Koca ordu, geniş ovanın doğu cephesine dizilmişti. Hava iyice aydınlanmış güneşi doğmak üzereydi. Kujirh en ön safındaydı. Yeri her zaman olduğu gibi haşmetli kralı Serhai’ nin sağ yanıydı. Renkli ipek kumaşlarla süslenmiş beyaz bir atın üzerinde oturan ve en az onun kadar süslü parlak zırhlar kuşanmış kralının dibindeydi. Kendisi Kralının aksine hafif zırhlarla donanmış yüzlerce yaya askerinden biriydi. Tüm göğsünü ve sırtını örten kösele bir zırh vardı üzerinde. Zırhın tam ortasında da kocaman bir yıldız, kraliyet arması bulunuyordu. Komutan Kujirh adamlarının bildiği çağırdığı şekilde Sezgili Kujirh ordusuyla böyle çok çarpışmalar yapmışlardı ve hepsinden galip ayrılmışlardı. Bu galibiyetlerde kendisinin öngörülerinin gerçekleşmesinin büyük etkisi vardı.
Kujirh, gerek seferlerde gerek kalede otururlarken bu başarının nereden geldiğini uzun süre düşünmüştü. Neden böyleydi. Kendisinin diğer askerlerden daha farklı tek özelliği vardı. Kimseye söyleyemediği kimselerle paylaşamadığı bu yeteneği, sanki birileri ne yapması gerektiğini kendisine fısıldamasıydı. Bu yüzden bekledi. İçine doğacak sezginin kendisine ne yapması gerektiğini söylemesini bekledi. Saldırı için en uygun zamanın gelmesini bekledi. Atının üzerinde göz ucuyla kendisine bakan kralını gördü. Kralı da kendisinden gelecek hücum işaretini bekledi. Uzun, çenesine kadar sarkan bıyıkları ve kirli sakalıyla kendisine bakan adam, bir işaret vermesini bekliyordu.
Geniş ovanın doğu tarafında kendileri batı tarafında ise sayıca daha üstün görünen düşmanları vardı. Konum olarak gene sezgilerini kullanmış sabah güneşini arkalarına almışlardı. Şimdi düşman kendilerini görmekte zorlanıyorlardı ama Serhai’nin ordusu rahattı. Düşman en ince ayrıntılarına kadar gözlerinin önündeydi. Bu yüzden kahraman askerleri sayesinde onları yenebileceklerini biliyordu. Zaferlerine bir yenisini daha ekleyeceklerdi. Bunu iyi biliyordu çünkü yanlarında sıralanmış olan askerlerinin her birini bizzat kendisi eğitmişti. Yeteneklerini en üst düzeye çıkartmak için uğraşmıştı. Saatlerce birlikte ter dökmüşlerdi. Kan dökmüşlerdi. Ama nasıl eğitim verilmesi gerektiği de içine doğmuştu sanki. Sonuçta efsanevi bir birlik ortaya çıkmıştı. Bu seçkin birlik cömert ve yiğit krallarının hemen yanındaydı.
Düşman tüm azametiyle karşılarında dizilmiş bekleşiyordu. Birden uzaktan gelen bir boru sesi duyuldu. Ardından bir toz bulutu yükseldi ve naraların ördüğü bir ses sisi kendilerine doğru hızla yaklaşmaya başladı. Kujirh öylece donup kalmıştı kralının yanında. Serhai, adını çağırdı ama başını çevirip bakmadı. Cevap vermek için dudakları kıpırdamadı kıpırdayamadı bile. Kendisi gibi orduda donup kalmıştı. İşte o an kendisine verilen gücün geri alındığını anlamıştı. Gözlerini kapadı gelen ordunun uğultusu an be an yaklaşıyordu. Ne göğsündeki kösele zırhı delen okları farketti ne de başını gövdesinden ayıran keskin kılıcın acısını…
“Neden böyle bir şey yaptın” dedi bilgisayarın başında oturan çocuklardan biri.
“Neden komutanını ve ordunu feda ettin”
“O sıradan bir komutan değildi. Onun adı Kujirh’di, Sezgili Kujirh. Ne yapayım bu Kujirh’ten de oyundan sıkıldım” dedi dyun oynayan çocuk.
“Hadi biraz dışarı çıkalım…”