Son İnsan Benim

SON İNSAN BENİM

Gece yarısı sokağın sessizliğini kilidinde dönen anahtar sesi bozdu. Karanlığın en koyu demlerini yaşadığı o saatlerde Bünyamin Usta, üç katlı eski bir apartmanın cümle kapısını açtı. Yanan merdiven otomatının zayıf ışığıyla uzun koridordan geçti ve basamaklardan ağır ağır indi. Yaşı altmışı bulmuştu ve hala bedenen çalışmak zorundaydı. Bu konu aklına geldiğinde hep yaptığı gibi gençken ödemediği sigorta pirimleri için kendine lanetler okudu. Koca gün onca sunta plakasının, kerestelerin, ahşap malzemenin arasında en az on iki saat boğuşmuştu işleri yetiştireceğim diye. Bu yüzden bedeninin her kası sızlıyordu.

Binaya girdiğinden beridir duyduğu rutubet kokusu evinin kapısını açınca tüm hücrelerine kadar işledi. Koku dükkânda yediği ucuz akşam yemeğiyle birleşince kusma isteği doğurdu. Geğirmeyle bedeni ortama uyum sağlamayı başardı. Önce televizyonu açtı, evde ses olması iyidir diye düşünüyordu. Karanlık odada renkli, hareketli şekiller duvarlarda yansımaya başladı Evde seyredilen haber kanallarından biri açıldı. Genç bir kadının hafif tiz sesi odayı doldurdu. Saati hatırlayınca sesi iyice kıstı. Garip bir savaş doğuda ülkesinin sınırlarının hemen ötesinde bütün hızıyla devam ediyordu. Kendine süper güç diyen bir ülke işini gücünü bırakmış binlerce km uzaktaki başka bir ülkeyle savaşıyordu. Diğeri kendince haklı nedenlerden dolayı atom bombası yapmaya çalışıyordu. Ya da süper güç böyle olduğunu iddia ediyordu. Bunlarla kafasını yoracak durumda değildi zaten. Televizyonun karşısındaki koltuğa oturdu. Bir süre kanallar arasında gezindi. Televizyonu kapattığında kafasının içinde savaş, bomba, roket, nükleer güç, ölüm, yıkım kelimeleri dönüp duruyordu. “Ehh bana ne bütün bunlardan” kelimeleri dudaklarından döküldü.

Uykulu bir halde başını yastığa koydu. Gözlerini kapadı, yaşadıklarını milyonuncu defa hatırladı. Uzun zamandır geçinemiyordu karısıyla. Belki de hiç geçinememişlerdi. Aylar önce son zamanların en şiddetli kavgasını yaşamışlardı. Yetişkin birey olmuş çocuklarıyla birlik olmuş kendisini kovmaktan beter etmişlerdi. Oda çaresiz evden ayrılmıştı. Kim istenmediği bir yerde durur ki. Her ne kadar bu ayrılık sürecini kendi başlatmış olsa da işlerin bu noktaya gelmesinde oğlunun payı olduğunu düşünüyordu. Kızı da suçluydu. O uğruna canını seve seve vereceği güzel kızı, olanlar karşısında sesini hiç çıkarmamıştı. Sen onca yıl yeme yedir, içme içir ve karşılığı bu olsun. Yorgun bedeni dayanamadı ve göz kapakları itaat etti.

Yılların ustası, yorgun yattığı çekyatta bütün gece dışarıdan gelen sesler duymuştu. Sarsıntılar, gümbürtüler, bağırışlar her yerdeydi sanki. Gözlerini kirli yastığının üzerinde açtığında aklında yine bunlar vardı. Gece boyu kavga ettim demek ki diye düşündü. Yerinden doğruldu. Başı hafif döndü. Ayaklarını kirden keçeleşmiş halının üzerine koydu. Baş ağrısı ufaktan kendisini hissettiriyordu.

Evi bodrum kattaydı. Barışırım ailemle o yüzden çok kalmayacağım diye teselli etmişti kendisini bu ucuz ama izbe yeri tutarken. Yoldan bir hayli aşağıda kalan iki pencereden sızan ışıklarla aydınlanıyordu odası ve küçük banyosu. Ev sahibi dedikodu olmasın diye onları da buzlu cam yaptırmıştı. Bu yüzden evin içi daha da karanlık duruyordu. Evde olduğu her zaman ama her zaman ışık yakmak zorundaydı. Bu yüzden el yordamıyla ulaştığı banyonun dışındaki kırık elektrik düğmesine dokundu ama banyo hala karanlıktı. Hemen yanındaki koridoru aydınlatacak düğmeye dokunduğunda oda yanmadı. Bir küfür savurdu. Son zamanlarda ağzı iyice bozulmuştu. Eskiden yani karısından ve çocuklarından ayrılmadan önce böyle değildi. İlk “ayrılalım” önerisi kendisinden gelmişti. Ama otuz yıllık karısı dünden razıymış gibi tek celsede boşanmışlardı. İki çocuğu yetişkin olduğu için hâkime hanım kararını hemen vermişti. ‘Bir daha düşünün, yuva yapmak zordur ama yıkmak kolaydır’ falan da dememişti.

Dün gece aklına geldi Bünyamin ustanın. Acaba ne kadar uyudum diye düşündü önce. Ardından, o zaman saat kaç sorusu geldi. Banyonun loş ışığında aynanın karşısında yüzünü seçmeye çalıştı. Bir şey göremeyince elleriyle yüzünü yokladı. Saçları da sakalları da uzamıştı ve tıraş içinde para gerekiyordu. İçinden bir lanet daha okudu parayı bulan eden Lidyalılara. Dün akşam eve geldiğinde çok başı ağrıyordu. İşi tastamam bitirdiği halde alın terinin karşılığını vermeyen müşterisine, sanki kaçacakmış gibi her dakika alacağını isteyen malzemecisine, telefonunu açmayan çocuklarına, geç gelen otobüse, erkenden dükkanını kapatan bakkala, günün her saatinde telefon edip kira isteyen bu inin sahibine kızmıştı. Ve baş ağrısını dindirmek için ağrı kesici haplardan içmişti. Önce bir tane içmişti o kirli beyaz tabletlerden yetmedi tabii. Sonra bir tane daha içti, mümkün değil dindirmemişti ağrılarını. İki hap bana mısın demeyince iki tane daha yuvarlamış öyle yatmıştı. Ve şimdi onca hapa onca uykuya rağmen hala başı ağrıyordu.

Birden bacaklarında bir şey hissetti. Eğilip baktığında bir karış uzunluğunda gölge gördü. Karanlıkta tam görememişti ama varlığı bile korkmasına hatta tiksinmesine yetmişti. Aklına yatağın baş ucunda bıraktığı gözlüğü geldi. O gözlük gözünde olsaydı içerinin karanlığına rağmen görebilirdi solucan mı kırkayak mı yoksa çiyan mı olduğunu. Elinin tersiyle silkeledi attı. Kırık fayansların üzerine düşen böcek önce hafif bir debelendi. Ayaklarının üzerine gelince sersemliğini attı. Böcek hedefine hamle yaptı ama üzerine yönelen devasa gölgeyi görünce hızla uzaklaştı. Adama sadece böceğin kendinden umulmayacak bir hızla duvar dibindeki büyük bir yarıkta kaybolmasını izlemek kalmıştı. Banyo bu kadar kötü müydü?

Kapının çalındığını duydu. Şaşırdı. Bu izbe yerde kapısını çalan olmamıştı ki. Belki yaşadığını bile bilen yoktu. Kapıya yöneldi ama o saniye duraladı. Bu viranenin bile bir sahibi vardı. Kısa boylu, dağınık saçlı o yılışık gülüşlü, sülük gibi kan emici adam kirasını istemeye gelmiş olabilirdi. Sessizce çevreyi dinledi. Eğer gelen ev sahibiyle kapıyı çalar çalar evde kimse olmadığını anladığında döner giderdi. Ama beklediği ses hiç de tahmin etmediği şekilde kulağına geldi.
“Baba orada mısın?” Bu oğlunun sesiydi ama o kadar garipti ki. Sanki metrelerce derinlikte bir kuyudan geliyormuş gibi boğuktu. Sanki buz gibi suları içmiş bütün ses tellerini berbat etmiş gibi çatallıydı. Geliyorum. Bünyamin Usta ve tedirgin adımlarla kapıya yöneldi.

Koca yıkıntının arasında kapının sağlam kalması garip değil mi?” dedi gelenlerden biri. Adamlar kendi aralarında fısıltıyla konuşuyorlardı.
“Tesadüftür amirim” diye cevapladı diğeri. “Kentin dışarı mahalleleriyle pek ilgilenemedik. Malum personel sorunu…” İlk konuşan tekrar,

“Sence açacak mı?” Bu şikâyet üzerine gelen emniyet takımının amiriydi.

“Açacak elbet ben onun oğluyum” dedi diğerlerinden daha genç duran. “Üstelik kendisinden aylardır haber alamıyorduk. Sıfır gününden sonra sağ kalmış olabileceğinden bile emin değildik.”

“İşte bu yüzden tedirginiz” dedi ilk konuşan amir. Gerilerde bulunan biri öndekilerin kulağına “bence geri çekilelim bizi görünce şoke olmasın” Diğerleri amirlerinin sözünü dinlediler. İyice gerilere çekildiler. Hatta saklandılar bile denilebilir…

Adam kapının arkasında bir saniye durdu. Fısıltılar vardı. Sanki sürünme veya sürtünme sesleri vardı. Merak duygusu ağır bastı. Kapının kilidini açtı. Kapı uzun zamandır açılmıyormuş gibi güçlükle menteşelerinin etrafında döndü. Kapı aralığından baktı Bünyamin usta. Gündüzdü ama gri bir gökyüzü vardı. Yıllardır temizlenmeyen kirli ve tozlu pencereden bakar gibiydi. Güneş kendisini göstermeyecek kadar kalın perdenin arkasındaydı. Havada gözlerini rahatsız edecek kadar kirli gri renkte gergin bir parlaklık vardı. Gözleri ışığa alışınca daha dikkatli baktı etrafına. Hiç kimse yoktu çevrede. Neler olmuştu böyle, her yer yıkıntılar içindeydi. Ne sokak kalmıştı ne sokaktaki düzensiz çirkin apartmanlar ne de uzakta ufku kaplayan gökdelenler. Yıkık duvarlar, molozlar, çökmüş çatılar her yana dağılmıştı. Yıkıntıların altında ezilmiş arabalar, dağılmış parçalanmış mobilyalar sağa sola serpiştirilmiş gibi duran ev eşyaları vardı. Bir adım ileri çıkıp baktığında kendi evinin olduğu binanın da büyük ölçüde yıkıldığını fark etmişti. Bir an hayal gördüğünü zannetti. Bir rüya hatta bir kabustu. “Yatmadan önce içtiğim ilaçlar dokunmuş olmalı” diye aklından geçirdi. Neden kapının önünde olduğunu hatırlayınca çevresine bakındı. Kimseler yoktu. İçeri girmekle çevreye bakınmak arasında ikircikli kaldı bir süre. “Bu bir kâbus, içeri gireceğim ve rezil yatağımda uyanacağım” diyerek geri döndü. İçeri girmek üzereyken az önce duyduğu sesi tekrar duydu.

“Baba…”

Tanıdı, ne kadar karanlık kuyulardan, derin mağaralardan geliyor gibi olsa da bu oğlunun Salim’inin sesiydi. Bir adım ileri çıktı ve iki yana baktı. Her yer yıkıntı her yer molozdu ve hâlâ kimseleri göremiyordu.

“Salim oğlum neredesin?” diye bağırdı buz beyazı sessizliğin içine. İleride yıkıntıların tepe gibi göründüğü yerden bir gölge kendini gösterdi. Usulca yaklaşıyor, karşısındaki ürkütmemeye çalışıyordu. Kalbi yerinden çıkacakmış gibi çarpan Bünyamin Usta gölgenin iyice yaklaşmasını bekledi. Aralarından birkaç adım kalınca durdu. Ustanın biraz ötesinde iki ayağının üzerinde duran ama kocaman gözleri başının üzerinde antenleri olan uzun kuyruklu üzeri pullarla kaplı bir yaratık duruyordu. Gözleri doldu. Bunca yıkım ne ara olmuştu da kendisinin haberi olmamıştı. Dün geceyi hatırlamaya çalıştı. En son hatırladığı komşu ülke, çevresini ve düşmanlarını atom bombasıyla tehdit ediyordu. Birden aklına yeni bir fikir geldi. “Bir deprem olmuştu ve taş taş üzerinde bırakmamıştı.

Biraz ileride Bünyamin Ustanın evinin ötesinde yarısında çoğu yıkılmış bir evin içerisinde toplanmışlardı. Fısıltıyla konuşuyorlardı. “Eskiden ne kadar çirkinmişiz” dedi biri. Sesi su dolu bir testiden gelir gibi titreşiyordu. Ötekiler kendisine dik dik baktı.

“Onlar tarihin derinliklerinde kalmışlar. Saygı göstermeliyiz. Üstelik böyle tahkir edici konuşmanın yasaklandığını hatırlatırım sayın güvenlik memuru” dedi sesi tenkit ediciydi. Ama kendisi de durumun böyle olduğunu biliyordu. O küçümseme edası takınılmayacaktı. “Üstelik ne kadar da cılızmışız” diye aklından geçirdi.

“Baba orada mısın?” dedi Bünyamin Ustanın oğlu Salim. Ağzını açınca kocaman iki sıra diş göründü. Ve her kelimede sürekli oynayan çatal dil.

“Sen oğlum değilsin ve bu bir kâbus Bünyamin usta çevresine bir kere daha bakındı. Bunca şeyi hazmetmesi mümkün değildi. Ani bir hareketle içeriye yöneldi. Kendisini gözleyenler şaşırmıştı. Küstürdüklerini düşündüler ilk anda.

“Sıfır gününden sonraki günlerde çok pek çok örneklere rastladık eski nesilden kalan. Biliyorsunuz onlar zayıftılar, çirkindiler ve dayanıksızdılar. Ve şimdi gördüğünüz gibi korkaktılar” dedi amir. Babası hakkında böyle konuşulması hoşuna gitmemişti Salim’in ama bir cevap veremedi.

“Geriye fazla örnek kalmadı. Bu insan türünün son örneği olabilir. O yüzden çok kıymetlidir. Nasıl olsa bir yere gidemez o yüzden biraz bekleyelim. Bekleyelim ki gördüklerini kabullensin.”

“Peki bunca yıl nasıl hayatta kaldı.”

“İşin o yönünü daha sonra öğreniriz. Bilim adamlarımız çok sevinecek. Ne de olsa çoktan beridir böyle sağlıklı bir örnek bulamıyorlardı” Amirleri bir yandan da başarısının nasıl ödüllendirileceğini hayal ediyordu. Salim ne diyeceğini bilemedi. Babası söz konusuydu.

Bünyamin Usta, çatıya vardığında nefes nefeseydi. Daha merdiven boşluğundayken şaşkınlığı artmıştı. Güneşi görmedi ama bulutta yoktu. Her yer sis içerisindeydi. Çevresi göz alabildiğine yıkıntılarla çevriliydi. Bazı yerlerde yıkıntılar kabaca toparlanmış devasa yığınlar haline getirilmişti. Belki beş on katlı apartman yüksekliğinde olanları vardı. Başını kaldırıp eskiden şehir merkezi olan yöne baktığında çok daha büyük ve çok daha yüksek bir yığın gördü. Küçük bir dağ gibi bir tepe gibi görünüyordu. Burası doğup büyüdüğü kenti olabilir miydi? Tamam sorunları vardı, yolları dardı, binaları çarpıktı, çöpleri toplanmıyordu, ulaşımı bir dertti ama yine de bir kent vardı burada. Usul adımlarla yarı yıkılmış çatıda ilerlemeye başladı. Kenara doğru yaklaştıkça korkusu büyüyordu. Kendi kendine bu bir rüya ve ben uyanmalıyım” diyordu.

“İşte çatıda” dedi gittikçe artan kalabalıktan biri. Artık saklanma gizlenme gereği duymuyorlardı. Toplanan kalabalık birbirleriyle didişmeye başlamıştı. Arasından biri biraz ileri çıktı.

“Baba dur” dedi. Kafasını o yöne çevirdiğinde ne tepki vereceğini bilemedi. Kusmak geçti içinden ama içinden geleni zorla geri itti. Kocaman böcekler yerlerde kaynaşıyordu. En küçüğü bile bir otomobilden çok daha büyüktü. İçlerinden biri ince uzun dev bir solucanı andıran bir tanesi öne çıktı.

“Baba benim, kızın Nilüfer.”

“Kızım sen misin?” dedi ama sesini kendisi bile zorlukla duyabilmişti. Ses bildiği sesti ama o kadar farklıydı ki. Yerde sürünen böcek, adamın üzerinde bulunduğu ve bir zamanlar evi olan binaya yaklaştı.

“Sana bir zarar vermelerine izin vermeyeceğim” dedi Salim. Hemen arkasında kendisinden iki üç kat iri olan ve kocaman kıskaçlarıyla diğerlerinden daha ürkütücü görünen böcek araya girdi.

“Sizi bilginlerimize götüreceğiz. Orada iyi bakılacaksın” dedi. Yılların ustası bunun ne demek olduğunu; kesilip biçilip inceleneceğini bilecek kadar akıllıydı. Bünyamin, kenara yaklaştı. Geride duranlarda ağır ağır üzerinde olduğu binaya yaklaşıyorlardı.

“Durun” dedi. Yılların sessiz sakin ustasından böyle gür bir ses çıkmasına adamın kendisi bile şaşırmıştı. Sesi yıkıntılar arasında yankılandı.

“Salim, oğlum” dedi. Aşağıda kalabalığın önünde duran yaratığın oğlu olup olmadığından emin değildi. “Bari bu iş nasıl oldu onu anlat” dedi.

“Bir gecede oldu her şey. Yıllar önce çılgının biri düşmanını teslim almak için başkentine atom bombası attı. Diğeri boş durmadı kendini ülkesini savunmak için atom silahlarını kullandı. Suçlu masum demeden tüm dünyaya, ulaşabildiği her yere onlarca yüzlerce füze gönderdi” dedi. “Sonra biz insanlar değiştik, farklılaştık ve hayatta kaldık.”

“İnsan olarak devleştik, duyularımız gelişti, büyüdük, güçlendik hayatta kaldık” dedi amirleri.

“Hayır, hayatta kaldınız ama artık sizler insan değilsiniz.”

“İnsanız; hissediyoruz, düşünüyoruz, konuşuyoruz.” dedi Salim.

“Yaşıyoruz, hayat bir şekilde varlığını sürdürüyor” dedi kızı Nilüfer

“Yine de insan değilsiniz?” dedi. “Bunun böyle olacağı belliydi. Bu kadar hırsa bu kadar vahşiliğe ne kadar dayanabilirdik ki.” Durdu. Oğlu olduğunu söyleyen yaratığın gözlerinin içine baktı.

“Son insan benim” diye bağırdı Bünyamin Usta tüm nefesiyle. Ardından boşluğa bıraktı kendini. Zemindeki sivri demirler keskin köşeli beton parçalarının üzerine hızla düştü. Dev böceğin gözünde iki damla yaş belirmişti. Belki de insanlığından geriye sadece bu kalmıştı.

3 Beğeni

Hikayenin fikrini ve genel havasını beğendim. Sadece bazı kısımlarda geçişler dağınık duruyor gibiydi. Diyalogları biraz zayıf buldum. Bünyamin’in oğlunu böcek halinde görmesinden sonra daha fazla tepki ve duygu beklerdim. Naçizane fikirlerim bunlar hocam. Kaleminize sağlık.

2 Beğeni