Şehretün-Nar ve Gariban Adam

Uzun zaman sonra yazdığım bir öykü, sürç-i lisan edersek affola, herkese keyifli okumalar dilerim.

Ekseni kaymış bir dünyanın üzerinde, insanoğlu haritasının olmadığı bir dönemde yaşayan gulyabaniler, inler, cinler, periler, hüddamlar, arafiler, büyücüler ve şeş gülistan taifesinin garabet mi garabet hatıratlarından bir parçadır bu eser-i umumiye. Gaybı’nin derdini sormaktan bile bi haber olan Bab-ı Âli’nin taifesi, zevk ile cümle alemin tüm dansözlerini, hancılarını ve şarapçılarını şehirlerinin derelerinin yataklarına davet ederiken günlerden bir gün garip mi garip, yoksul mu yoksul bir fukara, evindeki son yudum suyunu biricik oğluna içirip, kendini yollara nakşeylemişti. Uzun bir yola çıkıyordu, oğlunu konu komşuya emanet etti ve vurdu kendini baş şehrin yollarına. Zira evinin beti bereketi, ârı namusu bozuluğundan beri kaçmış durumdaydı.

Bu melek oğlunun annesi, hiçlik dağının etrafında dolaşıp, kendisi ve gariban adam öldüğünde oğlunun yalnız kalmaması için bilinen tüm tanrılardan yardım dilenirken Şehretün-Nar tarafından alıkonulmuş, hem bu dünyadan cinler alemine göçmüş, hem de dünyadaki evinin tüm rızkını ilelebet lanetlenmesine sebep olmuştu. Gariban adam, kıymetli sadrazam efendinin kaleminin uşağı uzaktan amca çocuklarıydı. Bir medet ummak, aman dilemek için amcaoğlunun yanına varacak, kulu kölesi olmaya and içecek edecek, gerekirse o lanet karının ruhunun yanmasını bile kabul edecek, lakin evinin bereketini tanıdığı büyücüleri araya sokmasını ve biricik oğlu ile birlikte yaşadığı evinin tekrar betine ve bereketine kavuşmasını sağlamasını niyaz edecekti. Biliyordu, gelen lanet Şehretün-Nar’dan gelmiş, şu düz dünyanın hiçbir büyücüsü onunla uğraşmak istemeyecekti. Ancak ve ancak Sadrazam efendinin, kaleminin Uşağı gibi bir güç arkasında olursa büyücüleri ve hüddamları ikna edebilirdi. Belki de Sadrazam efendinin kaleminin karşısına bile çıkabilirdi. Mutfakta bulaşıkçılık yapar, bir fırsat bulup onunla bile görüşebilirdi.

Az gitti, uz gitti, gece gitti, gündüz gitti, dereleri aştı, tepelerden taştı, tüm düz dünyanın bir ucundan öteki ucuna gitmek için yolun ortasına kadar vardığını düşündü. 3 gün 3 gece uykunun adını bile hatırlamamışken, bir çeşmenin başına vardığında sanki üstüne peri tozu serpilmiş gibi olduğu yerde bayılayazdı. Dünya gözünün önünde dönüyor, sanki üstüne bastığı toprak ayaklarının altından çekiliyor gibiydi. Çeşmenin yalağı boş, içi de pamuklarla doluydu. Gözlerine inanamıyordu lakin ruhu da o yalaktan bozma yatağa uzanmak için de zihnini oldukça zorluyordu. Daha fazla dayanamadı, ruhunu pamuktan yalağın içindeki perilere sattı. Pamukların üstüne uzandığı anda içini kaplayan huzur başına gelen tüm melanetleri, oğlunu, karısını ve cinleri unutturmaya yetmiş, bir anda yarım ölümün kollarına kendini bırakıvermişti. Kim bilebilirdi ki, bu ölümün yarımdan biraz daha fazla olacağını…

Fukara adam gözlerini açtı, az önce yattığı, şimdi ise uyandığı yerin bir yalak değil, bir taht olduğunu gördüğünde dili tutuldu, rengi soldu, hatta tebaası onun önünde diz çökmüş, onun uyanmasını beklerken ne kadar evhamlandıklarını görünce uşaklarından hemen bir ökse otu şurubu istedi. Zira tansiyonu düşüyor, bu hayatın onun hayatı olmadığını biliyordu lakin, bir taraftan da uşaklarının, bu hayatındaki karılarının ve çocuklarının adını bile hatırlıyordu. Kafası iyice karışan padişah, zemzem sularını koynuna döküp, tekrardan derin bir uykuya daldı ve üç gün üç gece o rahatsız tahtında uykusundan hiç uyanmadı.

Ne kadar zamanın geçtiğini fark etmeden uyanan kral, garibanlığından her ne kadar nefret etse de, o zamanda kalan oğlunu düşünüyordu. Belki de öteki dünya rüya, burası gerçekti. Ya da gerçek neydi? Padişahken gariban olmanın manası neydi? Ya da gariban iken karısının cin annesi tarafından çalınması ve evinde ne bet ne de bereket kalmaması ne anlama geliyordu? Yoksa bu olanlar Şehretün-Nar’ın oyunları mıydı? Zihni yanacak duruma gelmişti. Artık bildiği tüm Tanrılara yalvarıyordu. Gücünü ve zenginliğini kullanıp, her gün yüzlerce hayvan kurban ediyordu. Lakin garip birşey vardı. Tebaası, padişahın kurban ettiği Tanrıların hiç birini bilmiyordu.

Hizmetliler bu yuvarlak dünyada ne kadar zevkü sefa var ise padişahın önüne döküyor, padişahlarının yüzünün bir gıdım gülmesi için tabiri caizse canlarını ödlere atıp, hallaçlarla yıkıyordu. Acem diyarından nice nice türlü zevceler, daha adem elması batmamış oğlanlar, rakkaseler, zenneler, acureler, türlü miskler, şaklabanlar, türlü şairler, hekimler padişahın önüne sunulmuştu lakin padişah günden güne eriyordu. Zaman herşeye ilaç olacaktı.

Nitekim oldu da. Günler günleri böylece kovaladı, akreple yelkovanın savaşı öyle kızıştı ki, gayb kabile yenildi, habil ise ortadan kayboldu, herkes unuttu, üstünden binlerce yıl geçti, padişah artık bir dedenin dedesinin dedesinin dedesiydi. Lakin hala yaşıyordu, üstelik bir kılıcın tavdan ilk çıkmış hali kadar parlak, keskin ve tutulamazdı. Bu yıllar içinde onlarca savaşa girmiş, bir tanesinden bile yenik ayrılmamış, tüm cümle yuvarlak dünyaya hükmeder olmuştu. Rüyasında yaşadığı gariban hayat, lanetlenmiş karısı ve gariban oğlu artık hatırasında kalmamış, yaşadığı dünyanın zevkini içine çeker olmuştu. Ne kurban kestirir, ne de halkının bilmediği lakin kendinin çok iyi bildiği Tanrıların isimlerini bile anmaz olmuştu. Bir gün sarayının leylak bahçelerinde gezerken gördüğü bir adam ve kadın gözlerinin yerlerinde patlamasına sebep oldu. Karşısında duran kadın gariban hayatındaki karısı, yanında duran ise oğluydu. Koşarak yanlarına gitti, oğlanı kendine doğru çevirip ‘Ne arıyorsunuz burada?’ diye bağırmaya başladı. O an, altındaki dünya bir zelzele ile içine doğru göçmeye başladı, kulağına karısının ve oğlunun kahkahaları ve oğlunun ‘sen annemden bile köpeksin, zevkü sefa için dünyanı yaktın!’ sözleri çınlıyordu. Altından yarılan yerin içine doğru düşerken cümle garabet arkasından bağırıyor, tükürüyor ve taşlar fırlatıyordu. Peri kızları daha hızlı düşmesi için ayaklarından çekiştiriyor, gulyabaniler sopalarını da padişaha doğru fırlatıyordu. Cinler eteklerinin altında defler çalarken, paçalarından yanmaya başladığını hissetti. Nefesi kesildi, ruhunu teslim etmek üzereyken bir anda uyandı.

Gariban adam, sırtı yalağın içindeki beton zemine yaslı bir şekilde uyandı. Nerede olduğunu anlamadan rüya gördüğünü düşünüp zengin hayatındaki uşaklarına seslendi. Lakin sesi ulu ormanın içinde yankılanıp kendisine tekrar geri geldi. O an aklı başına gelen gariban adam, binlerce yılı bir kaç günde hatta belki de bir kaç saat içinde yaşamış olmanın yorgunluğunu tüm uzuvlarında hissetti. Yerinden doğruldu ve etrafına bakındı. Bir kurt gibi açtı, karşısına çıkan bir insan olsa dahi tüm kemiklerine kadar onu yiyebilirdi. O anda tam karşısında, ulu bir çınarın altında yavrularını emziren bir geyik gördü. Heybesinden bıçağını çıkarıp usul usul geyiğe doğru yaklaşırken, ensesine yediği sille ile feryadı bastı. Sille-i tokatı daha kimin nakşettiğini çözemeden yere yığılan gariban adam, arkaya dönmeye fırsat bulamadan bir tokat daha yedi. Yediği tokatların ormanın ruhundan olduğunu anlayan gariban adam, her ne kadar ardına bakmaya korksa da hayvani iç güdülerinden mütevellit tehlikenin kimden geldiğini görmek için ardında endam eden yaratığa bakışlarını çevirdi. Karşısında en fazla bir bülbül boyunda, sarı saçlı, parlak kanatları olan bir insan ucubesi durmaktaydı. Korkuyla haykıran gariban adam, olduğu yere içindeki tüm kötülüğü ve büyük abdestini bırakıp bayılıverdi.

Bayılması ile ayılması bir oldu, gözlerini yamyamların içinde açıverdi. Bu gulyabaniler insan etini kemiğinden sıyırmadan yiyor, ne ateş bilen, ne ahlak bilen bir soydan geliyorlardı. Bunları daha önce cümle düz dünyanın bilge dedelerinden dinleyen gariban adam, kendisini de yiyeceklerinden çekiniyordu. Yaradana sığınıp kaçmaya yeltenecekken gözleri kendi tenine gitti. Yanlarından geçtiği suyun üstüne doğru eğilip kendi suretini izlediği anda, yüzünün, teninin, renginin ve dilinin değiştiğini fark eden gariban adam, artık yamyamlardan biriydi. Köylerine vardıklarında gariban adam hala açlıktan ölmek üzereydi. Annesi olduğunu söyleyen yamyam, adamın önüne bir tane insan kolu atıp bunu yemesini söyledi. Gariban adam oracıkta bayılmak üzereyken, üstüne bir anda gelen deli kuvveti ile, ayakları arkasına değe değe koşmaya başladı. Tam ormanın içine girerken ensesinde hissettiği bir tokat yine onu başka alemlere sevketti.

Karanlığın içinde bir o yana bir bu yana yuvarlanan gariban adam en sonunda bir taşın dibinde durabildi. Her yanı yara bere içindeydi. Kaşlarının altından bile kan geliyor, sanki bir tabur yeniçeriden dayak yemiş gibi tüm kaba etleri ağrıyordu. Allahım nedir benim bu çektiklerim diye düşünürken karşısında bir anda o peri tekrar belirdi. Tokadını yine yüzüne nakşedecekken gariban adam bir anda;

  • Vurma artık, acı bana, ben ne yaptım sana? diye sordu.

Duraklayan peri önce gariban adamı bir süzdü, sonrasında ise sanki haliçe atılmış yemek artıklarına bakar gibi midesi bulanarak adama cevap verdi.

  • Efendimizin dediği adam senmişsin. Ben seni binlerce yıl türlü eziyetlere sokacak olan periyim. Ben senin kendi kıyametin, kendi zehrinim. Bir parçanın dumansız alevle yakılmış, ruha dönmüş, sonra bedene verilmiş ikizinim. Ben peri kızıyım, karının senden intikamıyım! Bre deyyüs, sen kimsin ki bana soru sorarsın?
  • Aman peri kız, ben ne etmişim karıma ki sen onun intikamını alırsın benden? Bir gün bir fiske mi vurmuşum, bir gün kötü söz mü etmişim? Yıllarca bana evlat bile veremedi, bir gün ona bunu mu söylemişim? Etme, eyleme!
  • Sus, arsız, haksız köpek. Sen bilirsin ne ettiğini, o kadının annesine, babasına, dedesine, oğluna ve en çok da kızına!

Peri kızının son söylediği cümle adamın yutkunmasına sebep olmuştu. Bundan bırakın başka birinin haberinin olmasını, karısının bile haberi yoktu. Zaten olsa ne kendisine varır, ne de bugün oğullarının olmasına izin verirdi. Derken peri kızının eli tekrar havaya kalktı, bir anda büyüdü ve adamın tam çenesine iniverdi. Daha peri kızının eli değmeden bayılan gariban adam gözlerini açtığında ise koşuyordu.

Arkasına bakmadan koşan adam bu yaşadıklarını geçmişinden hatırlıyordu. Köylerinin dışında, uzak denizlerin ötesinden gelen bir büyücünün yanına koşuyor, arkasından da babası koşturuyordu. Büyü yapmanın ona günah olduğunu anlatmaya çalışmış, fakat gözü dönen oğluna laf geçirememişti. Evden bir hışım çıkan oğlunun niyetini anlayan adam ardından koşmaya başlamış fakat bir türlü oğluna yetişememişti. Gariban oğlan kahvede duyduğuna göre eğer büyücüye yeterince yaklaşırsa onu engellemeye çalışan ne varsa arkasında bırakır, büyücüden ne isterse istediği gibi yaptırabilmeye fırsat bulurmuş. Lakin bu büyücünün istekleri herkesin kaldırabileceği türden değilmiş ve büyücüyü bulduktan sonra eğer istediklerini yapmazsan kendisiyle birlikte gelmiş geçmiş sahip olduğu ceddinin başına tüm garabet yaratıklarını musallat edermiş. Bunları duyan oğlan sevdası için herşeyi göze alıp büyücünün yanına varmak için evden çıkıp koşmaya başlamış.

Denize yakın bir dağın eteklerine geldiği vakit, daha önce o eteklerden onlarca defa geçmesine rağmen daha önce hiç bu kadar üşüdüğünü hissetmediğini fark eden gariban oğlan, oradaki en büyük girişli mağaranın önünde durup nefeslenmeye başlamış. Derken sırtında bir ürperti hissedip, kulağına ise daha önce hiç bir yerde duymadığı kadar kalın bir ses zerkolmuş.

  • Ne istersin, deli oğlan? Çok mu aradın beni, başına bin bir bela mı istersin?

Gelen sesten oldukça ürken oğlan, korka korka cevap vermeye çalıştı.

  • Ne bela isterim, ne senin musallatını! Ne senden korkarım, ne cinlerinden! Azıcık çekinirin fakat, kim senden çekinmezse ahmaktır zaten. Sevdam için buradayım, kalbimi sökmene de razıyım.
  • Güzel, hazırsın demek. O kızı istiyorsun değil mi?
  • Ee, evet.
  • Çok şey isterim, bana istediklerimi verecek misin? Vermezsen ruhunun en derinlerinde çürüyecek misin? Vermezsen, verdiğim her şeyi senden çalmamıza razımısın?
  • Evet.
  • Peki. Sizi birleştireceğim. İsteklerim şunlardır. İlk isteğim o kızın ilk çocuğudur. Senden olacak ya da başkasından olacak ilk çocuğu kızdır. Kızının kanı banadır, sana da artık başka evlet düşer mi, bilmem. Lakin dölün kızın rahmine düştüğünde kanı kesilmezse bil ki sözünü tutmuşsundur.

Ne diyeceğini şaşıran gariban oğlan, içi çızz etse de, daha doğmadığı için ilk evladından anında vazgeçmişti.

  • Tamam, dedi gariban oğlan.
  • İkinci isteğim annesinin aklıdır. Annesinin bir tel saçını bul, bu mağaranın karşısındaki denizde yıka, sonra ateşinde yak. Annesinin aklı artık benimdir.

Bu işten geri dönme şansının artık olmadığını bilen gariban oğlan, büyücünün bu isteğini de kabul etti.

  • Üçüncü ve son isteğim ise kızın ruhudur. Evlendiğiniz gecenin sabahında bu mağaraya gelip üç altın bırakacaksın. Bu altınlarla birlikte kızın bir tutam saçı, içtiği su ve bir parça da kanı bulaşmış bir mendil olacak. Kızın ruhu artık benimdir. Benden sana son söz, sahip olduğum dostlarım hayalini bile kuramayacağın yüceliktedir. Yapacağın hiçbir inlik benim cinlerimin aklından üstün değildir. Hüküm verilmiş, diyeti istenmiş ve hatta diyeti senin hayatından kesilmiştir bile. Şimdi var git köyüne, düğününden sonra burada bekliyor olacağım seni.

Son isteğe karşı ne diyeceğini bilemeyen gariban oğlan, bir anda tüm vücudundaki tüylerin ürperdiğini hissetti. Yaptığı hatanın farkına geç de olsa varmıştı ama bu yoldan geri dönüş yoktu. Ya da var mıydı? Köye doğru koşarken aşık olacağı kızı alacak olmanın sevinci vardı ama ya doğmayacak olan ilk evlatları? Ya da kızın annesi? Hatta kızın kendisi? Bunları daha önce yaşamamış mıydı? Bunları tekrar görmesinin bir sebebi olmalıydı. En son peri kızı onu bu rüyaya, bu zamana yollamıştı. Büyücüye karşı koysa hiç bir işe yaramazdı. En fazla büyücüyü kendine ve ailesine musallat eder, karısını ve oğlunu kurtarabilme şansı yine olmazdı. Büyücü hükmünü vermiş, isteklerini söyleyip onları çoktan almıştı. O anda büyücünün son sözleri ruhunda çınladı;

‘diyeti istenmiş ve hatta diyet ihayatından kesilmiştir!’

O aklı başına gelen gariban oğlan, bu durumdan karısını ve çocuklarını nasıl kurtaracağını anlamıştı. Zihninde çözümü bulduğu anda gözleri açıldı ve kendini ilk uyuyakaldığı yalağın başında buldu. Etrafına biraz daha dikkatli bakınca aslında bu yalağın yıllar önce geldiği, büyücü ile konuştuğu mağaranın bulunduğu yer olduğunu fark etti. Üç gün üç gece yol yürümüştü fakat köyden anca bir bu kadar yol uzaklaşabildiğinin farkına varmasıyla kaderinin ne olacağını anlayan gariban adam, babasının sesini son duyduğu kayalığa doğru ilerledi. Yere bakıp irice bir taş bulan gariban adam, dünyada aldığı tüm kararlara ve edindiği tüm şanslara bir taraftan lanet okuyarak biraz ilerideki iskeleye doğru ilerledi. İskeleye geldiğinde çantasından bir urgan çıkartan gariban adam peri kızına bağırdı.

  • Sen, peri kızı! Son kez gel ve bir kez yardım et bana!

Peri kızı bir anda gariban adamın önünde bitiverdi. Ne istediğini soran peri kızına onu en son yolladığı zamana bir kere daha yollamasını istedi. Büyücüden ve kadından özür dileyeceğini, hatta büyücünün büyüsünü ve lanetini geri alması için ayaklarına kapanacağını söyledi. Buna kahkahalarla gülen Peri Kızına hiddetlenen gariban adam, bugüne kadar peri kızlarının da bahtını kapatabilecek binlerce dua öğrendiğini, eğer onu son gönderdiği zamana geri göndermezse hemen oracıkta hepsini tek tek okumaya başlayacağını söyledi. Bunu duyan peri kızı biraz korkarak, biraz da hala dalga geçmeye devam ederek gariban adamın ensesine bir şaplak daha nakşetti.

Uyandığında yine aynı iskelede fakat farklı, eski bir zamanda tekrar kendini bulan gariban adam artık tüm bu olanlardan kendisinin suçlu olduğunu biliyordu. Karısının delirircesine ikinci çocuğu istemesinin sebebi, aslında ilk çocuğunun ondan çalınmış olmasıydı. Hatta ve hatta karısını kaçıran cin anası da, büyücünün güçlerinin hayalini bile kuramayacağı dostuydu. Bu yüzden büyücüyle anlaşmasını bozmak zorundaydı. Anlaşmayı yaptıkları ana geri döndüğünden emin olduktan sonra çantasından bulduğu büyük taşı ve urganı tekrar çıkarttı. Urganı büyük bir el çabukluğuyla taşa bağlayan gariban adam iskeleye doğru dönüp, bağırdı;

  • Anlaşma iptal!
  • Büyücü ile yapılan anlaşma iptal olmaz. Canınla ödersin
  • Ben gelecekten geliyorum, zaten diyetimi de biliyorum. O yüzden sana son sözüm; anlaşma iptal!

Urganın diğer ucunu da boynuna geçiren gariban adam, taşı ve kendini denize bıraktı. O esnada yer yarıldı, gök yarıldı, memleketteki tüm sular çekildi, tüm devletler yıkıldı, tüm hayaller kırıldı. Çünkü cenk bitmemiş, aslında yeni başlıyordu. Dünyalığı deviren gariban adam, suyun altında boğularak ölürken yüzünde önce hafif bir mutluluk, sonra ise dehşet belirdi. Gözleri faltaşı gibi açıldı. Karşısında, rüyalarına girse kalpten öldürecek, karanlıkta yolunuza çıksa akıl kaybettirecek, ateşlerin sultanı, dumansızların annesi; Şehretün-Nar duruyordu.

  • Dünyalığını kurtardın. Zamanı kırdın. Artık karın başkasının karısı, oğlun başkasının oğlu. Ama ne var biliyor musun?

Suyun altından ruhu yüzeye doğru çıkmaya başlayan gariban adam cin anasının sorduğu soruyla, ölmüş ruhunda bile ilk defa ürperdi. Cevap, belki de en çok korktuğu cevaptı.

  • Artık öldün ve bana bağlısın. E hadi o zaman ben sıkılıncaya kadar biraz daha oynayalım mı, yani sonsuza kadar!

Cebirsel Düşler

B.P.

02.02.21