KUZEY/ TARAFSIZ BÖLGE
Üç güçlü ejderha arasında yapılan antlaşma gereği kuzey, tarafsız bölge olarak, kendi aralarında ilan edilmişti. Bu alınan karara, diğer ölümlülerin uyup uymamaları, kabul edip etmemeleri, karşı koyup koymamaları vs. onların umurlarında değildi. Bundan dolayı Cypraqual adındaki bu yaşadıkları dünyanın kuzey kesimi, hakimiyet bölgelerine dahil değildi. Eğer üçünden biri burayı almak için müdahale etmeye kalkışırsa antlaşma gereği bozan taraf olarak işaretlenip, hakim olduğu bölgeye, diğer üyeler beraber savaş açabileceklerdi. Şu durumda bu zalim yaratıklar, birbirleriyle mücadele etmekten dolayı yorgun oldukları için, istirahat etmekten ziyade, biri hariç, pek bir şey yaptıkları söylenemezdi. Aralarında en az dinlenen doğudaki Kırmızı’ydı. Kimsenin adlandıramadığı bir arayış içindeydi. Bunu da kendisinden boyutsal olarak küçük ve güçsüz kendi türlerini avlayarak gerçekleştiriyor ve onların özlerini topluyordu. Batıdaki Siyah’ın bundan haberi olsa da umursadığı yoktu ancak Güneydeki Beyaz için aynı şey ifade edilemezdi, nitekim, Kırmızı’nın kendi türlerini öldürdüğüne dair haberlerini aldıktan sonra bunu araştırması için, en sevdiği hizmetkarlarından birisi olan Bora adındaki pulları süt gibi beyaz ejderhayı doğuya göndermiş ancak uzun süredir haber alamamıştı. Bu yüzden de, planlar yapıyordu. En miskin olanı Siyah, bölgesindeki şehirlerin çoğunluğunu, yönetimindeki adamları kontrol altına almış, bazılarını ise kuşatma altında tutuyordu. Ne kendilerine göre dünyanın tepesindeki kudretli ejderhaların ne de diğer ölümlülerin, kolyenin kullanılmasıyla, Cypraqual’ın yeni ve oldukça nahoş bir çağa girdiğinden haberi vardı.
Bu acımasız yaratıklar, hakimiyet kısımlarının sorumluluklarını da adamlarına, koşulsuz şartsız kendilerine hizmet edenlere, onlara göre sözde devrettiler. Kim oldukları, ne oldukları, hangi ırka mensup oldukları, hangi meslek grubuna ait oldukları, köylü, kasabalı, şehirli vs. önemli değildi. Sadece, her anlamda onlara biat etmeleri gerekiyordu. Bunların kendi aralarındaki güç mücadeleleri, efendilerinin kim olduklarını bildikleri, hizmetlerinin sadece onlara olduklarını unutmadıkları sürece umurlarında değildi. İsterse, birbirlerini öldürsünler, katletsinler, fark etmiyordu. Tabii ki her anlamda bu üç güçlü ejderhaya hizmet edenler, yönetimin tepesinde olanlar, o pozisyona yakın olanlar vs. dünyanın diğer yaşayanlarına göre çok daha zengindi. Gün geçtikçe, bu gruba dahil olmaya çalışanların sayısı artıyordu. Doğu, Batı ve Güney tarafları çoğunlukla itiraz edenler hariç, örneğin: batıdaki Chrubergine şehri gibi olanlar dışında, yönetimleri bu şekildeydi. Kuzey ise farklıydı.
Metamorfoz gerçekleştiğinde, aynı boyutta birbirlerinden habersiz aynı konumda birbirlerinin içine girmiş bir şekilde yaşayan ölümlülerin, bir nevi konumları sıfırlanmıştı. Aynı baloncuğun içinde dört tane kabarcık bulunuyor ancak dağınık ya da ayrık değillerdi. Bir kabarcığın içinde diğer üç kabarcık vardı. Devasa depremde bütün kabarcıklar birbirine girip baloncuğun içinde bir şekilde patlamışlardı. Benzetme yapılmak istense, durum böyleydi.
Kötücül yaratımların tanrısı Asdachen’in, bu kabarcıklar arasındaki engellerin kaldırılıp teke indirilmesi için yardım aldığı, iki, daha düşük tanrının vasıtasıyla yapılan bu oluşum, dağların, dağlara, denizlere, ovalara, şehirlere vs. girmesine, çarpmasına sebep olurken; cücelerin yer altı mağaraları, bir anda elflerin sarayları içinde ortaya çıkarken, kötü yaratımların dünyasından varlıklar diğerlerine akarken, bütün ölümlüler birbirine karışıyordu. İnsanların devasa yapılarını, diğerlerinden, nehirler, denizler, göller vs. önüne katmış götürürken, uzun yıllar süren bu kaos ortamı, en nihayetinde sonlanmıştı. Yeni oluşan dünyanın her yeri tamamıyla harabeydi. Binlerce ölen, ölenlere karışmış, her yer yıkıntıyla dolmuş, kalanlar kalmış. Bunlardan, ejderhalardan hayatta kalanlar, aldıkları çok büyük yaraları iyileştirmek adına ve diğer sebeplerden dolayı, başka tanrıların yakaladığı bu kelimelerle ifade edilmeyecek kadar yıkımın müsebbibi olan kendi tanrıları gibi, sırra kadem basmışlardı.
Olan oldu, geçen geçti, yıllar sonra hayata tutunmayı başaranlar toparlandı. Her tür ölümlü, oluşan bu tek dünyada, her hangi bir yeri sahiplenme savaşına girişti. Tıpkı, çok uzun yıllar sonra yenilenmiş bir şekilde ortaya çıkan ejderhalar arasındaki mücadele gibi. Kuzey tarafına dokunulmayınca, yıllardır düzeni değiştirmeye çalışanlar, bu güçlü yaratıklar arasındaki savaşın kaosunun arkasına saklanıp, süregelen sistemi bozup kendi aralarında yeniden toprak sahip olma kavgasına girişmişti.
Ejderhalar arasında geçen savaşa müteakip seyreden zamanlarda, kuzeyde yaşayanlar, ayrılıkçıları yakalayıp sürgün ettiler. Onların toplandığı yerin adı da Lavierenna’ydı. Daha sonra kalanlar, yeniden sınırları belirleyip dört ana bölgeye ayrıldılar. Bu kısımlar, yönetim şekli olarak adına her ne denirse densin, birbirlerinin yerlerini tanıyıp kötü yaratımlar dışlanarak, hakim oldukları taraflarında kalmayı birbirlerine taahhüt ettiler. İlk icraatları ise kuzeyi korumak adına: batı ve doğu tarafları deniz kıyısı olduğundan, güney sınırlarının tamamını yüksek duvarlarla çevirdiler. Hiç bir şekilde öteki yönlerden giriş istemiyorlardı.
Dünya’nın kuzey tarafının, batıya düşen kıyılarına Meshinacro Denizi, doğudakine Wrendruk Denizi kenarlardan ufak sarılışlarla kollarını dolarken, bir kaç körfezin bulunduğu, çok sayıda koylara sahip, liman şehirlerinin batı ve doğudakilere göre daha fazla kendine yer edindiği, irili ufaklı burunların hoyratça uzandığı… Ascander Denizi, kimi zaman şefkatli, kimi zaman sevecen, kimi zaman hiddetli, kimi zaman huzursuz devasa kollarıyla baştan sona bütün kıyıyı sarıp sarmalıyordu. Özellikle en sondaki doğuyla kuzeyin birleşme noktası, genişçe yarım ada şeklindeki kara parçası Caisonnda Burnu ile karşısındaki “Uzak kıyılar” diye söylenen yerin devasa yarım adaya en yakın noktası arasındaki dar geçitten, Aidroh Boğazı’ndan geçen gemiler kuzey kıyılarındaki limanlarda dinlenmekten memnundu. Oldukça işlevsel ve verimli kıvrımlara sahip bu kuzey bölgesi, dört ana bölgeye ayrılmıştı. İkinci ve üçüncü bölge dağlık alanlarla çok fazla yer kaplıyordu ve yönetimlerinde cüceler daha güçlüydü. Yani ikincisinde hakimiyeti insanlarla paylaşırken ve elflerin gücü azken, üçüncüsünde ise elflerle bölüşürken insanların söz hakkı daha azdı. Buralarda da üretim anlamında zengin topraklar, ekili alanlar, ekonomik anlamda değerli bölgeler vardı ama birinci ve dördüncü bölgeye göre daha azdı. Diğer iki tarafta ise aynı oranda insanların ve elflerin gücü daha çokken cücelerin ki daha azdı. Politik yönetim buralarda bu şekildeydi.
Bu sistemi kabul etmeyenlerin, yönetim karşıtlarının toplandığı ya da bir diğer pencereden postalandığı yere de Lavierenna deniliyordu. Dünya’nın kuzeyinin, güney doğu sınırına yakın ve dördüncü bölgenin varsayılan bitiminden sonra gelen bu yer: daha çok elf olanların barındığı bir orman, civarlarında birkaç yükseltinin bulunduğu ve çoğunlukla yer altında cücelerin yaşadığı kesim ve bu bölgenin güney kısmındaki barbarların olduğu bozkırları kapsıyordu, kendi bakış açılarına göre. Dördüncü bölgenin yönetimi ise bu konuda farklı görüşteydi.
Diğer bölgelerdekilere göre toplumdışıların, doğrusunu söylemek gerekirse, yine birbirlerinden ayrı olarak çok da sakin olmadan yaşamaya çalıştıkları Lavierenna adındaki bu kaotik yerin doğusuna bakan, dördüncü bölgenin doğu kıyısının karaya paralel uzantısında bulunan dağlık olmayan Nanretaz adındaki güneyi surlarla kaplı şehre bağlı bir kasabada bulunan demirci ocağında çalışan Sawnhall adındaki insan, sabahtan bu yana çalışmaktan kaynaklı yüzünden akan teriyle dışarıdaki soğuk havaya inat sıcaklamış bir halde, dinlenmek adına işine biraz ara verdi. Dükkanın arka tarafındaki çalıştığı yerden ön kısmına -suya hasret kalmış dudaklarından sıvıyı hiç vakit kaybetmeden, kuru boğazından yuvarlayarak göndermenin heyecanıyla- geçti. Masanın üstündeki sudan memnuniyetle ve sonrasında keyiflenerek içti. Demirci dükkanında çalışmaktan dolayı güçlü kollara ve yapıya sahip bu insan, ara vererek biraz nefes alırken, mekanın kapısına vuruldu. Yerinden az da olsa kalan yorgunlukla kalkıp kapıyı açtıktan sonra, geleni görünce yüzünde gülümseme oynaştı. Karşısındakini içeri alarak: “Hoş geldin Liando, ” dedi.
Diğeri de karşılık vererek dükkana girdi… Birlikte oturdular.
“Hala, çalışıyor musun sen? Handa, büyücü olmaya çalışan arkadaşımızla buluşacaktık ya!”
“Yetiştirmem gereken işler vardı. Neyse ki bitti. Hemen hazırlanırım, şu iş kıyafetlerini çıkarayım, gidelim.”
Hava oldukça soğuktu. Kış mevsimi, diğer yönlerde olduğu gibi kuzey için de havadaki yerini almıştı. Yancısı rüzgar da onunla birlikte maruz kalanların açısından rahatsız verilecek şekilde algılansa da umarsızca takılıyordu. Kar kristalleri ise daha havada yolculuğuna başlayıp, yer yüzünde devam edip kalıcı olmaya çalışmış hiç değildi. İki arkadaşta buna müteakip kalın ve soğuktan koruyan elbiselerle donanmıştı. Elfinki ise ince bedenine göre daha uygundu. İkilinin renk anlayışı ise birbirine yakın ve koyuydu.
“Sence, büyücünün bize anlattığı hazine, gerçek midir?” diye sordu, hana doğru topraklı yolda yürürlerken Liando adındaki elf arkadaşı. Ulaşacakları mekanla demirci dükkanı arasında biraz mesafe vardı. Ocaktan çıkacak sesler hanın müdavimlerini rahatsız etmeyecekti böylelikle.
“Kaimeld yalan söylemez biliyorsun, bence gerçektir. Yapmam gereken işlerimi bitirdim, dükkanı da ben gelesiye kadar kardeşim idare eder. Benim için maceraya çıkmak bir değişiklik olacak,”
“Hem, ayrıldığın sevgilinin ardından da sana iyi gelecek,”
“Haklı olabilirsin, üzerinden zaman geçmesine rağmen bazen aklıma geliyor. Ayrıca geri dönünce, o bodur serseri ile olan hesabımı da kapatacağım,”
“Eh ,senin uzun boyuna göre bodur diyebiliriz, bana göre…”
“Boş ver embesili, hana geldik,”
Büyücü olmaya gayret eden bahsettikleri arkadaşı, seviyesi çok da yüksek olmasa da kendi çapında basit büyüleri yapmaya çalışarak geçiniyordu. Nitekim, yaşadıkları kasabanın bağlı olduğu şehirdeki akademi öncesi okuldan mezun olmuş, kendisine bundan dolayı bir malzeme verilmişti. Hocası, başlangıç için ona, bir asa uygun görmüştü.
İkiliden Sawnhall, otuzlu yaşlarına yakındı. Kolları -kardeşiyle beraber sahibi oldukları demirci dükkanının kazandırdığı fonksiyonla- kalın ve kaslıydı. Kısa saçlarının yanında, köşeli yüzünde uzun sakalları düzenlice bakımı yapılıp itinayla değer verilirken cildi ise yağlıydı. Sanki kendini şanslı hisseder gibi ter damlaları bedeninden ışıl ışıl akıp giderdi. Yanındakine kıyasla boyu uzunken hem ondan hem de buluşacakları arkadaşından dış görünüşte yapısal anlamda -mücadele esnasını baz alırsak- daha caydırıcı görünüyordu. Liando ise, tipik elf toplumundaki gibi fiziksel özellikleri barındıran, yüzü biraz daha dolgunken bedensel olarak da inceydi. Kahve tonlu düz saçları at kuyruk şeklinde bağlanmış ve sırtına doğru ince bir hat şeklinde iniyordu.
Arkadaşları kendilerini karşıladı. Gelenler sandalyelere otururken üstünde soluk renk bir cübbe olan dostları masanın üzerine bir harita koyup anlatmaya başladı.
“Haritanın ortasındaki işaretlenmiş yer Lavierenna, sonundaki bu yere bağlı olan bozkırı geçtikten sonra kurumuş olan göl var, akabinde harabeler, bir kaç çok da yüksek olmayan tepeyi geçip kuzeyden çıkışımız olan güneydeki surlara yakın mağaraların olduğu yer,” dedi ve üstünde dumanı tüten içeceğinden bir yudum daha aldı. Garsonlar üç tane sıcak çay getirmişlerdi.
“İyi de, tepenin ardı hariç, diğer yerleri biz de biliyoruz. Bu hazine haritası değil ki,”
“Bu, yol haritası dostum,” dedi muntazam kızıl renkli sakalını kaşıyan Sawnhall.
“Bu, kuzeyden çıkışımıza giden rehber harita, asıl önemli olan hazinenin olanı; doğudaki bir şehirdeki ormanda bizi bekleyen dostumuzda,”
“Anladığım kadarıyla mağaradan geçişimizi sağlayan bir yol var ki yüksek duvarları aşalım, diğer türlü sınırdan geçmemiz için görevlileri alt etmemiz lazım,”
“Bana, bizi bekleyenin anlattığına göre, öyle bir yol, daha doğrusu tüneller varmış,”
“Harika! Gizli yollar, tüneller, gizemli arkadaş, hazine, şu ara hayatımdaki tam istediğim değişiklik,” dedi memnuniyetle demirci.
“Bana uyar. Zaten benim ruhumda macera severlik var. Ben de, bizim sıkıcı elflerden sıyrılmak istiyordum, haydi yola çıkalım,”
“Sence, bu göl niye kurumuş dostum?” diye sordu elf harabelere yaklaşırken.
“Efsaneye göre: küçük bir çocuk su içmek için göle gelmiş, tam ellerini suya daldıracakken bir çok kimsenin var olduğuna inanmadığı dev gibi cüsseye sahip cairacocas adındaki yaratık oraya gelmiş ve o kadar çok susuzluk içindeymiş ki bir içişte bütün gölü kurutmuş. Çocukta ağlayarak kaçıp gitmiş,”
“Ha ha, aman ne komik. Sen ne dersin bu konuda, büyücü,”
“Ne büyücüsü, daha akademiye yeni kabul edildim, yani daha yamağım diyebilirim. Neyse…Hiç bir fikrim yok ama istersen, yıkıntılardaki hareket eden gölgelere sorabiliriz,”
“Ne gölgesi… Hem ne fark eder, büyücü olmak hedefin değil mi? Bırak öyle hitap edelim, ”
Elf te arkadaşına katılarak: “Orada, binaların yanmış kalıntılarının arasında, sanırım üç kiandorla, kara cübbeli bir şekil var. Acele edin! Şu kalasları görüyor musunuz? Sanki, yanmaya karar vererek kendilerini koy verip gideceklerken, bir anda bu düşüncelerinden vazgeçip kavrulmanın köşesinden dönmelerine rağmen, izlerini taşımaktan kurtulamamışlar. Onlar bizi fark etmeden, bunların arkasına saklanalım," dedi ciddiyetle.
“Acılarına ortak mı oluyorsun, ne diyorsun. Bu kadar anlam yüklemene gerek yok, kalas bunlar, kalas. ‘Arkasına geçelim gitsin’ diye söyle bitsin. Kavrulmanın köşesinden dönmek nedir ya,” diye söylendi Sawnhall.
Harabeler diye adlandırılan yer: yanmış bir köyün yıkıntılarıydı.
Kara cübbeli şekil üç yaratığa hitaben:
“Size, üç tane sihirli yüzük vereceğim. Bunları takınca, görünüşünüz üç cüceye dönüşecek. Bu malzemeler, şekil değiştiren yanılsama yapan üçlü setin bir sınıfından. Kendi cinsinize aynı görünürken diğer ırklara, söylediğim gibi cüce gibi görüneceksiniz. Yüzükleri çıkarınca, yanılsama kaybolacak,”
“Sözcük falan söylememiz gerekiyor mu,” diye homurdandı birisi.
“Hayır, onu ben hallettim. Yüzükleri takın ve batıdaki nehrin yanındaki dağınık ağaç topluluklarında yaşayan uyumsuz elflerden bir kaç tanesini öldürün. Siz, orklara göre çok daha akıllı yaratıklarsınız, sizi, bu yüzden seçtim. Kaçarken bir kaç elfe görünmeyi unutmayın. Tekrar burada buluşacağız, bir görevim daha var. Sonrasında, ödülünüz hazır. Şu kuzeyi, yeniden, biraz ufaktan karıştıralım bakalım.”
“Kara cübbeli, bizi fark etmeden sıvışalım,” dedi demirci katiyetle.
“Haklısın, bizi ilgilendiren bir şey yok, öyle değil mi Elf,”
“Kesinlikle, ne bu bölge ne de burada yaşayanlar, beni ilgilendiriyor,”
Üç maceraperest, akşamın ilk ayak izlerine basarken bir kaç tepenin bulunduğu yerden aşağıya doğru indiler.
Biraz daha düz ilerledikçe mağara görünür oldu, daha doğrusu, onun bulunduğu sanki iki gri renkte kayanın kalın kolunun üstte birbirine tutunup, altta ayrılıp açıklık bırakması gibi biçimlenen inin ağzı.
“Evet arkadaşlar, girmeye hazır mısınız?” diye sordu, büyücü diye çağırdıkları şevkle, mağaraya adım atarak.
“Sarkıtlara dikkat edin, ayrıca, buralarda haydutların deposu da olabilir. Hayret aşağıya düz ve sağlamlığını kaybetmemiş bir şekilde inen basamaklar var, ha. Bak sen, kenarlara meşale koymayı da unutmamışlar,”
“Pöh! Üç beş hayduttan mı korkacağız, aman caira… bilmem ne gibi efsanevi yaratıklar olmasın da, öyle değil mi Sawnhall. Vay be, önümüzdeki geçit de sağlam ve kırılmamış. Şu sarkıtlar olmasa-”
“Ne bu şimdi, yani, şapkadan tavşan mı çıkardın laf sokarak,”
“Sen söyleyince komik, ben yapınca-”
“Susun! Bazı ışık sızıntıları gördüm sanki. Dikkatli olalım, önümüzde bir başka geçit var, sessiz bir şekilde siz köşelere geçin,”
İlk kapıyla bakışan ikincisi arasında uzun, yatay, boş bir koridor görünüyordu. Duvarlardaki meşalelere ise bir süredir ayar verilmediği göz atılınca belli oluyordu. Nitekim bazıları sönmüş, bazıları ise aynı eylemi gerçekleştirmek adına nazlanıyor gibiydi.
“Liando, karanlıkta bizlere göre daha net gören gözlerinle, koridordaki kuytu köşelere bir bak bakalım, görecek bir şeyler var mı?” diye sordu oldukça kıstığı sesiyle Sawnhall.
“O kadar yoğun bir karanlık yok koridorda zira sönmeye yüz tutmuş duvardaki odunların cılız ışıkları nispeten loşluk sağlıyor, kuytularda olmasa da,” diye cevapladı aynı ses tonuyla, su yeşili gözlü elf.
Bulunduğu yerden kendisinden beklenilen bakış performansını sergiledikten sonra elf, koridorun bakabildiği mesafenin sonunda iki tane açıklık olduğunu yanındakilere ifade etti.
“Büyük ihtimalle onlar da içe bağlantılı, önümüzdeki gibi bir kapıdır,”
Büyücü olarak hitap ettikleri arkadaşları Kaimeld, sessizce, yan duvarlara tutuna tutuna sağ taraflarındaki açıklığa yavaşça ilerlerken diğer ikisi öndeki geçitten içe doğru kat ettiler, durumun ciddiyetinin gizlilik konusundaki anlamını kavramış bir şekilde, sinsice kelimesi ortama uyum konusunda diğerlerinin oldukça önünde yer alabilirdi. Önlerinde iki tarafı açık, ortası duvar olan bir kısım görünüyordu. İki duvarın tavana yakın kesimlerinde Kaimeld’in fark ettiği ise ışık sızıntılarının müsebbibleri olan çubukların ateşinin dokunuşlarıydı. Sawnhall, soldakinden Liando da sağdaki açıklıktan kafalarını çıkarıp önlerindeki alanı gözlemeye başladılar, ama gizlice.
Geçidin ardındaki kirli ve yıpranmış duvardan sonra görünen, üç odadan oluşan depo gibi bir yerdi. Geniş odada, masa ,sandalyeler ve kenarlarda silah ya da benzer metal malzemeler vardı. Sol tarafta koridorun iki yanındaki kapılarla bağlantılı olarak, merkezdeki geniş odanın yine sol duvarlarının önünde çıkıntı şeklinde olan odanın içe giriş kapısı görünürken ve izleyicilerin kulaklarına bazı sesler salınırken sağdakinin de şeklen aynı yolun yolcusu olduğu ifade edilebilirdi. Gelen seslerin ortaklığı burada da mevcuttu.
İkili etrafa göz gezdirerek, merkezi odanın ortasındaki masanın girişe bakan tarafında iki kişinin ayakta durduğunu gördüler. Konuşmalarından yakaladıkları kadarıyla yemek hakkında laflıyorlardı. Gördükleri şekliyle yüzlerine bakılabilir duvarlardaki, demirden bir yuvaya yerleştirilmiş, üst tarafı çubuğun sap kısmının geçebileceği kadar geniş ve kavisli iken altı ise yuvadan uçmasın diye dardı. Üstle altı tutan, geniş odanın ortasındaki iki kalın kolon gibi yuvanın dağılmasını önleyen demir ince çubuklardı. Burada ve duvarlardaki diğerlerinde mutlu ve mesut bir şekilde oturan kalın ve yönü eğimli sakinlerin uç kısımlarına tutturulmuş, yanıcı maddeyle desteklenmiş yerde yanan ateşlerin ellerinin birbirine kenetlendiği yoğun ışıktan dolayı ortam aydınlıktı.
Masanın önünde sohbet eden soldakinin elinde tam olarak seçilemese cam olmadığı şüphe götürmez bir biçimde bir bardak bulunurken, onu kalın dudaklı ağzına götürmüş ve ardından da akan sıvıyı pis elleriyle silmekten geri durmamıştı. Yanındaki ise ona göre yapısal düzeyde biraz daha zayıfken aynı oranda da kafasında saçı azdı. Boy konusunda da soldaki daha öndeydi ancak ikisinin sesi için rahatsızlık derecesi aynıydı. Onlara ek olarak sağ ve sol taraftaki küçük odalardan da bazı sesler geliyordu.
Kaslı insan ile ince elf, birbirlerine bakış atarak masanın oradakileri kendilerine göre paylaşarak olabildiğince sessizce hareket ederek, arkadan yaklaşarak, tıpkı bir suikastçi gibi ikisini yakalayıp bayılttılar. Sol taraftan biri, aniden çıkmışken, elindeki tabaklarla, daha şaşkınlığından uyanamadan Sawnhall, masadaki bıçaklardan birini çabucak alarak haydudu elbisesinden duvara çiviledi.
Sağdakini ise koridor bağlantısından arkadan girerek Kaimeld, asasıyla kısa boylu ve uzun sakallı haydudun kafasına vurarak onu bayılttı. Yol arkadaşları, dört haramiyi ortadaki kolonlardan giriş kapısına yakın olana sıkıca bağladı. Şu an için dördü de baygındı. Büyücüyü yanlarında bırakarak etrafı araştırmaya koyuldular.
Duvarların kenarlarına tutturulmuş bir kaç tane tezgahın üzerinde demir ve metalden yapılma malzeme vardı. Sawnhall, dışı koyu gri renk, biraz da antrasite çalan, kılıf gibi bir şey gördü onların birinin üzerinde. Ağırlığını tarttıktan sonra ne kadar döküntü görünse de, bulduklarını topladıkları ortadaki masanın üstüne attı. Elf te bir kaç malzeme bıraktı.
“Bunlar nasıl haydut böyle, hiç dişe dokunur bir şey yok. Topladıkları değerli şeyler nerede bunların,”
“Mesleğe yeni başlamışlar herhalde,”
“Eee… Burası kapalı, çıkışı nerede büyücü? Hani tüneller vardı. Sağdaki odanın tavanında kapak var, oraya da baktım ama bir çıkış yok!”
“Doğudakinin anlattığına göre burada olmaları gerekiyordu, anlayamıyorum,”
“Sanırım, adamın seni kandırmış,”
Sawnhall, bağladıklarından birini kuvvetlice sarsarak uyandırdı.
“Hey Süprüntü! Buradan çıkış yok mu!”
“Olsa ne olur olmasa ne olur, salak!”
Demirci, adamın suratına şiddetli bir yumruk vurarak onu tekrar bayılttı. Kaimeld, duvarlara asasıyla dokunarak zayıf bir nokta var mı diye arayış içerisindeydi. Karanlık köşelerde asasındaki ışığı yakarak ilerliyordu. Bu arada Sawnhall, sinirle masanın üzerindekileri etrafa dağıtmış, kılıfa benzer şey ve diğerlerinden bazıları, soldaki odanın sağındaki köşeye gitmişti. Büyücü, asasıyla oradaki duvarları kontrol ederken ışığın vurduğu yerde, kuytu köşede bir şey ayağına takıldı. Eğilip bunun sebebi ne diye bakarken asasıyla beraber, Demirci’nin masaya getirdiği kılıfa benzer malzemeyi gördü. Onun ışığı yere vururken öte yandan diğer nesnenin de üzerine düşmüştü. Tam o anda, kılıfın dışındaki gri antrasit renk karışımı olan maddenin, bir miktar ucundan çözündüğünü fark etti. Hemen onu yerden alarak tekrar masanın üzerine koydu ki malzeme eski haline dönmüştü.
Büyücü, hayretle: “Acaba, hayal mi gördüm,” diye düşündü.
Sawnhall, sinirle, “Bu ne büyücü. Bu değersizi, niye getirdin yine,”
Elf de yanlarına gelerek:
“Ne oluyor, ne buldun Kaimeld? Bu, Demirci’nin bulduğu kılıf değil mi?”
“Duvarları kontrol ederken ayağıma bu nesne takıldı. Asamın tepesindeki ışık bir miktar ucuna vurunca metal çözünür gibi oldu. Liando, arkandaki duvardaki meşaleyi getirir misin?”
Sawnhall hala öfkeliydi. Ayılıp ta gürültü yapan haydutların çenelerine bir kez daha vurarak onları yeniden bayılttı. "Sessiz olun! Bir dahakine ayılamayacak hale gelirsiniz.”
Kaimeld, kızgınlığın kendisinin üzerinden alınmasıyla meşaleyi umutla kılıfın üzerine tuttu, gel gör ki hiç bir şey olmadı. Ateşin ışığı, herhangi bir fark yaratmadı objede.
“Neden boşa çabalıyorsun, kapana kısıldık, arkadaşın seni kandırmış?”
“Evet dostum, geri dönmeliyiz. Bu macera da burada biter,”
Kaimeld, son bir deneme olarak, ateşin alevi değil de asanın tepesindeki büyülü ışığı tek bildiği sihirli kelime deriark diyerek yaktı ve malzemenin üstüne tuttu. Evet, hayal görmemişti, geçide doğru dönen ikiliye seslenerek:
“Beyler buraya gelin, bakın ne oluyor,”
Diğerleri, homurtuyla söylenerek yine ne var tavrıyla masaya geri geldi. Gözlerini fal taşı gibi açarak şaşkınlıkla, ışığın vurduğu yerlerin çözündüğünü gördüler. Kılıf, ucundan, yavaş yavaş tabiri doğruysa kendini bırakmaya başladı. Işığın olmadığı yerlerde ise bu farklılaşma durdu. Büyücü adayı, ışığın tamamının kılıfı kapsayacak şekilde, asasını tekrar ayarladı. O, bunu yaparken ışıktaki oynamalardan dolayı gölge olan yerler, eski haline dönüyordu ancak onun tamamını kapsamasıyla, kılıf, hızlıca çözündü ve dışının bir hançeri sakladığı ortaya çıktı. Sapında, beş tane kırmızı renkli kristal vardı. Dördü, çapraz karenin köşelerinde duracak şeklinde, merkezinde de biri vardı. Sawnhall, büyücüye ışığı sabit tutmasını işaret ederek, eliyle hançerin sapını kavrayarak ve kristallere dokunarak incelemeye başladı. Tek tek parmaklarını kristallerde gezinirken ortadakine dokununca, keskin tarafı, ufacık bir şekilde derisini kesti. Azıcık kanın akmasıyla, parmağı, merkezdeki kristalin üzerindeyken diğer köşelerdeki dört kristal, hareket ederek kanın bulaştığı merkezdekine yapıştı. Buna müteakip, hançerin ucunda bazı hareketlenmeler olup küçük küçük işaretler oluşuyordu. Elf, onlara bakarak, bunların elfçe kelime olduğunu anladı. Gördü ki, Sawnhall’un parmağı üzerinde iken ve ışık vuruyorken, taquiennes, escitte ve manies yazıyordu. Yani, elfçe, karanlık, ışık ve kendi şeklinde insanların dilinde, bu anlamlara geliyordu. Diğerlerine, bu minvalde açıklamıştı. Demirci, parmağını çekince kristaller yerlerine döndü. Aynı şekilde tekrar geri koydu ancak değişim olmadı. Üçü de hüsrana uğramıştı. Büyücü yamağının ışığı gittiği anda malzeme, masadaki tahtalardan kıymık çekerek eski haline dışı ondan mamul olarak geri döndü. Anladılar ki bu nesne neyse, içindeki hançeri bir şekilde koruyordu.
Yol arkadaşları, yeni bir azimle tekrar denemeye karar verdiler. Bu sefer, Sawnhall’un rolünü elf üstlendi. Ziyadesiyle onun kanı da tekrar kristalleri hareketlendirdi ve hançerin sapına doğru üç kelime daha oluştu. Racallas, herre ve tekrardan taquiennes şeklinde. Elf, bu üç kelimenin onlara, doğa, gayri meşru ve yeniden karanlık anlamına geldiğini söyledi.
“Karanlık, ışık, kendi, doğa… Ne bu böyle bulmaca gibi,”
Yine hezimete uğradılar zira elf de ikinci kez dokundu ancak, yine kristaller hareket etmedi.
“Elf kanı, insan kanı… hımm… bize ne lazım, tabii ki bunları sevmeyen cücelerin kanı. Bu maddenin sahibi kimse, baya akıllıymış; her hangi bir malzemeyle kaplanıp kendini koruması yetmiyormuş gibi bir de bu üç ırkın bir arada olamayacağını düşünerek-”
“Tamam dostum, anladık ta, şu asanı oynatıp durma,”
"Neyse ki, şu andaval haydutlardan biri cüce, deneğimizin kanıyla tekrar deneyelim. Nesne, cücenin kanını da bir nevi tadınca kristaller, aynı rütüeli uygulayarak hançerin ucundaki diğerlerinin altında iki kelime daha alevlendi. Racal ve atrente diye. Elf, onlara iki sözcüğün doğmak ve olmak anlamına geldiğini söyledi. Nesne, yine, etraftan ışık gidince, gereç toplayarak kendini kapladı.
“Nesne büyülü, anladık, ne kaldı geriye,”
Kaimeld’in asasının yeniden ışığı eşliğinde, bundan sonra, çapraz kare şeklindeki kristaller normal kareye döndü.
Taiquennes escitte manies racallas herre taquiennes racal atrente şeklinde, elf seslendirdi ve hançerin ucundaki kelimelerin tamamı ışık gitse de yerinde kaldı ve tekrar ışık gelince, başlardaki gibi kaybolmadı.
“Karanlık, ışık, kendi, doğa, karanlık, gayri meşru, olmak, doğmak. Gel de bunu çöz. Hay ben senin-”
“Ne oldu şimdi, bu hançer, ne işe yarıyor,”
“Bu cümlede bir terslik var, hiç anlamlı görünmüyor,” dedi düşünceler içerisinde elf.
Kafasında, kelimeleri düzenliyor, yerlerini değiştiriyor ama cümleyi anlamlandıramıyordu.
“O kadar uğraş, çöz ama bir sonuç yok. Çıkış kapısı da görünmüyor, Ne dersin Sawnhall, geri mi dönsek,”
Demirci, uyanıp ta gürültü yapan işe yaramazların çenelerine okkalı bir şekilde vurup bayıltmakla uğraşıyordu. ’”Sessiz olun, sizi doğduğunuza-“
“Ne dedin sen, doğmak mı,”
“Doğduğunuza,”
“Sanırım buldum,” dedi elf, büyücünün çıkış kapısı derken aklına kapı kelimesinin elfçesi geldi, zira kafasında alt alta kelimeleri koyup ta baş harflerini birleştirince bir kaç denemeden sonra, içerisinde termat kelimesini yakaladı. Yani, elfçe kapı ya da geçit anlamında.
Düşündü…
“Taquiennes escitte racallas manies atrente taquiennes racal herre,” şeklinde, denemeye karar verdi. İlk altı kelime yer değiştirdi ateşli bir şekilde ancak racal ve herre hareket etmeyip aynı kaldı.”Taquiennes escitte racallas manies atrente taquiennes herre racal,” şeklinde, tekrardan denedi ve iki kelime daha yer değiştirince ve hareketlenmeler bitince tekrardan söyledi. Tamamen alevlenen kelimeler, mavi renge büründü ve ışıldamaya başladı. Kristallerde aynı renge dönmüştü. Şekli de dikdörtgene çevrildi. Bundan dolayı da merkezdeki kristal, bir kapı kulpu yeri şeklinde bu formda yer aldı. Ardından, ellerindeki titremeye başladı.
“Karanlık olmasaydı ışık kendi doğasından gayri meşru karanlık doğururdu,” dedi anlamlandırmayı diğerlerine açıklayarak. Tahtadan kılıflı silahı, tekrar asasının ışığıyla yeniden canlandırdı zira büyülü ışık gidince hançer, bir nevi ölüyordu. Merkezdekine, Sawnhall parmağıyla dokununca ortadaki masanın girişe bakan değil de tersi taraftaki, önlerindeki duvarda bir kapı açıldı.
“Demek ki bütün tantana bunun içinmiş, hançer gizli geçitleri buluyormuş. Neyse, haydi gidelim, tüneller bizi bekler,”
Hançer, ışık gidince eski haline döndü, alalade ve paçavra gibi oldu. Büyücü, tekrar ışığını yöneltti ve kelimeler de, kristaller de sabitti. Hançerin kapısının kilidini kırmışlardı. Artık, silah, gizli bir geçit varsa titreyerek onlara haber verecekti.
Yol arkadaşları, tünele girdiler. Önlerindeki, çok uzun görünmüyordu. İlerledikçe, kulaklarına anlamadıkları dilde sesler gelmeye başladı.
“Dikkatli olmalıyız kardeşlerim. Dacassyre, bizim türümüzü avlıyor. Bu durum, sürekli olmaya başladı,”
“O koca kırmızı, son zamanlarda çok huysuzlaştı,”
“Bu durum, onu daha da tehlikeli yapıyor,”
“Böyle giderse sıra bize de gelecek. Burada toplanmamızın tek sebebi ona karşı önlem almak eğer bunu yapmazsak biz de kurban olacağız. Hizmetkarlarının toplamı bizimkilerin sayısından büyük. Özellikle bu civardaki emici klanlarının çoğu onun denetimi altında. Kendisi, diğer iki büyükten daha tehlikeli. Batının sahibi Tischveria dinleniyor da güneydeki bir şeyler karıştırıyor sanki,” dedi diğerlerine göre pul rengi daha koyu olan.
“Peki, ne yapacağız!”
“Onu öldürmeyi düşünmek imkansız gibi bir şey. Üçümüz birleşip buna cesaret etsek bile kurtulmamız mucize olur,”
“Batıdan ya da Güneyden, birinden yardım istesek,”
“İmkansız! Ne diye yardım isteyeceğiz. Biz onlar için emici hizmetkarlarından farklı bir duruma sahip değiliz. Belki, onlardan biraz daha değerli olabiliriz ama bizim söyleyeceklerimizi önemseyeceklerini sanmıyorum. Onlardan destek alamayız da, belki büyük kırmızıyı verebiliriz,”
“Bu nasıl olacak. Hem böyle bir girişimin sonucu dünyada büyük bir alanı mahvedebilir: ormanlar, dağlar… hatta şehirler yerle bir olabilir,”
“Bize ne, olacaklardan, şehirler yakılır, yıkılır ve yeniden kurulur,”
“İyi de, diğer ikisine Dacassyre’yi nasıl yollayacağız. Hadi kırmızıyı kışkırttık nasıl bunu gerçekleştireceğiz ayrı da… Öbürleriyle nasıl irtibat kurup ona karşı şartlandıracağız?”
“Şunu söyleyeyim kardeşlerim: Kırmızı bir şey arıyor, türümüzü katlederek ama bizde ne aradığını bilmiyorum,” onlara baktı ve diğer ikisi de onunla hemfikirdi.
“Planı şekillendirelim: öncelikle, Dacassyre’nin ne aradığını bulmamız lazım. Eğer aradığı gerçekten onun için çok önemli bir şeyse, bunu, ona karşı kullanabiliriz,”
“Bunu ararken dikkatli olmalı ve ona sezdirmemeliyiz,”
“Öyleyse şöyle yapacağız: birimiz onun ne aradığını bulacak, bir diğerimiz: öbür ikisinden birisini, ben de ötekisini kırmızıya karşı kışkırtacağız ya da sadece kırmızıyı mı onların üzerine salsak,”
“Bence, ilki daha uygun. Başarabilirsek, bu savaşta belki üçü birbirini yer de onlardan kurtuluruz. Dünyaya biz nam salıp onların yerine geçeriz,”
“Bu çok zor bir ihtimal kardeşim. Onların arasında antlaşma var ve bunu hepimiz biliyoruz,”
“Biz de bozarız kardeşlerim. Plan anlaşılmıştır herhalde. Bundan başka çaremiz yok,”
“Bu gizli yeri bulman iyi oldu Shelazantler. Bu buluşma üçümüzün arasında ve çok gizli, diğerlerinin haberi olmamalı. Sen, Dacassyre’nin ne aradığını bulduktan sonra, ben ve İmmortanu devreye gireceğiz.”
Bir süre sonra duydukları sesler kesildi. Üç siyah ejderha, kendi dillerinde sohbet etmişti. Tünelin sonu, yol arkadaşlarını çok geniş bir alana çıkarmıştı. Konuşanlar ise çoktan gitmişti.