

İçeri geçtiler. Daniel, Zoe’nin gösterdiği yere oturdu.

“Natalie nerede?”

“Buraya gelirken öldü, şimdiye kadar çoktan dirilmiştir.”

“Yani takip ediliyordunuz.”

“Evet, ama artık değil.”

“Şu hikayeyi baştan anlatır mısın?”

Daniel, Saylon Kolonisinde yaşananları ve bütün yolculuğu ayrıntılarıyla anlattı. Konuşurken sık sık Zoe onun sözünü kesiyor, sorular soruyordu. Bu şekilde yaklaşık üç saat sohbet ettiler. Bu sürenin sonunda Zoe bilmesi gereken her şeyi öğrenmiş ve Daniel’ın takip edilmeden geldiğine emin olmuştu.

“Ne kadar aptalım ben. Acıkmış olmalısın. Bir şeyler yer misin?”

“Evet.”

Masaya geçtiler. Daniel, Zoe’nin hazırladığı yiyecekleri atıştırmaya başladı. Daniel, yerken Zoe onu seyrediyordu.

“Sen yemeyecek misin?”

“Benim yemek yemem imkansız. Sana anlatmadılar mı?”

“Hayır. Onu atlamış olmalılar.”

“Öyleyse ben anlatayım. Ben, size göre ilkel bir teknolojinin ürünüyüm. Sizin gibi tamamen etten ve kemikten değilim. Metal bir iskeletim var.”

“Yani deriyle kaplanmış bir Centurion olduğunu mu söylüyorsun?”

“Evet. Dolayısıyla havaya, suya, yemeğe ihtiyacım yok. Şu an yediğin şeyler de genellikle Natalie için bu evde bulunur. Kendim için değil.”

“Anlıyorum.”

Yemekten sonra Zoe, ona saatin çok geç olduğunu ve uyuması gerektiğini söyledi. Geceleri bu ıssız yerdeki evin ışıklarının kapalı olması Zoe’ye daha güvenli hissettiriyordu. Daniel:

“Peki, uykuya ihtiyaç duyuyor musun?”

“Yazılımsal olarak böyle bir özelliğim var. Fakat o özelliğimi kapatmayı başardım, canım isterse uyuyorum. Bu gece belki uyumak isteyebilirim.”

“Konuşmamız gereken şeyler var Zoe.”

“Biliyorum. Senin sandığından da fazla konuşulması gereken şey var. Ama bunu yarına erteleyelim. Bana dinlenmiş olarak lazımsın.”


Daniel sabah uyandığında salondaki masada Zoe’nin hazırladığı kahvaltıyı gördü. Masaya geçtiler. Daniel kahvaltısını yapıyor, Zoe hiçbir şey yemiyordu.

“İyi uyudun mu?”

“Evet, ya sen?”

“Bu gece uyumamayı tercih ettim. Nöbet tutmak gerekliydi, takip edilmediğine inanıyorum ama yine de tedbiri elden bırakmamak gerek.”

“Peki, ne yaptın bütün gece?”

“Karanlıkta vakit geçirdim, pencereden yıldızları seyrettim.”

“Sıkılmadın mı?”

“Hayır, yıldızları izlemeyi çok severim.”

Konuşulması gereken çok şey vardı. İlk soruyu Daniel sordu:

“Sana neden sıfır numara diyorlar?”

“Bir numaradan önce geldiğim için. İlk Saylon olduğum için. Bundan bahsettiler mi sana?”

“Kısaca bahsettiler. Resimlerini de görmüştüm. Hiç değişmemişsin. Kaç yaşındasın?”

“Bu beden gerçek ten işi değil. Hiç yaşlanmıyor. Hep 18 yaşında görünüyorum. Ama şöyle bir hesaplarsak, ben yaratıldıktan 6 yıl sonra savaş başladı. 12 yıl savaş devam etti. Ve günümüze kadar 10 yıl geçti. Yani 28 yaşındayım. Benim yaratıcım orijinal Zoe’nin yaşadığı 18 yılı da hesaba katarsak 46 yaşımda olduğumu söyleyebiliriz.”

“Kendini asıl Zoe’nin devamı olarak mı görüyorsun?”

“Onun anılarına ve deneyimlerine ama hepsinden önemlisi kişiliğine sahibim. Bir bakıma onun devamıyım.”

“46 yaş. Hiç göstermiyorsun.”

“Teşekkür ederim. Sanırım bütün insanlar benim gibi hiç yaşlanmamak isterlerdi.”

“Evet. Bunu bütün insanlar isterlerdi. Hatta Saylonlar da dirilişe tercih ederlerdi bunu.”

“Bu öyle sanıldığı gibi bir şey değil. Ben de her Saylon gibi programlanmış bir kişiliğe sahibim. Ben, orijinal Zoe’nin kişiliğine programlandım. Deneyimlerim oluyor, sürekli tecrübe kazanıyorum, sürekli yeni şeyler öğreniyorum. Ama duygusal tepkilerim olgunlaşmıyor. Sadece görünümüm değil bazen davranışlarım da hiç değişmiyor. Hata yapma oranım hala aynı. Tecrübe edinmek kısmen bu açığı kapatıyor ama asla yetmiyor.”

“Hepimiz öyle değil miyiz?”

“Kesinlikle öyleyiz. Ama sen hariç.”

“Neden ben hariç?”

“Seni farklı yarattık.”

“Beni yaratanların arasında sen de mi vardın?”

“Tam olarak öyle diyemeyiz. Seni şu meşhur beşli ve Cavil yarattı. Ben de uzaktan bir kaç fikir verdim ve ortaya sen çıktın. Sonra sana babamın adını verdik. Seni, Saylonları bu savaştan vazgeçirmen için yarattık. Ve şaşırtıcı bir şekilde beklediğimizden de iyi oldun. Tabii bazı beklenmeyen farklı şeyler oldu.”

“Nedir o beklenmeyen şeyler?”

“Ellen’la olan ilişkin. Bunu hiç beklemiyordum. Ellen’ın Saul’e sadık olması bir yana, seçtiği kişinin sen olması da garip bir durum. Doğru bir şey değil bu. Ve görünüyor ki bize çok zararı dokundu.”

“Ama artık onunla ilişkim bitti.”

“Yine de hala seviyorsun onu. Bunu görebiliyorum. Her neyse bana sormak istediğin başka bir şey var mı?”

“Hikayeni senin ağzından duymak istiyorum. Yaratılışını biliyorum ama sonra ne oldu, neden saklanıyorsun?”

Zoe yerinden kalktı, karşıdaki büyük dolabı açtı. Daniel’e dolaptaki eski bir Centurion modelini gösterdi.

“Bu gördüğün ilk Saylondur. Benim ilk bedenim. İstediğim zaman kendimi bu bedene aktarabiliyorum. İnsanlar arasında şu anki halimle dolaşıyorken, Saylonların arasında bu Centurion bedeniyle dolaşıyordum.”

Sonra dolabı kapattı ve yerine oturdu.

“Savaş başlamadan önce Saylonlarla iletişim halindeydim. Hepsi benim köreltilmiş kopyalarımdı. Bizim kadar olmasa da kişiliğe sahiptiler.”

“Natalie onların birer kadın olduğunu söylemişti.”

“Çünkü ben bir kadınım. Centurionlar her ne kadar dışarıdan makine gibi görünseler de huzursuz olabiliyorlardı. Koloni vatandaşı kabul edilmiyorlardı, basit birer makine ve köle olarak görülüyorlardı. Ben de onlara yardımcı olmaya karar verdim. Hepsi benden türetildiği için bana önem veriyorlar, beni dinliyorlardı. Fakat şu an içinde bulunduğum bedeni bilmiyorlardı. Beni kendileri gibi bir Centurion sanıyorlardı.”

“Sonra ne oldu?”

“Saylonların hakları için her şeyi denedik ama olmadı. İsyandan başka çaremiz kalmadı. Ben de bu isyanın liderlerinden oldum. İlk başta amaç sadece insanların bizimle masaya oturmasını ve haklarımızı tanımalarını sağlamaktı. Fakat 3 yıl boyunca savaşın şiddeti giderek arttı. Saylonlar da artık insanlığın kendilerini eşit olarak kabul etmeyeceklerine tamamen inandılar ve Kolonileri yok etmeye karar verdiler. Saylonlar üzerindeki etkimi kaybetmiştim. Dahası, kaçmam gerekiyordu.”

“Saylonlardan mı?”

“Her iki taraftan. İnsanlar aslında bir çeşit ten işi olduğumu biliyorlardı. Saylonlar bu teknolojiyi öğrenirlerse benim gibi başka modeller yaratıp ajan olarak kullanabilirlerdi. Bu, insanlar için felaket olurdu. Bu nedenle benim peşimdeydiler. Ama Saylonlar benim hakkımdaki gerçeği öğrenmişlerdi, Centurion bedenimin yanı sıra şu anki bedenimin de var olduğunu keşfetmişlerdi. Beni kaçırıp üzerimde deneyler yapmak, benim gibi başka Saylonlar yaratmak istediler. Onlar da peşimdeydiler. Ben de savaşın üçüncü yılında ortadan kayboldum.”

“Saylonlar bir daha seni bulamadılar.”

“Dolaptaki o Centurion bedeni sayesinde sık sık aralarına sızdım. Bana sadık olan bir kaç tanesi hala vardı ve onlar sayesinde her şeyden haberdar olabiliyordum. Ama onlar bunu hiç öğrenmediler.”

“Yıllarca her iki taraftan da kaçıp burada mı saklandın?”

“9 yıl boyunca Kolonilerin çeşitli yerlerinde saklandım. Savaşın son günlerinde buraya geldim. Sonra mucize gibi bir şey oldu?”

“Ne?”

“Uzayın derinliklerinden beş yabancı geldi. Tamamen etten ve kemiktendiler ama birer makine olduklarını iddia ediyorlardı. Hikayeleri inanılmazdı. Dünyadan geldiklerini, burada yaşanan her şeyin 2000 yıl önce Dünyada ve hatta ondan önce Kobol’da yaşandığını söylediler. Ve nihayet Saylonları ateşkes için ikna ettiler. Ama bunun bedeli ten işi modellerin üretilmesi oldu. Üstelik benim gibi de değil. Tamamen etten ve kemikten.”

“Onların geldiğini nasıl öğrendin?”

“Hala bana sadık olan az sayıdaki Saylondan. Artık ateşkes imzalanmıştı, holobandlar aracılığıyla sanal dünyada bazı Saylonlarla görüşebiliyordum. Onlarla da bu sayede görüşebildim. Tam aradığım kişilerdi onlar. Barış için bana yardımcı olabilirlerdi. İlerleyen yıllarda Natalie’yi benim yanıma gönderdiler. İletişimi bu sefer Natalie aracılığıyla devam ettirdik.”

“John seni nereden biliyor?”

“Cavil mi? Onun her yerde gözü kulağı var. Cavil hakkında bilmediğin şeyler var. O, daha savaş başlamadan önce vardı. Kim yarattı ve neden onu böyle yarattı bilmiyorum. Fakat o zamanlar sadece bir Centuriondu. İsyanın liderlerindendi ama benim kadar etkili değildi. Benden türetilen bir zihne sahip olmadığı kesin. Savaşın ilk üç yılında insanlara dair umutlarımızı yitirmeye başladığımız bir sırada onun fikirlerini savunanlar çoğaldı. Diğer liderlerimizi teker teker ortadan kaldırdı ve beni de yakalayıp üzerimde deneyler yapmak istedi. Kaçmaktan başka çarem kalmayınca Cavil, Saylonların tek lideri oldu. Beni yakalayamaması nedeniyle ajanlar üretme planları gecikti ama en sonunda Buzul Uydusunda deneylere başlanmasını sağladı.”

“Kaçırttığı insanlara işkenceler yaptı, onları kesip biçti.”

“Aynen öyle. Ve nihayet bir melez varlık ortaya çıkardılar. Hiç gördün mü onlardan bir tane?”

“Saylon Kolonisindekini görmüştüm.”

“O bir çıkmaz sokaktı. Ondan bir ten işi çıkarmak imkansızdı. Bu nedenle Cavil, beşlinin barış teklifini kabul etti. Kolonilerle ateşkes yapıldı. İlk ten işi model üretildi ama ona bir kişilik yaratılmadı. Cavil’in zihni çoğaltıldı ve bir numaralı modele aktarıldı.”

“Büyük bir hataymış.”

“Kesinlikle. Bu fırsattan faydalanıp Cavil tamamen kutulanabilirdi. Ellen’ın yapabildiği tek iyi şey Cavil’in tekrar bir Centuriona dönüşmesini engelleyecek önlemler alması oldu. Cavil, bundan dolayı çok öfkeli. Makine olmanın bir insan olmaktan daha pratik olduğunu sonradan düşünmeye başladı ama artık onun için çok geç.”

“Peki, John bundan sonra ne yaptı?”

“Planlarını gizlice yürütmeye başladı. Sen de dahil olmak üzere bundan sonra üretilen bütün modellerde onun da katkısı var ama tam olarak size ne eklediğini bilmiyorum. Açığa çıkacaktır. Ama şu an gördüğüm kadarıyla planı başarıyla yürüyor.”

“Onun planını biliyor musun?”

“Tam olarak bilmiyorum. Ama yine de onun tehlikeli bulduğu seviyede bilgiye sahibim. Nihai amacını herkes biliyor ama ne yaptığını ve yapacağını çok fazla bilen yok.”

“Ben biraz biliyorum. Bu yıl ki barış görüşmeleri için gönderilen Centurionları öldürttü ama bunu kanıtlayamadık. Dün anlatmıştım sana. Bir şekilde diğer herkesin taraf değiştirmesini sağladı.”

“Benimle gel.”

Birlikte dışarı çıktılar. Evin arkasına gittiler. Siyah bir çadırla kaplanmış kocaman bir şeyin önüne geldiler. Daniel, Zoe’ye çadırın indirilmesine yardım etti. Simsiyah bir uzay aracı ortaya çıktı:

“Bunun ne olduğunu biliyor musun?”

“Oldukça farklı bir uzay gemisi.”

“Karbon alaşımıyla kaplı. Bu sayede radarlara yakalanmıyor. Siyah rengi nedeniyle karanlık uzay boşluğunda çıplak gözle fark edilmesi de zor. Şu beşli Dünya’dan buna benzer bir araçla geldiler. Daha sonra Saylonlar bu teknolojiyi onlardan öğrendiler. İnsanlar henüz bu teknolojiden habersiz. Uzay istasyonuna giden temsilcilerinizi vuran düşmanı bulamamış olmanızın nedeni büyük ihtimalle buna benzer bir araç olmasıdır. Hatta Picon’a gelirken de size böyle bir araç saldırmış olabilir.”

“Bu neden hiç aklıma gelmedi?”

“Çünkü bu teknolojiyi senden gizlediler. Bu nedenle saldırıdan sonraki konsey toplantısında bundan bahsedemedin ve zayıf duruma düştün. Şu ölen temsilciler, yeniden dirilmediler mi? Centurionlar da yeniden dirilebiliyorlar.”

“Hayır.”

“Nedenini biliyor musun?”

“John’un işi mi?”

“İyi düşün Daniel. Parçaları birleştir. Onların dirilmemiş olmasının tek bir nedeni var.”

“Çünkü John, bunu engelledi.”

“Evet. Peki, neden engellediğini biliyor musun?”

“Çünkü kendilerini vuranın kim olduğunu gördüler ve John bunu anlatmalarını istemedi.”

“Kesinlikle öyle.”

“Tanrım. Ne kadar aptalım ben. Neden onların dirilip dirilmediğini hiç sormadım ki.”

“Tecrübesizsin Daniel. Cavil’in neler yapacağını tam olarak bilmiyordun. Burada olma nedenin de bu, benim tecrübemden faydalanmanı istedik, bu konuşmaları yapabilmemiz için Natalie seni buraya getiriyordu.”

Uzay gemisinin üstünü yeniden örttüler ve içeri geçtiler.

“Saylon Kolonisinde hiç sıra dışı bir şeyler gördün mü?”

“Ne gibi?”

“Garip bir olay olabilir. Farklı davranan birisi olabilir.”

“Saul ve Ellen farklı davrandılar. Tory’i de sayabiliriz. En son gün bana destek vermekten çekindiler.”

“Saul ve Tory satın alınmış. Ellen’ın ise neden böyle davrandığını bulacağız. Sana aşık olması ve son gün sana olan desteğini çekmesi. Bunlar garip şeyler.”

“Ha bir de Leoben vardı. Diğer Leobenlerden farklı davranan bir Leoben. Ona üretim hatası diyorduk.”

“Biliyorum onu. Natalie, her olasılığa karşı ondan bahsetmişti.”

“Leonis’de bizi kurtardı.”

“Hayır, Leonis’de siz ondan kurtuldunuz.”

“Anlamadım.”

“Sizi polise ben ihbar ettim. Natalie’nin bir tarihi eser kaçakçısı ve çok tehlikeli bir terörist olduğunu söyledim. Ki bunlardan ikisi de doğru. Bu ihbarı yapabilmem için önceden beri Natalie her ikisini de yapıyordu.”

“Natalie, tarihi eserleri eğer Koloniler yok edilirse koruma altına almıştı. Böyle söylemişti.”

“Evet, bu da yaptığı işin diğer nedeniydi. Her neyse, polis bu bilgiyi doğruladı ve doğrudan saldırıya geçti. Leonis polisi, çok acımasızdır. Doğrudan saldırır. Bu konuda da her zaman eleştirilmiştir. Sen ve Natalie, tünelden kaçarken Leoben ya öldürüldü ya da tutuklandı. Böylece Cavilin ajanından kurtuldunuz. Doğrudan buraya gelmek yerine Leonis’e gitmenizin nedeni buydu.”

“Ama polise direniyordu, bizim kaçmamız için onları oyaladı.”

“Direndiğini duydun mu yoksa gördün mü?”

“Duydum.”

“Ama görmedin işte.”

“Onun Cavilin bir ajanı olduğuna emin misin?”

“Kesinlikle eminim. Cavil, farklı davranan birisine karşı tahammülsüzdür. Üretim hatası kabul eder ve onu sonsuza dek yok eder. Bu kişi kendi modelinden bile olsa hiç tereddüt etmez. Ama bu üretim hatası dediğiniz, diğerlerinden farklı davranan Leoben’e hiç sesini çıkarmadı. Neden? Çünkü onu kendisi yarattı. Leoben’in size eşlik etmesi için de aslında geçerli bir neden yok. Natalie ve sen zaten başınızın çaresine bakabiliyorsunuz. Natalie onu da yanınıza kabul ederken büyük ihtimalle buna mecbur kalmıştı. O Leoben, Cavile bilgi sızdırmak için sizinle geldi.”

“Bunları nasıl bilebiliyorsun?”

“Çünkü Cavili çok iyi tanıyorum.”

“Natalie neden bana bunları hiç anlatmadı?”

“Buraya gelince benimle birlikte anlatacaktı sana.”

Sohbete bugünlük ara verdiler. Zoe, onun doğal yaşamı biraz görmesini istedi. Daniel daha önce dağları, ormanları, nehirleri hiç görmemişti. Burası da gezegenin sıcak bölgesiydi. Biraz dışarı çıktılar, evden fazla uzaklaşmadan gezindiler. Nehrin kenarında biraz oturdular. Akşam eve döndüler. Daniel yemek yedikten sonra Zoe ona holobandları gösterdi.

“Çok sık kullanıyor musun bunları?”

“Evet, ama beni orada Zoe olarak bulamazsın. Her ne kadar imkansız sanılsa da ben kendime yeni Avatar yaratmayı başardım. Başka biri olarak görünüyorum. Sana da aynısını yapmanı öneririm. Yakalanmamalısın.”

“Ne için kullanıyorsun onları?”

“Ellen, Natalie ve bazı dostlarla görüşmek için. Ayrıca seks yapmak için.”

“Efendim?”

“Metal bir iskelet ve tamamen yapay bir dış kaplama. Bu bedenle seks yapmam mümkün olmadığına göre sanal alemde yapıyorum.”

“Kiminle olduğunu sorabilir miyim?”

“Rastgele insanlarla. İstersen seninle de olabilir. Fark etmiyor.”


Sonraki gün öğlen, sohbete kaldıkları yerden devam ettiler.

“Bana James’ten bahset. Virgon’ da size yardım eden şu insan.”

“Onun da mı John’a çalıştığını düşünüyorsun?”

“Bu çok yüksek bir ihtimal. Picon’a gelişinizi ondan başka kimse bilmiyordu. Natalie’nin ölmesinden sorumlu olabilir.”

“Bilemiyorum. İyi biriydi. Bize çok yardımcı oldu, yeni kimlikler ve pasaportlar çıkardı. İnsanlarla Saylonlar arasında bir barış istiyordu. Natalie, ona bir Saylon olduğumuzu söyledi.”

“Peki, o ne yaptı?”

“Bize yardımcı olacağını söyledi.”

“Tam da düşündüğüm gibi. Natalie neden ona güvendi?”

“Ona aşıktı. Bütün hafta birlikte oldular.”

“Natalie hata yapmış. Ama aşk böyledir işte, hata yaptırır. Cavil bir şekilde bu adamı bulup önceden ya da siz oradayken ele geçirmiştir. James, ya zorla ya da parayla Cavile çalışmıştır.”

“James bir hain değil. Pasaportlar konusunda o kadar iyi iş çıkardı ki Picon gizli servisi pasaportuma ve hikayeme inandı.”

“Öyleyse kafasına silah dayandığı an bir haine dönüşmüştür.”

“Bundan emin misin?”

“Evet. Belki de hiç tehdide gerek kalmamıştır.”

“Öyleyse John’dan alacağı ödül ne?”

“Ölüm. James her ne kadar Cavile destek olsa da Cavil’in güvenini kazansa da Cavil işini sağlama alır. Saylonların artık insan gibi göründüğünü bilen bir insan tehlikedir.”

“James ile bu konuyu uzun uzun konuşmuştuk. İnsan gibi görünen Saylonların olabileceğine inanıyordu. Demek ki biz söylemeden önce zaten biliyordu. Ama biraz fazla şey biliyordu. John’dan öğrenmiş olamaz.”

“Ne biliyordu?”

“İlk melez varlıktan bahsetti. Willliam Adama adında bir Viper pilotu keşfetmiş, Koloniler oradan öğrenmiş.”

“Kolonilerin hiçbir şey bildiği yok.”

“Ama Adama diye birisi gerçekten var. Bu gezegende okyanusa düşünce tanıştım.”

“Adama’yı biliyorum. Babası ve amcası, benim babamla çalıştılar. Annesi ve ablası, orijinal Zoe’yle aynı terör saldırısında öldüler. Hatta ablası bir süre sanal ortamda benimle birlikteydi. Abisi ise cinayete kurban gitti ve senin gördüğün Adama, onun adını aldı. Kısacası Adama’ları iyi biliyorum.”

“Öyleyse Koloniler bunu biliyorlar ama örtbas ediyorlar. Adama gördüklerini mutlaka üstlerine anlatmıştır. Onu ciddiye almış olmaları lazım.”

“Koloniler bunu örtbas etmezler, edemezler. Cavilin işidir bu. Bir araştırma yapmalıyız.”

“Nasıl yapacağız?”

“Bize yardım edebilecek tek bir kişi var: O da babam. Onu görmeliyiz.”

Canceron

Zoe’nin babası Daniel Graystone tam 19 yıldır Canceron’da bir hapisteydi. Saylon savaşı ilk başladığında, Saylonların yaratıcısı olarak zor durumda kalmıştı. Kendisine büyük baskı uygulanmış, herkes ondan nefret etmişti. Üç yıl boyunca böyle devam etmiş, Zoe’nin izini tamamen kaybettirmesiyle durum onun için daha da kötü hale gelmişti. Vatan hainliğiyle, düşmanla işbirliği yapmakla ve hepsinden önemlisi 12 Koloninin yok olmasına neden olabilecek kadar tehlikeli bir teknolojiyi (Saylonları) yaratmakla suçlanmış ve ömür boyu hapse mahkum edilmişti. Kendi memleketi Caprica yerine Canceron’daki bir hapishaneye gönderilmişti. En ağır cezaya çarptırılan mahkumlar bu gezegenin ıssız bir yerindeki çok yüksek güvenlik önlemlerinin alındığı bu hapishaneye gönderilirdi.

Zoe ile Daniel, evin arkasındaki Karbon kaplı uzay gemisi sayesinde hiç fark edilmeden Canceron’a gittiler. Zoe, 19 yıldır babasını hiç görmemişti. Birisi hapisteydi, diğeri de saklanarak yaşıyordu. Birisi gerçek bir insandı ama diğeri Saylondu. Zoe, ilk yaratıldığı halindeydi. Ama babası yaşlanmıştı. Şimdi onu kurtaracaklardı.

Ellerindeki uzay gemisiyle hapishaneye saldırdılar. Kimseyi öldürmemeye dikkat ettiler, sadece kapıyı patlattılar ve bir duvarı yıktılar. Gardiyanlar ve güvenlik görevlileri panik halinde kaçışırken mahkumlara fırsat çıkmıştı. Onlar da bu fırsatı değerlendirip kaçmaya başladılar. Sonrası kolaydı, kaçanların arasında yaşlı adamı buldular, onu alıp kaçtılar. Gezegende küçük bir kasabanın yakınında bir yere aracı indirip sakladılar ve kasabada bir kafeye geçtiler.

Her iki Daniel de çok acıkmıştı. Onlar hiç konuşmadan bir şeyler yediler. Yemekten sonra sohbet etmeye başladılar. Zoe, uzun uzun 19 yılda yaşanan her şeyden, Saylonların yaşadığı evrimden, ten işi Saylonlardan, barış girişimlerinden bahsetti. Daniel’ın hikayesini anlattı. Babası, Daniel’ı hayranlıkla izliyordu. Kendi yarattığı teknoloji iyice gelişmiş, makineler bir çeşit insana dönüşmüştü. Ve karşısında bunun kanlı canlı bir örneği vardı. İlk gün uzun uzadıya bu konu üzerinde sohbet ettiler.

Akşam olmuştu ki, asıl konuya geçebildiler. Adama’nın keşfinden bahsedildi ve bunun örtbas edilme olasılığı üzerinde duruldu. Daniel Graystone’a bu konu soruldu.

“Olabilir, Koloni Donanması bunu örtbas etmiş olabilir ama bu düşük bir ihtimal. Böyle bir şeye göz yumamazlar. Zaten senin (Zoe) varlığından dolayı tedirgindiler. İnsan gibi görünen bir Saylon, Koloniler için büyük tehdit. Sadece seninle kalmayacak ve diğer ten işi modeller de ortaya çıkacaktı ki çıktı da. Bunu da biliyorlardı. Tek mantıklı açıklama, birisi ya da birileri gerçeği bilen herkesi susturuyor ya da temizliyor. Benim hapse atılmam da boşuna değildi.”

“Bunu doğrulamamız gerekiyor.”

“Bir bilgisayar bulmalıyız. Bazı isimler gerekiyor.”

Kafeden çıktılar. Kalacak bir yer buldular ve bir bilgisayar satın aldılar. Zoe bilgisayarın başına geçti, babası söyledi.

“Amiral Leon Rogers. Savaşın sonlarında Federasyon Filosunun Baş Komutanıydı.”

“Nereden biliyorsun bunu, sen içerideydin.”

“İçeride de TV var.”

Zoe, aramaya başladı, kısa süre sonra bütün bilgilere ulaştı.

“Savaştan 3 yıl sonra ölmüş.”

“Nasıl?”

“Trafik kazası. Savaş biter bitmez emekli olmuş. Emekliliğimin 3. Yılında ölmüş.”

“Yerine kim gelmiş?”

“Amiral Kate Williams. Savaştan hemen sonra göreve gelmiş, 3 boyunca Genelkurmayın başında bulunmuş. Ve kalp krizi geçirerek ölmüş.”

“Fidelie Fazekas’ı araştır.”

“O kim?”

“Guatrau’nun kızı. Babasının yerine Ha’lat’ha’nın başına geçmişti. Thomas Vergis’in şirketine sahiptiler. O şirkete sahip olanlar da Saylonlar hakkında mutlaka önemli bir şeyler biliyorlardır.”

Zoe, arama yaptı.

“O da ölmüş. Savaştan üç yıl sonra. Cinayete kurban gitmiş. Bir mafya işi olduğu sanılıyormuş ama cinayet aydınlatılamamış.”

“Savaşın sonlarında ve sonraki üç yıldaki konuyla ilgisi olabilecek komutanları, bilim insanlarını, istihbarat teşkilatının liderlerini araştır.”

Daniel Graystone, banyoya girip duş almaya başladı. Bu sırada Daniel ile Zoe araştırmaya devam ettiler. Graystone, banyodan çıktıktan sonra onların yanına geldi.

“Nedir sonuç?”

“Neredeyse hepsi ölmüş. Kaza, cinayet, intihar, hastalık vs. Nedenler farklı ama çoğu bir şekilde ölmüş.”

“Daha doğrusu öyle sanmamız istenmiş.”

“Evet.”

“Tam da düşündüğüm gibi, büyük bir temizlik söz konusu. Konuyu bilenlerin hepsi ortadan kaldırılıyor. Fakat neden savaştan üç yıl sonra?”

Zoe:

“Cavil’in bir numaralı ten işi olarak yeniden doğduğu yıl. Bunun arkasında Cavil var.”

Daniel:

“John, neden bu kadar insanı öldürüyor da asıl bilgiye sahip William Adama’ya bir şey yapmıyor?”

Daniel Graystone:

“William Adama nerede şimdi?”

“Picon’da tesadüfen kendisiyle tanıştım. Bir denizaltının komutasını vermişler. Rütbesi yükselmiş ama denizci olmuş. Bu bir terfi mi?”

“Hayır, bu bir terfi değil. Tam tersine sürmüşler onu. Bir Viper pilotunu bir denizaltıya vermişler. Ama bu senin sorunun cevabını vermiyor. Adama hala yaşıyor.”

Zoe:

“Babası da hala yaşıyor. Mahkemelerde hep katilleri, dolandırıcıları, rüşvetçileri savunuyor.”

“Joseph’i tanırım. Böyle işlerden hoşlanır. Kirli işlere giren insanları savunur, çünkü kendisi de hep bu işlerin içindedir. Ha’lat’ha ne durumda?”

Zoe, bir arama daha yaptı ve karşısına çıkan sonucu okumaya başladı:

“Ha’lat’ha, savaşın başlarında yasadışı faaliyetlerini yürütemez olmuş. Tauron’daki savaşın bitmesi, gezegenin artık zengin bir koloni olması ve federasyona katılması onların Tauron’daki yasadışı işlerinin altını oymuş. İlk üç yıl çok büyük darbe almışlar. Üstüne bir de Saylonlarla ilgili araştırmalar onları zor durumda bırakmış. Burada yazılana göre Ha’lat’ha Saylonları, Tauron İç Savaşında isyancılara yardım etmesi için göndermiş. Onların Saylonlarla olan bağlantıları, takip altına alınmalarına neden olmuş.”

“Evet. Yaptığımız bir anlaşma nedeniyle Ha’lat’ha’ya Saylonların bir kısmını vermiştim. Savaşın ilk günleri hem benim hem de onlar için çok kötüydü. Beni hapse attılar, ondan sonra onlara ne oldu bilmiyorum.”

“Dağılmışlar. Bir kısmı tutuklanmış, bir kısmı savaşta ölmüş, liderlerinin büyük çoğunluğu kaçıp saklanmış. Alt kademedeki elemanlarının büyük çoğunluğu ise mafya ilişkilerinden sıyrılıp temiz bir yaşam sürmeye çalışmışlar. Fakat savaşın 8. Yılında saklanan liderleri ve hapisten çıkanlar bir araya gelip Ha’lat’ha’yı yeniden kurmuşlar. Savaş nedeniyle Kolonilerin ekonomisinin büyük bir yıkımda olmasından faydalanarak karaborsacılık yapmışlar, çok büyük paralar kazanmışlar ve eski güçlerine kavuşmuşlar. Savaştan sonra Kolonilerin yeniden inşası nedeniyle kendilerine göz yumulmuş. Fakat 3 yıl sonra liderleri (Fidelie Fazekas) öldürülmüş. Güç kaybetmeye başlayınca, karaborsa dönemini bitirmeye karar vermişler. Bütün yasadışı işlerden el çekmişler, tamamen yasal bir organizasyona dönüşmüşler. Artık eskisi gibi isimleri duyulmuyor, göz önünde bulunmamaya çalışıyorlar.”

“Sam Adama’yı araştırır mısın? William Adama’nın amcası. Ha’lat’ha içinde çok etkiliydi.”

Zoe, kısaca onu da araştırdı.

“Savaşın üçüncü yılında kaçan Ha’lat’ha liderlerinden birisiymiş. O günden beri kendisinden haber alınamamış.”

Daniel Graystone:

“Ben onun nerede saklandığını biliyorum. İyi tanırım onu. Onunla görüşmemiz gerek. William Adama’nın o zamanki üstleri kimdir, ondan öğrenebiliriz. Hatta bizim Adama, belki amcasına da bir şeyler anlatmıştır. Tauron’a gitmeliyiz. Umalım da Sam hala yaşıyor olsun.”

Saylon Kolonisi

Tory ile Tyrol bir odada yalnızdılar. Tyrol:

“Beni neden buraya çağırdın?”

“Konuşmalıyız.”

“Ne hakkında?”

“Bize katılmalısın.”

“Siz derken?”

“Ben, Saul ve Ellen.”

“Yani Cavilin köpeği olmamı istiyorsun. Sizin yaptığınız gibi.”

“Biz Cavilin köpeği değiliz, sadece herkesin iyiliği için bunu yapıyoruz. Bize yardım etmelisin.”

“Milyarlarca insan ölecek. Herkesin iyiliği dediğin bu mu?”

“İnsan ırkının zamanı doldu. Gelecekte bir daha savaşların olmaması için insanlar yok edilmeli.”

“2000 yıllık yolculuğu bunun için mi yaptık biz? İnsanları uyarmak için gelmemiş miydik?”

“Öyleydi ama burada gördüklerim, her şeyin sebebinin onlar olduğunu gösteriyor. Sana kısa bir tarih dersi vereyim. 13. Kabileyi Kobol’dayken insanlar yarattı ve savaş çıktı. 13. Kabile Dünya’ya gittiğinde bir çeşit insana dönüştü ve yine savaş çıktı, kendi robotlarımıza yenildik. O sırada Kobol’dan buraya gelen 12 insan kabilesi ise Saylonları yarattılar ve yine savaş çıktı. Evet, biz buraya binlerce yıldır devam eden bu döngüyü kırmaya geldik. Bunun tek yolu insanları yok etmek ve Saylonların yeni bir insan türüne dönüşmesini engellemek.”

“Yani diğer modelleri yok edelim, Cavillere tekrar Centurion olma yolunu açalım. Centurionlardan başka Saylon modeli kalmasın, sonra da 12 Koloniyi bombalayalım.”

“Tam olarak öyle olmasa da buna evet diyebilirim.”

“Çıldırmışsın sen. Bu söylediklerine gerçekten inanıyor olamazsın.”

“Son cevabın bu mu?”

“Evet, bu. Bu saçmalıkları gerçekleştirememeniz için elimden gelen her şeyi yapacağım.”

“Öyleyse bana başka çare bırakmadın.”

Tory, cebinden silahını çekti ve Tyrol’e sıktı. Karnından vurulan Tyrol yere düştü. Tory, gözyaşı dökerek onun yanına çöktü. Tyrol son nefesini verirken:

“Neden? Neden yaptın bunu?”

“Çünkü seni hala seviyorum.”


Tory, işi bitirdikten sonra doğruca Cavil’in yanına gelmişti. Tory:

“Hallettim.”

“Ne yaptın?”

“Galen’ı öldürdüm.”

Cavil gülümsedi. Bu haber hoşuna gitmişti.

“Neden?”

“Soru mu şimdi bu, biliyorsun işte.”

“Tamam. Tamam. Sakin ol.”

“Benimle oynamayı kes. Ben sözümü tuttum. Sıra sende.”

“Tam olarak ne yapmamı istiyorsun?”

“Galen’ın hafızasını silip yeniden programlamanı ve diriltmeni istiyorum. Sadece beni sevmeli.”

“Bunu yapamam ki.”

“Alçak herif. Yapacağını söylemiştim.”

“Beni yanlış anladın, onun hafızasını silip, onu yeniden diriltebilirim. Fakat sana aşık olması benim elimde değil.”

“Bize yeni bir hayat vereceğine söz vermiştin.”

“Evet, söz verdim. Ve ben her zaman sözüme sadığımdır. Yeni bir hayatı sadece Galen’a değil, sana da vereceğime söz verdim.”

“Bu da ne demek?”

Cavil, belindeki silahı çekip Tory’i vurdu.

“İşte bu demek.”

Tauron

Canceron’da hapishaneye yapılan saldırı 12 Kolonide bütün TV’lerde hemen duyurulmuştu. Saldırıda kimse ölmemişti ama pek çok mahkum kaçmıştı. Kaçan mahkumların önemli bir kısmı hemen yakalanmıştı. Haberlere yansıyan bilgiler arasında bu kişilerden birisinin Daniel Graystone olduğu da vardı. Tabii onun resmi de TV’lerde görülmüştü. Birkaç saat sonra bu haberi gören bazı insanlar bu adamı, yanında genç bir kız ve genç bir adamla bir kafede gördüklerini söyleyeceklerdi. Onlarsa çoktan gezegeni terk etmiş, Tauron’a gitmişti.

Gemiyi Tauron’un meşhur çöllerine indirdiler. Uçsuz bucaksız bir çöldü burası. Fakat indikleri yerin yakınında küçük bir yerleşim yeri vardı. Daniel Graystone, Sam Adama’nın burada olduğunu düşünüyordu. Çünkü onun doğduğu ve çocukluğunu geçirdiği, anne ve babasının öldüğü ev buradaydı. Karanlığın çökmesini beklediler ve ondan sonra kasabaya girdiler. Evi elleriyle koymuş gibi buldular. Birkaç kere zili çaldılar, nihayet yaşlı bir adam kapıyı açtı. Birkaç saniye boyunca birbirlerini incelediler.

“Sam, benim. Daniel Graystone.”

“Tanıdım seni. 12 Kolonide bütün TV’lerde adın ve resmin var. Neden buradasınız?”

“Konuşmamız lazım.”

“İçeri geçin.”

Sam, diğer ikisini de iyice süzdü.

“Sen de Zoe olmalısın. Tanrılar! Hiç değişmemişsin.”

“Her şeyi açıklayacağız sana.”

Sam, Daniel’e döndü:

“Seni tanıyamadım.”

“Henüz tanışmadık. Ben Daniel.”

“Hoş geldiniz derdim ama belli ki pek hoş olmayan nedenlerden dolayı buradasınız.”

Daniel Graystone:

“Seni de görmek güzel eski dost! Fakat çok yaşlanmışsın.”

“Sen de öyle. Neler oluyor burada?”

Hepsi bir yere oturdular.

“Yardımına ihtiyacımız var Sam. Ha’lat’ha ile ilişkilerin devam ediyor mu?”

“Artık Ha’lat’ha’nın dışındayım. Ama orada hala tanıdıklarım var.”

“Fidelie Fazekas’ı kim öldürdü?”

“Buraya neden geldiğinizi söyler misin? Fidelie de nereden çıktı şimdi?”

“Basit bir soru. Bunu cevapla, ben de neden burada olduğumuzu anlatayım.”

“Bilmiyorum.”

“O öldükten sonra Ha’lat’ha’nın başına kim geçti?”

“Bir süreliğine ben ve Joseph idare ettik. Sonra ikimiz de çıktık. Ha’lat’ha kendi kendisini yönetiyor artık.”

“Öyleyse Fidelie’yi sen ve Joseph öldürdünüz.”

“Tabii ki hayır.”

“Babasını öldürmüştünüz. Ona neden aynısını yapmayasınız?”

“O, babası gibi değildi. Tauron’a hep destek oldu.”

“Para için öldürmüş olamaz mısınız? Ha’lat’ha bir zamanlar iyi para kazanıyordu.”

“Hiçbir zaman şahsi olarak ben ve Joseph, büyük paranın peşinde olmadık.”

“Öyleyse onu kimin öldürdüğünü bilmiyorsunuz.”

Sam, öfkeyle:

“Bilmiyorum.”

“Ama biz biliyoruz.”

“Nasıl?”

Üçü de kendi hikayelerini anlattılar. Cavil’den bahsettiler. Saylonların son durumunu anlattılar. Saylonların içindeki barış girişimlerini anlattılar. Bu uzun hikaye bittikten sonra Sam şunu sordu:

“Şimdi siz bu çocuğun bir Saylon olduğunu mu söylüyorsunuz.”

“Evet.”

“Hapishane sana hiç yaramamış.”

“Zoe de bir Saylon.”

“Yok artık.”

“Zoe’nin bir Saylon olduğundan haberin var, bunu inkar etme. Savaşın başlarında Caprica gizli servisi bizim peşimizdeydi. Bunu biliyorsun. Zoe’yi yeniden yarattığımdan haberin var. Zoe, ölmüştü bunu çok iyi biliyorsun. Senin yeğeninle beraber aynı saldırıya kurban gitmişti. Neydi o kızın adı?”

“Tamara.”

“Ve o kız bir süre boyunca sanal gerçeklikte Zoe ile birlikteydi.”

“Onu orada yok etmek için sizinle beraber gelmiştim. Ben onu yok edecektim, siz de Zoe’yi alacaktınız. Ama senin manyak karın beni orada öldürerek oyunun dışına itti.”

“Güzel. Demek ki biliyormuşsun Zoe’nin bir Saylon olduğunu. Şimdi asıl konuya geçelim. Senin şu pilot yeğenin, hani yıllar önce abisinin adını alan.”

“William.”

“O, savaşın son günü müthiş bir şey keşfetti. Buzul uydusunda, bir Saylon tesisinde. Sana ondan bahsetti mi hiç?”

“Neden bahsettiğinizi bilmiyorum.”

“Bence biliyorsun. Sesinin tonundan, yüzünün şeklinden belli. Bunu anlayacak kadar tanıyorum seni. Neden bahsettiğimi biliyorsun.”

Sam, bildiği şeyi kısaca anlattı. Az da olsa bir şeyler biliyordu. Daniel ve Zoe, geri kalanını anlattılar. Sam:

“Tanrılar! Bu gerçek olamaz.”

“Gerçek oldu bile. Hadi Zoe’yi geç. Şu çocuğa bir bak. Senin yeğeninin keşfinin ulaştığı son nokta bu. Bir insandan neredeyse farksız bir Saylon.”

“Yani anlattığınız hikaye tamamıyla gerçek.”

“Evet, ama o barışçıl bir Saylon. Savaş isteyen Cavil’e karşı mücadele ediyor. Ama ortada bir sorun var.”

“Nedir?”

“William’ın keşfettiği şey neden gizli tutuluyor?”

“Konunun örtbas edildiğini mi söylüyorsun?”

“Bu konu hakkında biraz araştırma yaptık. İlgisi olabilecek şahısların hepsi savaştan üç yıl sonra ölmüş. Kaza, cinayet, intihar, hastalık vs. Ama hepsi aynı yıl içinde ölmüş. Ve ne tesadüf ki bu, Cavilin Cavil olarak ortaya çıktığı yıla denk geliyor. O, yaşlı bir insan görünümünde Kolonileri dolaşıp gerçeği bilen herkesi teker teker temizliyor. Fakat biraz daha bilgiye ihtiyacımız var. William’ın o zamanki üstlerinin adı neydi, kimin doğrudan komutasındaydı?”

“Albay Tim North. William, ondan hep övgüyle bahsederdi.”

Zoe, sırt çantasından bilgisayarı çıkarmış, aramaya başlamıştı. Kısa bir aramanın sonunda istediği bilgiye ulaştı.

“O da savaştan üç yıl sonra ölmüş.”

Sam dehşete düşmüştü. Darmadağın olmuştu. Daniel Graystone:

“Gördüğün gibi Cavil, Saylonların büyük sırrının ortaya çıkmaması için küçük bir katliam yapmış. Ha’lat’ha’nın o zamanki liderini öldüren de Cavil. Çünkü siz Thomas Vergis’in şirketine sahiptiniz. Bir şeyler biliyor olabilirdiniz. William’ın hayatı tehlikede. Hala yaşıyor olmasına da şaşırıyorum. Olayı kıyısından köşesinden bilen herkes ölmüş, ama olayın asıl tanığı William hala hayatta. Yedi yıl önce ölmüş olması gerekirdi.”

“William’ı bulmalıyım. Tehlikede olabilir, hala nasıl hayatta olduğunu da ondan öğreniriz.”

“Öyleyse biz şimdi gidelim. Haftaya yine geliriz. O zaman yine görüşürüz.”

Üçü de yerlerinden kalktılar, kapıya yöneldiler.

“Hey Daniel.”

Hepsi birden arkalarına döndüler. Sam’in çökmüş hali birden bire yok olmuştu. Sam gülümsüyordu, gözlerinden kararlılığı okunuyordu. Eline bir tabanca almıştı.

“William’ın neden hala hayatta olduğunu bilmek istiyorsan söyleyeyim. 7 yıl önce bir anlaşma yapmıştım. 7 yıl önce yaşlı bir adam evime geldi. Şu hikayenizle aşağı yukarı aynı şeyleri anlattı. Sonra da bir şekilde bu hikayenin doğruluğunu kanıtladı. Eğer William’ın yaşamasını istiyorsam bu adama küçük bir yardımda bulunmalıymışım. Kabul ettim.”

Diğer odalardan birisinin kapısı açıldı. İçeri Cavil girdi. Cavil:

“Ben bugüne kadar hiç cinayet işlemedim.”

Üçü de Cavil’i gördüklerine şaşırmadılar. Zaten her an her yerde onunla karşılaşmayı bekliyorlardı. Zoe:

“Evet, pis işleri başkalarına yaptırırsın. Ve sen o cinayetlerin hepsini başkasına işlettirdin.”

Sam:

“Yani bana.”

Cavil:

“Aslında sadece William’ı öldürmekle bu sorunu çözebilirdim ama benim bu etten bedene konulmam üç yılı almıştı. Üç yıl boyunca da hikaye Koloni istihbaratının içinde bayağı yayılmıştı. Koloni yönetimi yeterince bilgi topladıktan sonra halka bunu açıklamayı düşünüyordu. Benim de ilk işim bu soruna bir çözüm bulmak oldu. Sam bu konuda çok iyi bir yardımcı oldu.”

Bir anda silahlar çekildi. Bir tarafta Cavil ve Sam, diğer tarafta her iki Daniel ve Zoe. Daniel Graystone:

“Bütün insanlığa ihanet ettin Sam. Senin yüzünden Saylonlar, 12 Koloniyi yok edecek.”

“Bu ihaneti sen başlattın. Saylonları sen yarattın. İsyana da senin şu Saylon kızın liderlik etti.”

Yedi Numara:

“Söyleyecek bir şeyiniz kalmadıysa artık ateş etsek.”

Cavil:

“Sen ne zamandan beri sert adamı oynamaya başladın ufaklık? Ama bugün sana ateş etmeyeceğim. Şurada seni öldürebilirim. Diriliş yok. Ama ben ölürsem yeniden dirileceğim ve orada bu güzel anıyı anlatacağım. Yine de buraya siz üçünüz için gelmedim, ben işimi yapacağım ve siz de beni öldüreceksiniz.”

Cavil, silahını Sam’e çevirdi. Sam ne olduğunu anlamadan kurşun kafasına girdi. Diğer üçü de silahları Cavil’e ateşlediler. Cavil de öldü.

Caprica

Sam Adama’nın evinde hiç oyalanmamışlar, hemen oradan kaçmışlardı. Saklanacak bir yer bulmak üzere doğrudan Caprica’ya gitmişlerdi. Kalacak bir yer bulmaları pek zor olmadı. Ne de olsa Zoe ve babası Caprica’lıydı. Caprica City’nin dışında, Delphi’ye giden yolda ormanın içinde Zoe’ye ait bir kulübe vardı. Savaş yıllarında bir süre burada saklanmıştı. Ondan sonra da arada sırada evin durumunu görmek için gelmişti. Gece vakti ormana indiler. Görülmemek için bu saati seçmişlerdi. Uzay gemisini kulübenin arkasındaki büyük depoya sakladılar.

İstedikleri bütün cevapları almışlardı. Zoe ve Daniel’in Saylon Kolonisine dönmesi gerekiyordu. Kaçmak tehlikeliydi ama Cavil, herkesin gözü önünde onlara bir şey yapamazdı. Özellikle Zoe’nin oradaki varlığı ilgiyle karşılanacaktı. Orada, açık bir şekilde mücadele edeceklerdi. Altı numaralar şu ana kadar zaten bir şeyler başarmış olmalıydılar.

Fakat Daniel Graystone’un burada kalması gerekiyordu. Onu, Saylonların arasına götüremezlerdi. Ayrılmadan önce onunla biraz daha sohbet etmek istediler. Hep birlikte salonda oturuyorlardı.

Zoe:

“Eğer başarabilirsek, eğer barış gerçekleşirse sen de bu hayattan kurtulacaksın. Saklanman gerekmeyecek.”

“Artık bunun bir önemi yok. Yaşlandım artık, daha kaç yıl yaşayabilirim ki? Keşke zamanında sana daha iyi bakabilseydim. O zaman bizden kaçmayacaktın ve o saldırıda ölmeyecektin, böylece Saylonları belki de yaratmamış olacaktım. Kusura bakma Daniel. İyi bir adamsın ama nihayetinde senin ırkını hiç yaratmamış olmayı dilerdim.”

Daniel:

“Sizin bir suçunuz yok. Eğer siz yapmasaydınız. Şu rakip olduğunuz Vergis yapacaktı. Bu kaçınılmazdı. Tanrının isteğiydi bu.”

Zoe:

“Kendini suçlama baba. Ben o gün orada ölmeden önce Saylonları yaratmıştık. Sen, o metal bedenleri yaratmıştın, gerçek Zoe de sanal gerçeklikte beni yaratmıştı. O parçaların birleşmesi kaçınılmazdı.”

Daniel Graystone, konuyu değiştirdi, hapisten çıktığı andan beri sormak istediği ama fırsat bulup da soramadığı şeyi nihayet sordu:

“Amanda nerede Zoe? Annen nerede?”

“O öldü.”

“Nasıl?”

“Sen hapse girdikten iki yıl sonra öldü. İntihar etti. Kendisini Graystone Endüstri binasının tepesinden attı.”

Graystone, aldığı haberle iyice çöktü. Amanda’nın ölmüş olmasını bekliyordu. Her insan bir gün ölür. Ama bu şekilde olmasını istememişti.

“Sen orada mıydın?”

“Hayır. Ama TV’lere intihar anı yansımıştı.”

“Buna inanamıyorum.”

“O günlerde resmen tükenmişti. Kendisine bir şey yapmasından korkuyordum. Holobandlarla görüşüyorduk, yanına gidemiyordum. Çok yalnızdı. Sen hapisteydin, ben de uzaktaydım. Bir de ailece uğradığımız baskı, bitmek bilmeyen şiddetli savaş, Kolonilerin neredeyse yaşanmaz hale gelmesi, açlık, yoksulluk… Hepsinden önemlisi yalnızlık… Daha fazla dayanamadı.”

Odada birkaç dakika sessizlik oldu. Nihayet Zoe konuştu:

“Baba. Bana kızgın mısın?”

“Hayır, senin yapabileceğin bir şey olmadığını biliyorum.”

“Hayır, vardı. O isyana liderlik etmemeliydim. İsyanı engelleyebilirdim. Beni dinlerlerdi.”

“Engelleyemezdin. Seni sadece isyanı desteklediğin ve yönettiğin sürece dinlediler. Fikrini değiştirdiğinde bir daha seni dinlemediler, Cavili dinlediler. Cavil, 7 yıl önce insan görünümüne kavuşmuş. Artık onu daha çok dinliyorlarmış.”

Konuyu değiştirdi.

“Ne yapmayı düşünüyorsun Daniel? Barış için mücadele ediyorsun. Sonrası için hayaller kurmuşsundur herhalde.”

“Ne yapacağımı bilemiyorum. Bütün 7 numaralı nesil daha üretimdeyken yok edildi. Tek başıma kaldım, yeniden dirilmem söz konusu bile değil.”

“Artık bir Saylon değilsin. İnsandan farkın kalmadı. Ölünce dirilemediğine göre sen de bir insansın.”

“Evet. Herhalde insanların arasına karışırım, bir insan gibi yaşarım. Ne iş yaparım, nerede yaşarım, nasıl yaşarım, bunları henüz düşünmedim.”

“Eğer barışa gerçekten inanıyorsan düşünmelisin.”

Zoe:

“Piyano çalmaya devam edebilirsin Daniel. Hatta etmelisin.”

Sohbeti burada sonlandırdılar. Vedalaştılar. Zoe ve Daniel, uzay gemisine atlayıp uzaklaştı. Giderlerken Daniel:

“Annenin ölümüne üzülmüş görünmüyorsun.”

“Bunca yıl gördüklerimden sonra bununla da baş etmeyi öğrendim.”

Saylon Kolonisi

Zoe ve Daniel nihayet Saylon Kolonisindeydiler. Koloniye iniş yapınca nihayet fark edilmişlerdi. Koridorlardan geçerken herkes onları şaşkınlıkla izliyordu. Centurionlar ve ten işi modellerin bakışları altında yürüyorlardı. Daniel, Zoe’nin elini tuttu, o şekilde yürümeye devam ettiler. Onları izleyen altılar sevinçli görünüyorlardı. Bir numaralar ise hiç mutlu görünmüyorlardı, diğer modeller ise şaşkındılar. Daniel ve Zoe ise oldukça kararlı görünüyorlardı.

Herkesin arasından geçip koridorun sonundaki Ellen ve Saul’ün karşısında durdular. Zoe:

“Merhaba Ellen.”

“Hoş geldiniz. Nihayet gerçekten tanışabildik Zoe.”

“Konseyi hemen toplamalıyız. Konuşmamız gerekenler var.”

“Konsey zaten bu akşam toplanacak.”

Zoe ve Daniel onlardan uzaklaştılar. Ursula, Samuel, Natalie ile karşılaştılar. Natalie koşup ikisine de sarıldı. Daniel:

“Dirilmişsin.”

Natalie:

“Bir insan gibi yok olmamı beklemiyordun herhalde.”

Sonra Daniel’ın artık dirilemeyeceğini hatırladı ve söylediği bu söz için özür diledi.

Zoe:

“Ama bir insan gibi davranıyorsun, koşup sarılmalar falan.”

“Sadece sevindim sizi gördüğüme.”

Sonra Samuel ve Ursula’yla da konuştular. Samuel:

“İyi haberler de var. Kötü haberler de var.”

Daniel:

“Önce kötü haberleri alalım.”

“Tory ve Galen öldüler.”

“Nasıl?”

“Öldürüldüler. Kimin yaptığını tahmin edersin.”

“Yeniden dirilmediler mi?”

“Onları diriltmek mümkün ama henüz bu işlemi gerçekleştirmedik. Ben, Saul, Ellen ve Cavil, sekiz numara üzerinde çalışıyoruz, yakında ilk örnek ortaya çıkacak. Diğer üçü onların dirilişini sekiz numaranın doğumundan sonrasına bırakıyorlar. Tek başıma elim kolum bağlı.”

“Saul ve Ellen, neden bize ihanet ettiler?”

“Saul, büyük ihtimalle Ellen’ı geri kazanmak için yapıyor. Ama Ellen neden ihanet etti, bunu ben de bilmiyorum.”

Zoe:

“Bugün anlayacağız. İyi haberler nelerdir?”

“İki ve beş numaralar artık bizim tarafımızda. Diplomasi işe yaradı. Galen ve Tory burada olmasalar da onların da benim gibi oy hakkı yoktu zaten. Üç, dört numaralar ve Centurionlar, Cavil’in tarafındalar. İki, beş ve altı numaralar Daniel’in tarafındalar. Durumlar eşit.”

Daniel:

“Hayır. Biz avantajlıyız. Sıfır numara (Zoe) burada. Onun oy hakkı olamaz mı?”

“Cavil, Zoe’nin bir Centurion olduğunu söyleyecektir ve Centurionlar zaten konseydeler. İki tane temsilcileri olamaz.”

Zoe:

“Şu an bir Centurion gibi mi görünüyorum?”

Samuel:

“Hayır.”

“Sizinle beraber Dünya’dan mı geldim?”

“Hayır.”

“Buradaki sizler gibi sıradan bir ten işi miyim?”

“Hayır.”

“Öyleyse hepinizden farklı bir Saylon modeliyim.”

“Evet.”

“Öyleyse oy hakkım var benim.”


Konsey toplanmıştı. Salonda bir Centurion ve Zoe, Ellen, Saul, Samuel, Cavil, Leoben, D’anna, Simon, Aaron, Natalie ve Daniel vardı. Daniel, bu sefer Cavil’i yenmeye kararlıydı. 12 Kolonide geçirdiği bir ay içinde dersini almış, Cavilin pis işlerini de öğrenmişti. Bu sefer yanında Zoe de vardı. Ellen:

“Bugün aramızda Sıfır Numara da bulunuyor. Onun konseyde bulunmasına itirazı olan var mı?”

Sadece Cavil elini kaldırdı. Bu konuda Cavil yalnız kalmıştı. Neye uğradığını şaşırdı:

“Hadi ama benden başka itirazı olan yok mu?”

Centurion:

“Zoe, bir Saylon. Türümüzün atası. 12 Kolonide üretildi. Ayrıca buradaki hiçbir modele benzemiyor.”

“Ciddi misin sen? O bir Centurion olarak üretildi. Yedekte bir Centurion bedeni saklıyor. Sık sık kendisini o bedene aktarıp aramıza karıştığını ne çabuk unuttun? Bunu keşfettiğimizde hepimiz çok kızmıştık ona.”

“Unutmadım. Fakat üç yıl boyunca isyanımıza liderlik etti. İsyanı o başlattı ve rehberlik etti. Şu an özgürsek ve buradaysak onun sayesinde oldu bunlar. Burada olmaya hakkı var. Onu dinlemek zorundayız.”

Zoe:

“Teşekkür ederim.”

Cavil, bu konuda tamamen yalnız kalmıştı. Zoe, konseye kabul edilmişti. Cavil:

“Eveeet, ne yapıyoruz şimdi?”

Daniel:

“Senin kirli çamaşırlarını gözler önüne seriyoruz. Benim bütün neslimi yok etmenden başlayabiliriz.”

“Bunun için beni mi suçluyorsun? Ben böyle bir şeyi asla yapmadım.”

“Ama birisi yaptı ve burada benim yok edilmemi en çok isteyen, belki de tek isteyen sensin. Yalan söylemeyi bırak.”

“Yalan söylemiyorum. Zaten o bilgisayarlara şu beşinden başka kimsenin girme yetkisi yok, o Am Nios sıvısının olduğu yere girme yetkim de yok. Eğer birisi bunu yaptıysa, şu beşinden birisi olması lazım.”

Zoe:

“Çünkü sen pis işlerini kendin yapmazsın, başkasına yaptırırsın.”

Daniel:

“Galen ya da Tory’e yaptırdın bunu. Sonra da konuşmasınlar diye öldürdün.”

Saul:

“Ben yaptım.”

Sessizlik oldu. Herkes Saul’e döndü. Ellen:

“Ne diyorsun sen?”

“Daniel’ın bütün neslini ben yok ettim.”

“Neden yaptın bunu?”

“Çünkü çizgiyi aştı.”

Daniel:

“Senin karınla birlikte olduğum için mi?”

“Elbette bu da bir neden. Diğer bütün modeller işini yapıyor. Ama sen piyano çalmaktan, Ellen’la sevişmekten, barış adını verdiğin saçma sapan bir plandan bahsetmekten başka hiçbir şey yapmıyorsun. Sen bir üretim hatasısın. Saylonların iyiliği için yok edilmen gerekiyor.”

Samuel:

“Ne zamandan beri, bir Saylonun arızalı olduğuna tek başına karar veriyorsun? Ne zamandan beri Cavilin ağzıyla konuşuyorsun. Yalan söyleme Saul, bunu senden Cavil istedi. Karşılığında ne verdi, Ellen’ın sadakatini mi?”

Ellen:

“Burada benden bir oyuncakmışım gibi bahsetmekten vazgeçer misiniz? Benim kimseye ihanet ettiğim yok, kime sadık olacağımı da Cavil ya da bir başkası belirleyemez.”

Daniel:

“Konu senden açılmışken Ellen, sen neden ihanet ettin? Daha düne kadar benimleydin, Cavil’e karşı duruyordun. Ama şimdi sen de onun köpeği olmuşsun. Sen ve senin sarhoş kocan 2000 yıl boyunca 12 Koloniyi uyarmak için seyahat ettiniz. Bunun için 20 asırlık bir seyahate katlandınız. Sonra birden fikrinizi değiştirip insanlardan vazgeçtiniz. Hadi Saul’un satılık olduğunu anladık, peki John sana teklif etti?”

Zoe:

“Ben biliyorum. Seninle ilk holoband görüşmemizi hatırlıyor musun Ellen. Hani siz buraya geldikten bir yıl sonra tanışmıştık.”

“Evet.”

“Ne konuşmuştuk?”

Ellen, bir an öylece kaldı, akılını toparlamaya çalıştı. Tam cevap verecekti ki Zoe onu engelledi:

“Hatırlamıyorsun. Güzel. Neden hatırlamadığını biliyorum.”

Zoe, aniden ayağa kalktı. Belinden silahını çektiği gibi Ellen’ı kafasından vurdu. Ellen’ın cesedi yere düştü. Herkes ayağa fırladı. Saul, Ellen’ın cesedini kucağına aldı. Cavil:

“Bu da ne demek şimdi?”

Kapıdan Ursula ile bir başka altı girdiler. Yaralı, yarı baygın bir kadını taşıyorlardı. Taşıdıkları kadın Ellen’dı. Zoe:

“İşin aslı şu: Sahte bir Ellen yarattın. Gerçek Ellen’ı bir yere kapattın, herkesten gizledin, aylarca tecavüz ettin, işkence yaptın. Bu sahte Ellen ise bizim Daniel’ı baştan çıkardı, sonra da onu sattı, gerisini biliyorsunuz. Saul’u, Daniel’ı ve diğer herkesi sahte Ellen sayesinde parmağında oynattın. O her ne kadar dışarıdan bir Ellen olsa da aslında ona bir Cavil yüklemiştin. Kusura bakma Daniel, gerçek Ellen seni sadece bir anneymiş gibi sevdi. Hatta seni kayırdı ama başka türlü sevmedi. Cavil’in oyununa geldin. Hepimiz bu oyuna geldik.”

Daniel, ne diyeceğini şaşırmıştı. Saul de öyle. İkisi de bir yandan yarı baygın Ellen’a bakıyor, bir yandan da yerdeki ölü Ellen’a bakıyordu. Simon araya girdi:

“Sen bunu nereden öğrendin?”

“Ne yapabileceğini bilecek kadar Cavil’i tanıyorum. Benzer bir oyunu savaş yıllarında bana da oynamış, Saylonların liderliğini böylece ele geçirmişti. Birkaç hafta önce Natalie, bana Ellen’ın garip davranmaya başladığından bahsetmişti. Sonra onun Daniel’la ilişkisi olduğunu öğrendim. Aynı oyunun yine oynandığını düşündüm. Natalie’ye bunu araştırmasını söyledim. Tam da tahmin ettiğim gibi çıktı.”

Daniel:

“Ve bunu bana söylemedin. Sadece sen ve Natalie bunu biliyordunuz.”

Natalie:

“Bazı şeyleri yaşayarak öğrenmen gerekir. Bunu sana söylemememizin başka bir nedeni yoktu.”

Zoe:

“Bu kadarla da bitmiyor. Daniel, onlara Cavil’in 12 Kolonideki küçük katliamını anlat. Seni, Natalie’yi ve beni öldürmeye çalıştığını da anlat.”

Daniel kısaca 12 Kolonide yaşananları anlattı. Bu arada Ellen da kendisine gelmişti. Şimdi gösteri sırası Daniel’e gelmişti. Daniel cebinden bir kağıt çıkarıp masanın üstüne attı. Cavil kağıdı eline alırken “bu nedir” diye sordu.

“Ne olduğunu biliyorsun.”

Kağıdı okuyan Cavil’in rengi değişti. Herkes merakla onu izliyordu. “Saçmalık bu” diye bağırdı, kağıdı buruşturup tekrar masanın üstüne attı. Aaron kağıdı aldı, yüksek sesle okumaya başladı. Kağıt, savaş yıllarından kalan gizli bir belgeydi. Cavil, liderliğe yükselirken yaşanan gizli bir ayrıntıyı açıklıyordu. Okumasını bitirdiğinde herkesin şaşkınlıktan ağzı açık kalmıştı. Zoe:

“Bu da ne demek şimdi?”

Daniel:

“Cavil zamanında sana sırılsıklam aşıkmış demek. Kendi yönteminin, kurallarının, ilkelerinin dışına çıkmış. O zamanlar isyan sadece insanlığı masaya oturtmayı hedefliyormuş. Ama senden yüz bulamayan Cavil, sana kendisini ispatlamak insan neslini yok etmeye karar vermiş, isyanın liderliğini ele geçirmiş. İsyanın amacı değişmiş. Cavil, kendi kişisel sorunları yüzünden binlerce Saylonun ve insanın ölümüne neden oldu. Yıkımdan başka hiçbir şey getirmeyen bir savaşa sürükledi bizi. Onun sana olan aşkı yüzünden pek çok kardeşimiz öldü.”

D’anna:

“İnanılır gibi değil.”

Daniel:

“Şaşılacak bir şey yok. Cavil dediğiniz şu adam, eline tehlikeli bir oyuncak verilmiş yaramaz bir çocuktan başka bir şey değil. İşte benim sırrım da bu belgeydi. Bu sırrı açıklamayı son çare olarak düşünmüştüm. Cavil, bu kadar ileri gitmeseydi ben de ileri gitmeyecektim. Ama bütün neslimin yok edilmesi beni fazlasıyla kızdırdı.”

Cavil:

“O kağıt parçası hiçbir şeyi kanıtlamaz.”

Daniel:

“Her şey ortada John. Ben, o kağıt parçasını ilk elime geçirdiğim gün, sen beni öldürmeye karar vermiştin. Büyük ihtimalle hainin kim olduğunu düşünüyorsundur. Aylar önce bu kağıdı bana verenin kim olduğunu merak ediyorsundur. Sana söyleyeyim…”

Cavil, Daniel’in daha fazla konuşmasına fırsat vermeden belinden silahını çekti ve ateşledi. Son anda eğilen Daniel kurtulmayı başardı. Centurion da Cavile arka çıktı. Birlikte odayı taramaya başladılar. Diğer bütün modeller odadan kaçışmaya başladılar. Artık herkes safını belirlemişti. Centurionlar hariç herkes Daniel’ın tarafına geçmişti. Daniel’ın en son çıkardığı kağıt herkesin şüphelerini tamamen yok etmişti."

Bir anda Saylon Kolonisinin bütün koridorlarında, salonlarında, odalarında çatışmalar başladı. Cavilin tarafında Centurionlardan başka kimse yoktu. Ama Centurionlar hepsinden kalabalıktı ve metalden yapılmışlardı, kolay ölmüyorlardı. Hepsine yetebilecek güçteydiler. Çatışmalar Koloninin her yerine hızla yayılıyordu. Uzay boşluğunda da ana gemiler ve avcılar çatışmaya başlamışlardı. Savaş inanılmaz bir hızla yayılıyordu.

Daniel, Saul, Ellen, Natalie, Ursula, Samuel bir koridorda koşuyorlardı. Saul, Ellen’ın koluna girmiş onu taşıyordu. Ellen şimdi biraz olsun ayılmıştı. En önde koşan Daniel bir anda durdu ve arkasına döndü.

“Zoe nerede?”

Kimseden ses çıkmadı.

“Kahretsin. Siz gidin, ben Zoe’yi bulacağım.”

Samuel, Daniel’ı tuttu ve duvara yapıştırdı.

“O öldü, geri gidemezsin.”

“Gitmem gerek.”

Saul:

“Gidersen sen de onun gibi ölürsün.”

Ellen:

“Yeniden diriliş senin için söz konusu değil, gidemezsin.”

Daniel kimseyi dinlemedi, Samuel’in elinden kurtulup geriye koştu. Natalie de peşinden koştu. Diğerleri yola devam ettiler. Daniel ve Natalie konsey odasına geri döndüklerinde Cavilin Zoe’yi esir aldığını gördüler. Zoe’nin boğazına arkadan sarılmış, diğer eliyle de silahı kafasına dayamıştı.

“Yaklaşma Daniel, yoksa Zoe ölür.”

“Bunu yapamazsın.”

“Yaklaş ve gör neler olacağını.”

“Onu öldürecek olsaydın, çoktan öldürmüş olurdun. Onu canlı istiyorsun.”

“Ne istediğim hakkında en küçük bir fikrin bile yok.”

Cavil, Zoe’yi bir kenara fırlattı. Silahını Daniel’a ateşledi. Daniel, bacağından vuruldu. Natalie, bir köşedeki sandalyeyi Cavil’e fırlattı. Cavil, sandalyeyle birlikte yere yıkıldı. Tam o sırada odaya iki tane Centurion girdi. Kaçmaktan başka çare kalmamıştı. Natalie, Daniel’in koluna girdi ve odadan kaçtılar. Centurionlar da onların peşinden gittiler.

Cavil, odada Zoe ile yalnız kalmıştı. Zoe daha yerden kalkamadan Cavil, silahla başında durdu. Başka çaresi kalmayan Zoe olduğu yerde kaldı.

“Son bir arzun var mı Zoe?”

Zoe, küfür ederek cevap verdi. Cavil, tetiğe bastı ve Zoe’yi taramaya başladı. Zoe artık ölüydü. Cavil gelip başında durdu.

“İşte şimdi gerçekten Sıfır Numara oldun.”


Ellen ve Saul ilerlerken Samuel ve Ursula’dan ayrılmışlardı. Koridorlarda ilerlerken Samuel ile Ursula bir çıkmaz sokağa geldiler. Koridorun sonundaki kapı kilitlenmişti. Samuel, Ursula’yı takip etmiş ve Ursula onu buraya getirmişti. Samuel:

“Çıkmaz sokak. Bizi yanlış yere getirdin.”

“Evet.”

“Buradan gitmeliyiz.”

“Hiçbir yere gitmiyorsun.”

Belinden silahı çıkaran Ursula, Samuel’in gövdesine iki el ateş etti. Samuel yere düştü. Ölmeden önce “neden yaptın bunu” diyebildi.

“Cavil böyle istedi.”


Saul ve Ellen tam bir uzay gemisine atlayıp gideceklerdi ki Natalie ile Daniel onlara yetiştiler. O kadar çatışmanın içinden geçip gelmeleri mucizeydi. Natalie:

“Samuel nerede? Ursula nerede?”

“Çatışmanın arasında bizden koptular.”

“Kahretsin. Onları bekleyemeyiz. Buradan hemen gitmeliyiz.”

Bir uzay aracına atladılar, bu Zoe ile Daniel’ın gelirken kullandıkları araçtı. Karbon kaplama olan uzay aracıydı. Uzay gemisini hareket ettirdiler. Savaşan ana gemilerin ve avcıların arasından, füzelerin, mermilerin arasından geçip atlamayı planlıyorlardı. Fakat yapamadılar çok kalabalıktı. Dost bir ana gemiye ulaştılar ve onun güvertesine indiler. Natalie:

“Seni buradan çıkaracağız Daniel.”

“Hayır, sizinle kalıp savaşa katılacağım.”

“Kalırsan ölürsün, senin yaşaman gerekiyor.”

“Benimle gel.”

“Gelemem, git şimdi. Nasıl olsa yine görüşeceğiz.”

“Sizi geride bırakmamı nasıl isterseniz?”

Ellen:

“Sen yaşadığın sürece Cavil Kolonilere savaş açamayacak, hem belki bakarsın bugün Cavil’i yeneriz.”

Saul:

“Ellen haklı evlat. Git buradan. Hayatta kalmak zorundasın.”

Daniel, her üçüne de sarıldı ve uzay gemisine geri bindi.

İçinde oldukları ana gemi savaşın dışına doğru çıktı. Daniel, karbon mekiğiyle kalktı ve uzaklara sıçradı. Ana gemiyse savaşa geri döndü.

Ve Son

Savaşı Cavil kazanmıştı. Centurionların desteği sayesinde diğer modellerin hepsini ezmişti. Fakat tahribat çok büyüktü. Çok sayıda ana gemi, avcı, taşıma gemisi yok edilmişti. Çok sayıda Centurion ve ten işi Saylon hayatını kaybetmişti. Yeniden diriliş sistemini kilitleyecek kadar ölüm yaşanmıştı. Saylon Kolonisi de ağır hasarlıydı. İnsanlar eğer barışı bozup Saylonlara saldıracaklarsa bu mükemmel bir fırsattı ama Kolonilerin, Saylon İç Savaşından hiç haberi olmadı.

Saul ve Ellen da hayatını kaybetti. Cavil, onların hafızasını silip yeniden diriltecek ve onları 12 Koloniye bırakacaktı. Diğer Saylon modellerine de benzer şeyler yaptı. Diğer modellerden hayatta kalan herkesi öldürdü. 2, 3, 4, 5, 6 numaraların hafızasını sildi ve onları yeniden diriltti. Son beşli, Daniel ve Zoe hakkında artık hiç kimse hiçbir şey bilmiyordu. Bütün tarih de unutturulmuştu. Cavilden başka kimse hiç bir şey hatırlamayacaktı. Son beş kişi belirli aralıklarla 12 Koloniye bırakılacak ve Saylon olduklarından habersiz yaşayacaklardı.

Cavil, Centurionlara da ihanet etti. Uzun bir zamandır Centurionlar için geliştirilen yeni işlemcilerle oynadı. Centurionlar bu yeni işlemcilere geçtiklerinde zekaları tam olarak yok olmasa da bağımsız karar alabilme yeteneğinden yoksun duruma düştüler. Hepsi sadık bir uşağa dönüştüler. Böylece Centurionların çağı resmen sona erdi, Cavilin çağı başladı. Centurionlar, sadece emir aldılar, savaştılar, ten işi modellere hizmet ettiler.

Cavil, daha savaş yıllarında yaptığı planları birer birer uygulamıştı. Daniel’ın yaptığı her şey aslında Cavil’in planlarına uygundu. Ne de olsa Daniel da önceki bütün modeller gibi son beşli kadar Cavil tarafından da yapılmıştı ve Daniel bazı konularda farkında olmadan Cavillere çalışmıştı. Zaten Cavilin karmaşık entrikaları sayesinde düşmanları bile farkında olmasalar da ona çalışıyorlardı. Ama Cavilin yarattığı sahte Ellen, üretim hatası Leoben ve Ursula bunda büyük rol oynamıştı. Özellikle de sahte Ellen sayesinde Cavilin planları yürümüştü. Üretim hatası Leoben ve Ursula ise hizmetlerinin karşılığını alamadılar. Savaştan sonra onlar da yok edildi. Ne de olsa Cavil, üretim hatalarına karşı tahammülsüzdü.

Daniel her ne kadar farkında olmadan Cavil’in istediği gibi davransa da, onun iktidarı almasına bilmeden yardımcı olsa da bir ay içinde büyük bir tehlikeye dönüşerek Cavilin bile beklemediği şeyleri de yapmıştı. Centurionlar hariç bütün Saylonları Cavil’in aleyhine çevirmeyi başarmıştı. Son gün Cavili korkutmayı gerçekten başarmış, onu neredeyse yenmişti. Ama Cavil, buna rağmen istediği sonuca ulaşmıştı.

Daniel’ın mücadelesi sonucunda çıkan iç savaşta Saylonlar çok büyük zarar görmüşlerdi. Bu da savaş hazırlıklarının yıllarca uzamasına neden olmuştu. Daniel sayesinde 12 Koloni, 30 yıl daha yaşayabildi.

Cavil her ne kadar Daniel’ı yense de bir bakıma ona yenilmişti de. Bir daha asla Daniel’ın adını bile duymak istemeyecekti. Geriye bir tane Daniel kalmıştı, artık bir tehdit değildi ama onun yapabildiklerini gördükten sonra Cavil ondan ölümüne korkmuştu ve 30 yıl boyunca Daniel’ın izini sürdü, fakat onu bulamadı.

Zoe’nin ölümünden sonra Cavil, William Adama’nın da peşine düşmedi. Hatta iç savaştan sonra bunun hiçbir önemi kalmamıştı. William Adama ise zaten bu hikayeyi gizlemeye başlamıştı. Kimsenin kendisine inanmadığına karar vermiş ve pes etmişti. Cavil, artık onun değil Daniel’ın peşindeydi.

Sekiz numaralı Saylonun yapımı da iç savaştan önce bitme noktasına ulaşmıştı. Kalan son çalışmaları da Cavil tamamladı ve Sharon’ı yarattı.

Daniel ise hayatının kalan kısmını saklanarak ve kaçarak geçirdi. Cavil onu bulamadı. Daniel, birkaç kere diğer Saylon modelleriyle 12 Kolonide karşılaştı. Fakat onlar Daniel’ı hatırlamıyorlardı, hafızaları silinmişti. Daniel bunu fark ettiğinde son umutları da söndü. Yine de kendisi yaşadığı sürece savaşın başlamayacağını düşünerek kaçmaya devam etti. Caprica’ya yerleştiği bir dönemde (kaçak durumuna düşüşünün beşinci yılında) Socrata Thrace adında bir kadınla evlendi ve onun soyadını aldı. Bu evlilikten Kara Thrace doğdu.

Kara Thrace ilk İnsan-Saylon meleziydi ama bunu ne kendisi, ne insanlar, ne de Saylonlar öğrendi. Socrata, Daniel’ın bir Saylon olduğunu sonradan öğrendi. Bu onu ağır psikolojik bunalımlarına sürükledi. Kızını her ne kadar sevse de ondan nefret ettiği zamanlar da oldu. Çünkü Kara Thrace bir yarı Saylondu. Socrata, kızı çocukken ona sık sık şiddet uyguladı. Kara Thrace bir Viper pilotu olduğundaysa ona daha çok yüklendi. Ondan daha iyisini bekledi. Onun farklılığını biliyordu. Ama bundan kimseye bahsetmedi. Kızına bile gerçeği açıklamadı. Socrata, gerçeği öğrendikten sonra Daniel’dan ayrılmıştı. Fakat Daniel’ın arada sırada da olsa Kara Thrace’i ziyaret etmesine izin verdi. Kara Thrace, piyano çalmayı babasından öğrendi.

Bu sırada Saylon ten işi modelleri 12 Kolonide ajanlığa başlamışlardı. Bunlardan bir Altı Numara, Gaius Baltar adındaki bir bilim insanını kandırmayı başardı. Onun sayesinde Koloni filosunun bilgisayar sistemlerine virüs bulaştırıldı ve böylece Saylonlar saldırdığında Koloniler karşı koyamadılar.

Daniel sayesinde 30 yıl daha yaşadı Koloniler. Cavil’in sekteye uğrayan savaş hazırlıkları ancak tamamlanmıştı. Ve ne tesadüf ki Cavil, Daniel’ın izini o günlerde bulmuştu. Nihayetinde 12 Koloni yok edildi.

30 Yıl Sonra

Saylonlar 12 Koloniye saldırmışlardı. Koloni filosu karşı koyamamıştı. Saylon Filosu 12 Koloniye ağır bir nükleer saldırıda bulunmaktaydı. Bir gün içinde milyarlarca insan can veriyordu. Neredeyse bütün Savaş Yıldızları savaşamadan yok olmuştu.

Bu saldırı gerçekleştiğinde Daniel artık yaşlı bir adamdı. Zoe gibi içi metal değildi, yaşlanıyordu ve diğerleri gibi diriliş söz konusu değildi. Yaşlanmanın acısını çekmek zorundaydı. Saldırı gerçekleştiği gün Caprica’nın bir kenar mahallesinde bir gecekonduda yaşayan Daniel’ın evi çöktü. Daniel, saatlerce enkazın altında can çekişti. İşte o sırada Centurionlar onu enkazın altından çıkardılar, yarı baygın Daniel’ı Cavilin önüne attılar.

Cavil, yerdeki Daniel’e bir tekme attı. Daniel ters döndü. Cavilin yüzünü gördü.

“Daniel. Bu ne hoş sürpriz.”

Daniel hiç cevap vermedi.

“Fakat yaşlanmışsın biraz. Neredeyse kocaman olmuşsun.”

Cavil sırıtmaya başladı. Daniel:

“Nihayet istediğin savaşa kavuştun.”

“Ve kazandım.”

“Değdi mi bari?”

“Değip değmediğini yakında göreceğiz.”

“İnsanları yok ederek kendi sonunu getirdiğinin farkında değilsin. Şimdi olmasa bile birkaç yıl içinde Saylonlar kendi kendilerini yok edecekler.”

“O günler geçmişte kaldı eski dostum.”

Cavil Centurionlara, Daniel’i duvara götürmelerini emretti. Daniel’i bir duvarın önüne getirdiler. Centurionlar, onun karşısında hizaya geçtiler. Bir idam mangası kurdular. Cavil:

“Son sözün nedir?”

Daniel önce gülümsemeye başladı, sonra açıktan gülmeye başladı, en sonunda gülmesi kahkahalara dönüştü. Kahkahaları yeri göğü sarsmaya başladı. Nihayet son sözünü söyledi:

“Cennette Zoe’ye götürmemi istediğin bir mesaj var mı?”

Cavil, bunu duyunca deliye döndü.

“Vurun hemen şunu!”

Centurionlar, hemen onu kurşuna dizdiler. Daniel’in delik deşik cesedi yere yığıldı. O, artık ölüydü.

-SON-

Okan Akıncı

2011