Ses Siz

Yedi gün önce başladı tüm bu saçmalıklar. Sıkış tıkış bir halk otobüsünün kuytu köşesine atılmış toz gibi sürerken hayatımı yakalandım. İneceğim durağın zayıf ışıkları uzaktan görünmeye başladığı anda sesler anlamsızlaşıverdi. Bir an içinde herşey sustu. Çevremdeki insanlara baktım. Onların da bu garipliği hissedip hissetmediklerini anlamak istedim ancak demire yaslanmış yarı uykulu memur, kulaklıklarının ardındaki dünyada yaşayan üniversiteli yahut kariyerinin parlak dönemlerini yaşayan alımlı kadın sezmemişti bu değişimi. Bir tek beni bulmuştu bu lanetli durum. Birden herkes duymamazlığın korkusunu ortalık yere dökse belki ben de katılırdım. Ancak bir tek beni bağlayan bu konuyu açığa çıkarmak utanılacak bir şey gibi geldi. Tepkisizce seslerin büyük oranda yok oluşunu, geriye yalnızca anlamsız bir homurdanmanın kalışını dinledim. Körüklü eski otobüsün boğucu motor sesi yoktu artık. Memurun elindeki siyah poşetin hışırtısı, üniversiteli gencin belli belirsiz duyulan müziği yahut alımlı kadının patronundan dert yandığı telefon konuşması duruvermişti. Hemen yanımdaki ihtiyarla aynı kaderi paylaşmış olabileceğimi düşündüm. Benim de mi vücudum sürekli titriyor, ölümün sesi diğer hepsini yok ediyordu? Yaşlanmak mıydı bu? Birden mi ölüyordu insan?

Sabaha kadar dönüp durduğum yatağın son saatlerinde bu halde çalışmanın imkansızlığı doldurdu aklımı. Senelik iznimden on gün kullanmak için doğrulup ofisi aradım. Oysa daha hastaneye bile gitmemiştim. Sanki bunun bilimsel bir açıklamasının olmadığını kendime inandırmışlığın verdiği içgüdüsel bir hareketin içindeydim. Oysa doktorun rapor vermesi de muhtemeldi. “Yoğun hayatın katlanılmaz boğuculuğu kulaklarınızın artık dinlenmek üzere kendini kapattığı bir noktaya gelmiş. Bu nedenle bir süre hiçbir şey duyamayacaksınız.” demesi de olağandı.

Doktoru duyamadığıma ikna etmekte oldukça zorlanmıştım. İşten kaytarmak için kendine gerzek bir yol arayan köylü uyanığı sandı ilk başta. Yaptığı testlerden kulağımda bir problem olmadığını döktüğü bir kağıt verdi elime. Duymuyor oluşumu kabullenmese de aramızdaki iletişimin tek mümkünatının yazılardan ibaret olduğunu anlamıştı. Sinirle odadan çıkarken arkamdan dediklerini anlamıyor olmak o kadar hoşuma gitti ki sağırlığımdan kısa süreli bir haz yaşadım.

Sesler birden yok olunca insanın kafası karışıyormuş. Bir duymaya başlasam sanki ağaçların, çiçeklerin, sabah doğan Güneş’in ve gece sonunda batan Ay’ın sesini işitecekmiş gibi hissediyordum. Dikkat etmediğim sesleri merak eder olmuştum. Çöp kutusunun kenarına ilişmiş bir karganın çöpü karıştırıken çıkardığı sesi duymak istiyordum. Kararan havanın sokaklardan sildiği ayak izlerini, çimenlerin arasında yol alan karıncaların oflamalarını, kahkaha atan bir çocuğun güldüğü komediyi işitmek ve dahil olmak istiyordum. Deniz kıyısında bir bankta otururken düşünmüştüm bunları. Bana bakanlar dalgaların sesine bıraktığımı sanıyor olmalıydı. Algıladığım tek gerçeklik ise arada bir gelen homurdanmalarıydı.

Geceleri korkutucu bir hal alan bu sessizlikten kendimi ayırmak güçtü. Oysa şehrin geceleri bile devam eden gürültüsünden ne de çok bıkmıştım. Tam gecenin ruhuna kendimi bırakacakken çalıveren bir korna ile irkilip uyanmalarımdan kurtulmuş olmanın lezzetini tadıyor olmam gerekti. Aklıma gelen sorulardan kurtulamadım ilk birkaç gün. Gece ani bir patlama olsa duyar mıydım? Hırsız kapıyı kırıp girse ne olacaktı? En azından üst katımdaki yeni evli çiftin seks hayatları da silinmişti hafızamdan. Bunu artı bir durum olarak görüyordum.

Şehrin benim için değişen bir anlamı vardı artık. Mağazalardan, kafelerden yükselen müzikler, sokak çalgıcıları, bir yere davet eden dolmuşlar, bağıra çağıra dolaşan mülteciler çıkıp gitmişti şehrimden. Herkes huzurla yaşıyordu. Yolu tıkayan bir araca kimse küfretmiyordu. Dilencilerin yapay aç sesleri kaybolmuştu.Konuşmaktan bıkmış şehir hep birlikte bir karara varmış ve ikinci bir emre kadar huzuru hakim kılmıştı yaşama.
Bu durumdan kimseyi mağdur etmek istemiyor ve aynı zamanda kendimi de bir çıkmaza sürüklemekten alıkoyuyordum. Ses ile ilgisi en az olacak bir halde sürmeye kararverdim kalan zamanlarımı. Böylece ne karşımdakiler kendini ifade etmek için komikleşiyor ne de ben onlara derdimi anlatmak için çabalıyordum. Samimiyetin gerekmediği yerlerden alışveriş yapıyordum. Yakındaki bakkaldan alışverişi kesmem biraz üzüyordu orta yaşlı esnafı ancak ne olacak bu ülkenin hali diye mi sorduğunu yoksa karşı apartmandaki dul kadına olan arzusunu mu anlattığını bilmeden konuşamazdım. Bunu kestirmek için harcamam gereken çabayı göz önüne alınca en iyisinin hiç uğramamak olduğunu düşündüm. Çıkış bölümündeki kasiyere iyi günler dilemenin yeterli olduğu kurumsal yerlere gitmeye başladım.
Güneşin utanıp kızıllaştığı bir akşam erkenliğinde şehir kendini bitiriyordu. Soğuk kepenklerin karanlıkla birlikte yere indiği saatler yakındı. Altına sığındığım tişortün solmuş rengi takıldı yansımalardan. Bir kıyafet mağazasına girmek için yeterliydi bu. Ayaklarım hemen inanan bir çocuk gibi daldı içeri. Yorgun düşmüş mağaza çalışanlarının yine yorgun sözleri arasında siyah bir tişort seçip kasaya ilerledim. Sırada beklerken kenarda asılı çoraplara takıldı gözüm. Küçükken ayağım toprağa değsin diye çoraplarımı çıkartır, yeşillikler arasında çıplak ayak dolaştırırlardı beni. O çorapları bir daha giymese miydik diye geçirdim içimden. Hatta oradan da ayrılmayıp öylece beklesek ve zamanla bir bütün olsak toprakla. Dallarımız, budaklarımız çıksa sağımızıdan solumuzdan.Meyve vermesek, odunumuz para da etmese ve orada öylece bitirsek ömrümüzü. Bizi diğer binlerce hatta on binlerce ağaçtan ayırmayan sıradanlığımızda mevsimleri geçirsek ve kendimize geldiğimizde içimizde yepyeni bir yaşam başlamış; kurtcuklara, tırtıllara, yavrularına yer yapmış kuşlara yuva olsak.
Birisinin beyefendi diye seslendiğini duydum aniden. Bunun ne tür bir yanılsama olduğundan emin olamadım. Yalnızlık bir bakıma kişinin kendi sesine yabancılaşması mıydı? Yoksa kendi kendime mi demiştim beyefendi diye? İyi de bunun sırası mıydı şimdi? Kimdi bu beyefendi? Aynı ses bir kez daha çınladı vücudumda. Aniden sesin geldiği yöne dönünce kasada bekleyen kız irkildi ancak çabuk toparladı kendini ve “Buyrun lütfen, sizin sıranız” dedi hafif bir gülümsemeyle. Çevremdeki tüm gözlerin kör olmasını istedim o an için. O gülümseyişteki müşteri memnuniyetine dair sahteliği bilsem bile benden başka kimsenin görmesini istemedim. Koşup onu gören kameraların kablolarına saldırmak, onu benimle paylaşma cesareti gösteren tüm oluşları en ilkel hallerde yok etmek istedim. Yüzümdeki şaşkınlığa anlam veremediğinden öylece donup kaldı. Ayaklarım ne yapacağını şaşırmış gibi duruyor, hareket etmiyordu. Arkama döndüğümde bir yığın homurtu beynime hücum etmişti. Yüzlerce, binlerce, milyonlarca aşağılık surat nefretini üzerime kusmak için bulduğu bu fırsatı değerlendiriyordu. Sırayı meşgul ettiğimi söylediklerini tahmin etmiştim. Belki de insanlığa dair umutlarımın iyice körelmesinin bir sonucu olarak böyle düşündüm. “Git de konuş işte.” demekteydi belki tüm bu sesler. Onların kargaşasından çıkamayacağımı anlayınca zoraki bir kaç adım ilerleyip karşı karşıya geldim. Otomatikleşmiş elleri önümde dans ediyordu. Alışkanlıkla banka kartımı uzattım. Ödeme onaylandıktan sonra poşete koyduğu tişörtümü verdi. Teşekkürler, yine bekleriz deyip yine aynı müşteri memnuniyeti gülümsemesiyle sıradaki kişiyi çağırdı. Ne çabuk oluveriyordu herşey. Birden birşeylere sahip oluyorduk. Onunla biraz konuşmak da böyle kolay benimsenebilir miydi? Hemen koşup birşeyler daha almak istedim. Bana olan, olmayan, kadına erkeğe dair ne varsa toplayıp önüne yığmak istedim. Birisinin sertçe itmesiyle kendime geldim tekrar. Dönüp baktığımda iri yarı bir adam homurdanıyordu. O an için yapabileceğim bir şey yoktu. Ertesi gün tekrar gelmeyi planlayıp ayrıldım oradan. Hem duymazlığımın üzerine bir de şu adamdan dayak yemek pek hoş olmayacaktı.

Ertesi sabaha kadar tekrar tekrar dinledim kalbimde sesini. Yine bekleriz demişti. Elbet yine gelecektim. Ancak sürekli alışveriş yaparak nasıl duyabilirdim onu? Duymamazlıktan evvel daha çocukluğumda başlayan şu susmalarımı yıkmam gerekti. Bunca zamanın biriktirdiği suskunluğumu tek seferde önüne serecektim. Kimdi bu sesin sahibi? Onu tanımak, seslerin ötesindeki benliğini duyumsamak istiyordum. Gece boyu düşlediğim abartılı tanışma sahneleri kafamda oynayıp durmuştu. Gün kendini gösterdiğinde giyindim. Açılış saatine kadar evde bekleyemezdim. Sokaklar, kaldırımlar, levhalar, reklamlar onu sesleniyordu. Mağazanın etrafında çok kez dönüp durdum. Mağaza açılıp insanlar yeni kıyafet kokusunun peşinden içeri tıkıldıkları esnada aralarına kaynayıp girdim. Mağaza açılırken onu görmemiş olmanın tedirginliğiyle kasaya doğru ilerledim. Orada da yoktu. Gözlerimi kapayıp onu aradım. Homurtuların arasında onu seçmeye çalıştım. Kıyafetlerin arasını, alışveriş fişlerini, kasadaki bozuk paraların yerleştirildiği hazneyi, iki alana bir bedava ürünlerdeki o bir bedavayı dinledim. Birden duyuluveren ses ortalıkta yoktu. Cebimden çıkardığım kağıda hızla kızı tarif eden birşeyler karalayıp dağınık pantolonları katlayan elemanın yanına gittim. Uzattığım kağıdı alırken yüzüme anlamsızca baktı. Kağıdı okuyup biraz düşündükten sonra kimden bahsettiğimi anlayınca kalemi istedi benden. Heyecanla uzattım. Kağıdın arka yüzüne kısa bir not yazıp tekrar elime tutuşturdu ve uzaklaştı. Ayrılmıştı oradan.
Birden şehrin gürültüsü saldırdı üzerime. Korna çalan taksiciye küfür eden adamın sesini, yolcu koltuğunda oturan karısının geçiştirici cümlelerini, kadının kolunu tamamen kapayan altın bileziklere gülen genç adamın hafif kahkahasını, yanından geçen kızın göz göze geldiklerinde kendini belli etmek için vurgusunu artırdığı sözlerini, kızı arzulayan orta yaşlı çirkin bir adamın iç çekişlerini ve hepsinin ortasında kendi kendime lanetler okumalarımı işittim. O gün tekrar duymaya başladım. Ne mi duyuyorum? İşte onu ben de bilmiyorum.

-Gürkan Sadece 07.11.2018

2 Beğeni