Son, geliyor

Yapmış olduğum bütün hataları bana bildirebilirsiniz. İyi okumalar dilerim.

Sonsuza uzanırmış gibi görünen masmavi deniz, yoluna çıkan karlı dağlar tarafından bölünmekten çok, süsleniyor gibiydi. Karlı tepeleri ile sivri olmayan buz dikitlerini andıran dağlar, masmavi örtünün üzerine dökülen pudra şekeri birikintilerine benziyordu. Güneşin bile görünmeyi uzun zaman önce bırakmış olduğu tepeleri, karların saf beyazlığı ile kabarmıştı. Beyaz patikalarda, yassı tepeye doğru uzanan derin çukur şeritler vardı. Tepenin üstü de aynı şeritlerle bölünmüştü. Dizlerinin aşağısı hala kar içinde olan üç insan, yassı tepenin üstünde duruyorlardı. Birbirinden farklı elbiseler ve haleler içinde duran üç insan, başlangıçta normal bir insandan ayırt edilemeyecek gibi görünüyorlardı. El, ayak, bir çift göz, ağız ve diğer, sıradan insanı oluşturan tarif listesinde bulunan şeyler. Ayırt edici özellik, fiziksel görünüşlerinde ya da kıyafetlerinde değildi. Beyaz satenden yapılma, duruluğuyla ön plana çıkan bir elbise giyen insan konuştu, “Git gide kötüleşiyorlar. Onları kurtarmak için bizlere bahane vermekten bile kaçınıyorlar. Ne diye uğraşıyoruz sanki?”

Gri ipekten yapılma, her tarafında kristal, yakut ve zümrüt işlemeli, yakası yüksek bir elbise giyen insan, kafasını salladı. Ellerini ısıtmak istercesine ovuşturduktan sonra konuştu, “Ayak uydurdular, hepsi bu. Yaşadıkları şartların, çevrenin albenisinin, daha fazlanın altında şekillendiler. Yapılması gereken ve yaptıkları buydu.” Diğer insanların baş salladıklarını göremeyince kaşları çatıldı. Doğru olanı söylemişti. Ya da doğru olduğunu sandığını.

Diğer inşaların ortasında dursa sırıtmayacak olanının üstünde, iki farklı kumaşın kullanıldığı, siyah ve hafif taşlı bir elbise vardı. Diğerlerinin ortasında durmasına rağmen son konuşan hep o olurdu. “Pişman olmaları için bir sebep yok. Kararların, kendilerinin aldığı bir borç olduklarını biliyorlar. Ödeme zamanı geldiğinde ağlaşanlar için nafile. Ekilenler, biçilecek.” Dedi kara sesiyle. Az önce konuşan insanın aksine, doğru konuştuğu izlenimi oluşmuştu. Başların sallanması umursadığı bir şey değildi. Doğru bildiğini sandığını söylememişti, doğru olanı ve net gerçeği dile getirmişti. Size yaşam meyvesi verilince onu eker ve sulardınız. Tohumu hangi toprağa ektiğiniz, hangi gübreyi kullandığınız, hangi su ile suladığınız, ancak ürün ortaya çıkınca belli olurdu. Tabak içinde çok ürün olurdu, ama içlerinden çok azı çürük olmazdı. Ve üstünde uçuşan sineklerden dolayı, tabağı eline almak istemeyen sonsuz gücü düşünmek, tabağın sineksiz ürünlerle doldurulması için yeterliydi.

Beyaz saten elbiseli insan, ayaklarının durumlarını karın üstünden görmeye çalışarak yarı dalgın bir şekilde konuştu, “Çok tuhaf şeyler oluyor. Bugün, son ulusta çöküş geçti. Gölge kılıcı kullanılıyor. Son dünyanın kapıları açılıyor. İnsanların çoğu, rüyalarında geleceklerini gördüklerini iddia ediyorlar. Son yaklaşıyor ve meyveler yeterince olgun değil. Kefelerin ağırlığı, onları istemedikleri yere götürmeden, uyarılar tekrarlanmalı; hayatlar buna bağlı. Hitap edilenler gölgelerde yüzüyor. Kıyı kenarı halkının iddiaları, gölge kılıcına karşı birleşmeyenlerin öldürülmesi gerektiği yönünde. Yeni yetme çocuklarının akıllarını, doğruya çağrı bildirisiyle bulamaca çeviriyorlar. Doğru olan yanlışa karışıyor.” Hararetli sözleri, sesine ve duruşuna yansımamıştı. Olanları dingin bir şekilde anlatıyor, korkunun kırıntısını yalamıyordu. Onu yalayanların yüzü ekşirdi. İki kadında başlarını salladı. Gerçekler. Yağmur çiselemeye, beyaz karın içinde delikler açmaya başladı. Üç insanda ellerini, hem damlaları yakalamak hem de dua etmek için kaldırmıştı.

1 Beğeni