Taşların Gölgesinde: Beşinci Bölüm

Yol arkadaşları, kendilerini takip eden soğuk ve yandaşı ayazdan kurtulmaya çabalıyordu. Yürüdükleri yola kar ince bir tabaka halinde serilmiş, onlar da ayak izleriyle bir şekilde tasarımlarını bırakıyordu. Üçlü, yan yana ve birbirine neredeyse dokunacak biçimde hareket ediyorlardı. Ellerinde kalınca eldivenleri olmasına rağmen, kollarında, kalın kıyafetlerinin altında kolluk tarzında koruyucular olmasına rağmen, soğuğun yeniden dayanılmaz hissine kapılmaları yüzünden onları devamlı oynatmak zorunda kalıyorlardı. İkisinin, saçlarının kafasının arkasında bağlı olduğu, bir diğerinin salındığı, üstlerindeki, -patika kenarındaki ağaçların irili ufaklı, uzun ya da kısa, kimisinin üstünde az da olsa kar olan, kimisi daha bu seviyeye ulaşamamış- dallardaki farklı şekillerdeki yapraklardan kar taneleri düşüyordu başlarına. Yerde, üst kesimlerini kar kristalleri bürümüş sık çalılıklar, kısa ya da bazıları uzun otlar ve diğer izleyicileri, ormanda bulunan bazı bitkiler bulunurken, sanki onların adımlarının takibini yapıyor, bize de uğramasa diye birbirlerine fısıldıyorlardı.

Yol arkadaşlarının yakınlarındaki, eni geniş, uzunluğu bodur ya da yüksek ve dar ya da uzun gövdeli ağaçların kabuklarında da kar tutunmaya çalışırken, bazen de düşmek konusunda itirazı olmuyordu. Üstündeki böcekler nispeten daha beyaz dokunuşun olmadığı yerlerde seyahat etmeye gayret ederken, çoğunlukla gidiş yollarında karşılaşmaktan kaçınamadıkları kaygan tırmanışın ardından, dağa çıkanların düşerken tutundukları ekipmanlardan biri olan halatlarla kurtulmaları misali yere doğru yol alıyorlardı ancak farklı olarak, makus talihlerine direk yeri boyluyorlardı.

Ortamda rüzgarın sesinden başka biri süzülmüyordu. Sanki uzaklardaki bir ağaçtan ufak bir hayvan mı atlamıştı dala, diye düşündü Nimali, kafasını az da olsa kaldırıp bakmıştı. Diğer taraftan kulaklarına, yan taraflarındaki kısa bitkilerin bürüdüğü kısımdaki örtülü yerden, dal kırılma seslerinin arasına, onlara doğru yaklaştıkça, ayakkabıların buna sebep olan hareketten kaynaklı yükselip alçalan tonları karışırken, bir de daha da yoğunluğu artan başka birini fark etti. Onun uyarısıyla:
“Siz de duydunuz mu beyler? Sanki uzaklardan çığlık sesi geliyor,” dedi, rüzgarın ortama verdiği hissiyatın ona düşen payını alarak, konuşmasındaki kelimelere, bunu dudaklarındaki az da olsa titremeyle dağıtarak belirtmiş ayrıca kafasını da o yöne çevirmişti.

“Biz, soğuğun şiddetinden gayrı bir şey duymuyoruz Nimali. Öyle değil mi Marju,” dedi Soriol, sonuna doğru, hissedar olarak Onun da sesi çatallaşmıştı.

“Eğer Nimali duymuşsa doğrudur. Onu dinlesek iyi olur zira o çığlık sesi, bana da gelmeye başladı ve gittikçe de artıyor,”

Yeşil gözlü, oval yüzlü arkadaşları haklıydı çünkü çığlığın sahibi görüş alanlarına girmişti. Hızlı hızlı gelen adımlarla beraber, yere bastıkça çatırdayan dal parçalarının eşliği devam ederken, sesin şiddeti daha da yoğunlaşma yolunda amaçsızca ilerlerken, buna ek olarak ta daha ağır tonları kulaklarına hücum anlarını daha da sıklaştırmıştı. Asap bozucu soğukla mücadele eden yol arkadaşlarının görüş mesafesine giren, feryat eden, onlara doğru iyice yaklaşırken, telaşlı adımlarının arasındaki kısa mesafe, koşmayla alakalı yön ve doğrultu değiştirirken, belirginleşen ayakkabı ile bot arası tarzı ayakkabılarıyla karda ufak izler bırakıyordu, kırılan bazı bitki parçalarını üstünde barındırırken. Arkasındakiler de yavaş yavaş belirmeye başlıyordu. Ağaçların arasından soluk soluğa gelen ve bağırmaya devam eden kişinin dişi bir insan olduğunu anladılar. Yol arkadaşlarının birbirine olan konumları değişmişti ve uzakta olmayacak şekilde ayrılmışlardı. Kafası kukuletalı kaçanı, takip edenlerin, yaklaşanların çok belirgin olmaya yakın seviyede, izleyenlerin bakışlarında, kar tanelerinin ağaçlardan düşüşleri arasından, ayrıntılandırılma esasıyla biri cüce olmak üzere dört kişi olduğu görülmüştü.

Onlardan kaçan hızla koşarken, üçlünün yan taraflarındaki, bazı yerleri çökmüş, az da olsa karlı olan yere yatay şekilde uzanmış olduğu uçları, içe doğru ortasına doğru derinliği düşük, yapısı ince ve düz olmayan şekilde kırılmış, ağaçların dallarına bakan üst yüzeyinde beyazlığın kıvrıldığı ve yan yüzeylerinde, ufak otların zemininde toprağa tutunan taraflarda dökülmeye yüz tuttuğu kar tabakaları görünen önündeki kütüğü fark etmedi ve akabinde ön adımı bir nevi engele takılarak, kütüğün kendini silkelemesine sebep olarak, yüzü koyun, karlı zemine, savaşçıların ayaklarının dibine düştü. Soriol, güçlükle, yerden, üstündeki kalın kıyafetin önüne, yere düşmeyle beyazlığın yapıştığı kısımdan, kar taneleri kısa barınmalarını sonlandırıp, kapıyı çarpıp giderken, düşeni kaldırdı. Üç insan, tüm heybetleriyle, -yapraklardan ve dallardan, dolayısıyla ağaçlardan yere, sert rüzgar engellemeye kalksa da güçlü yumruğuyla, bazıları buna itaat ederken bazıları ise umursamayarak, özgür ve başıboş bir şekilde süzülen kar tanelerinin arasında; bu sahneye yardımcı oyuncular olarak, üstlerindeki normal kıyafetleri ama bazılarında farklılaşan yeşilin tonlarından renkleriyle ve aynı genel kıyafetleriyle, kar kristallerini aksesuar misali ekleyen değişik şekillerde yapraklarda, sert rüzgarın fonunda ortamda dans ederken, bir o yana bir bu yana figürlerini sergilerken- soğuğa da aldırmayıp, dişi insanı da yanlarında tutup gelenlerin karşısına, yardım sever duyguların getirisi ile dikildiler. Yanlarındaki ise ince yapılı, kendilerine göre boyu kısa, yani ortalama bir insanın boy anlamında, az üstündeydi. Yeni gelenler ise bu grubun karşısında konumlanmıştı. Hepsinin şu an bulunduğu alan, biraz daha açık ve yerde, ince kar plakasının üstünde de çok fazla çalı çırpı vs. görünmüyordu. Ama üstlerinde ağaç dalları ve yaprakları, yukarıyı aralıklı olarak kapatmıştı.

Yol arkadaşlarına göre, biri hariç diğer üçü görünüşte daha zayıf görünüyorlardı ancak soğuğa dayanıklı kalın ve ağır kıyafetler giyiyorlardı; içlerine rahatlıkla kesici aletleri saklayabilirler, neticesinde kendilerine sürpriz yapabilirlerdi. Cüce dışında diğerlerinin yüzü siyah bir bezle örtülüydü. İçlerinde en iri görünen ama en kısa olanın, üçlüye bakışı: Yanınızdakini verin ve defolun gidin, diyordu. Tersini yaparsanız, sonuçlarına katlanırsınız, diye de, yüz ifadesini sertleştirerek onlara sunuyordu. Savaşçılar, duruşlarını hiç bozmamış ve bakışları, konuşan ve diğer üçü dahil, Biz sizin gibi çapulcu takımına olanak verecek kadar niteliksiz değiliz, diye cevabı yapıştırıyordu. Dişi insanın -kafasında kapüşonu olduğu için yaşını pek seçemiyorlardı- belli ki başı dertteydi. Üçü de, insanlık adına ve zor durumda kalanları kurtarmak adına davranış sergilemişti. Onlardan bir tanesi olan, Soriol:
“Neden bu insanı kovalıyorsunuz? Derdinizi bir an önce anlatın ki siz yolunuza, biz de yolumuza gidelim, ”dedi, sanki kelimeler ağzından çıkarken birbirine çarpıyordu. Bu arada dişi insan, yol arkadaşlarının arkasına doğru ilerlemişti.

“Siz kimsiniz ki. Üç tane, uzun saçlı çapulcu. Uzatmayın! Biz dört kişiyiz… dedikten sonra duraksadı. Kalın sesinin ağır tonlu vurgusuyla: “O ellerinizi de sabit tutun, ” diye de hırladı cüce. Ardından, tehditkar bir biçimde diğerlerine de silahlarını (kısa bir kılıç, küt bir bıçak ve demir zincir halkaları) hazır da tutmalarını işaret ederek baltasını karşısındakilere doğru kaldırdı.

“Çapulcu mu. Kalın sesin ve uğursuz bakışın ancak sen ve senin gibi moronları etkiler, yerden bitme. Neyse… Konuşmayı denedik, yapacak bir şey yok!”

Nimali, sözlerine başlarken ve devam ederken, gri mavi gözlü arkadaşına doğru atağa geçen, elinde kalınca zincir olan biri, onu, zarar verici nitelikte salladı ancak ayağı itaat etmeyerek kayma teşebbüsünde bulunsa da dengesini sağlamayı başararak, bu harekete izin vermeyerek karşısındakine karşı yerini koruma çabasındayken rakibi, yere sağlam basmanın gücüyle, hiç tereddüt etmeden kılıcı ile bir kaç hareket eşliğinde, sanki bir müzik aletinin tellerine uyumlu bir şekilde dokunur gibi, demir ve görünüşe göre paslı halkaları keserek, parçalara ayırdı. Nimali ise buna tempo tutarak, cücenin kaldırıp ta kendisine doğru yönlendirdiği baltayı kılıcıyla, bir savaşçının kendine güvenen o tecrübeli haliyle karşıladı ve aynı oranda, deneyimin verdiği itmeyle saldırganı hızlı hızlı kılıç hareketleriyle sendeleterek, geriye doğru kayıp düşmesine sebep oldu. Soriol da notaların akışına uyum sağlayarak oklarını diğer ikisine gönderdi. Öte yandan şaşkınlığa uğrayan zincirli saldırının sahibi, karşısındakinin ani ve arzulu bir yumruk darbesi davetini geri çevirme lüksü olmaksızın kabul etmek zorunda kalıp örtülü yüzüne yedi.

Yerden Onu kaldırıp, sanki dolu bir çöp torbasını alıp atarmış gibi Marjuarane, tiksinerek kıyafetlerinden tuttuğu gibi ağaçlara doğru hiç zorlanmadan, yine de düzenli nefes almayı ihmal etmeyerek fırlattı. Cüceyi de Nimali, arkadaşının yanına, keyifle postaladı. Diğer ikisi ise bacaklarına yedikleri oklar yüzünden sendelemişler, biri kısa kılıcının savunma pozisyonunda düzgünlüğünü ayarlayamazken, bir diğeri de küt bıçağını elinden istemsizce, ıstırabın getirisiyle düşürmüş, üzerlerine gelen iri savaşçıya karşı koyamadan acı içinde bağırarak, darbelere cevap veremeden karlı zemine savrulmuşlardı. Zorlukla ayağa kalkmışlardı, yedikleri yumruklardan dolayı yüzlerindeki örtü ikisini terk etmiş ve yerini kanlı bir görünüme bırakmıştı. Onlar, hiç bekleme yapmadan sıvıştılar. Kalanlar, baktılar ki bunlar bizden güçlü: topallayarak, düşe kalka kaçarken arkalarına korkulu gözlerle bakarak, nefes nefese yol arkadaşlarının ve kovaladıklarının karşı istikametine doğru, kuyruklarını kıstırıp gittiler.

Üçlü çok fazla çaba harcamadan, sanki antrenman yaparmış gibi rahatça duruma el koymuştu. Yerdeki yer yer beyaz zeminde, kan damlaları görünüyor ve mücadeleden kaynaklı izler bulunuyordu.

“Hah! Daha yeni ısınıyordum. Neyse, bunların sayesinde biraz sıcakladım.” diye alaycı bir şekilde sırıttı Nimali. Diğer ikisine nazaran Marjuarane yine de: “Sanki bu kadar kolay olmamalıydı, çabuk pes ettiler gibi,” diye şüphe içine düşmüştü. Arkadaşları ise onun bu düşünceli halini görse de umursamadı. Oldu ve bitti.

Kovalanan, kurtulmuştu. Onun peşinde olanların bu kadar ödlek olduğuna dair herhangi bir düşünce geçmezken kafasında, önceki korkmuş hali, yavaş yavaş, kurtarıcılarının yanındayken, sevdiğinden ayrılan aşık misali onu terk ediyordu. Dişi insanın üstünde de kalın giysileri gören Marjuarane’nin kafasındaki şüphe koridorunda: “Bizim üstümüzde daha inceleri varken, neden bunlarda kalınları bulunuyor,” diye ikinci yolcu da yürümeye başlamıştı. Yine de, yanındakinin giydikleri onun peşindekiler kadar kalın olmasına rağmen narin bir insanın taşıyabileceği kadar, daha hafif ve daha iyi görünüyordu.

Kurtarılan, kendini güvende hissedip rahatladıktan sonra, kafasındaki kapüşonu indirdi. Onun, kızıl saçlı, genç bir kız olduğunu gördüler. Onlar birbirine bakıp fısıldaşırken, dişi insan düşünerek, zihninde bir cümle kurdu. Onu imgeleştirip, resme dönüştürdü. Yine zihnindeki bir başka yerde boşlukta bu imgelemeyi canlandırdı. Sonrasında bir kelime fısıldadı. Diğerlerinin duyup duymamaları önemli değildi. Onu bir anagrama çevirdi. Yeni oluşan kelimedeki harflerden bazıları gliflere dönüşürken, kalanlar da resimli yazı şeklinde bir diğer glif türüne evrildi. Simgesel glifler birleşip bir rün oluştururken, diğer çeşidi de o rünün gölgesi olmuştu. İşte orada genç kızın zihninde canlandırdığı görüntü vardı. Bu safhalar saniyeler içinde gerçekleşmişti. Bu oluşan ama maddesel anlamda görünmeyen rün, Cypraqual dünyasının yapısındaki sınırsız enerjinin, bilinen diğer adıyla büyünün bir parçasına dokunabilmek için anahtardı. Bu fısıldanan kelimeyi başka büyücüler de kullanabilir ama anagramı, uygulayan herkes oluşturamazdı ve rün meydana gelmeyeceğinden, dolayısıyla ana kaynağın bir parçasına dokunulmadığından bu büyü gerçekleşmezdi.

“Beni o canilerden kurtardığınız için size çok minnettarım,” dedi, yuvarlak yüz hattında, çekiciliğiyle boyanmış zarafet tablosu gülümsemesiyle. Sesi, tatlı ve leziz yemek sonrası gibi, haz veriyordu…

Cypraqual Dünyasının ana yapısında (her nerede olursa olsun, yer yüzünde, gökyüzünde, yer altında…) tanrıların kendisinden kaynaklı saf ve gerçek enerji, Metamorfoz sırasında ortaya çıkan enerji, Tanrıların dünyanın oluşumunda, kendi alemlerinde farklı ölümlülerin dünyasında uyum anlamında farklı emanetlerinin yaydığı enerji ve yine Metamorfoz sırasında dört dünyada yaşayan büyücülerin öldükten sonra ruhlarının asılı olduğu “Ölüler Hanı” denilen bilinmeyen yere konulmadan önceki sahip oldukları bütün güçlerinin tanrılar tarafından toplanıp, başka malzemelerin içine dağıtılıp dünyaya bırakılmasından kaynaklı onların yaydığı enerji. Bunların birleştirilmesinden oluşan sınırsız enerjiye de bilinen adıyla “büyü” deniliyordu. Dünya tek bir boyuta dönüşmeden önceki ayrı ayrı dört boyutta büyünün kapsamı farklıydı.

Ölümlüler, ejderhalar dahil, her türlü düşünebilen, aklı olan canlı… (büyü yapma eylemi esas alınarak) bu enerjiden besleniyordu. Ejderhaların güç seviyesi diğerlerine göre daha fazlaydı ancak onlar da sınırsız enerji denilen büyünün bir çok katmanına ulaşabilmiş ya da onları uygulayabilmiş değildi. Teoriye göre, bütün katmanlara ulaşıp uygulayabilen, dünyanın yapısındaki saf enerjiye dönüşüyordu. Kendini bir yerden bir yere gerçek anlamda (göz bağı değil) ışınlayabiliyor, her hangi bir cansız maddenin şeklini alabiliyor, ateş, su, rüzgar vs… anında dönüşebiliyordu… Bu ifade edilen anlamıyla efsaneyi uygulayabilecek, yüzyıllar geçmesine rağmen bir varlık ortaya çıkmış değildi. Bazı kehanetlere göre, dünyada saf enerjiye dönüşebilen ama her hangi bir ölümlünün görmesinin imkansız olarak düşünüldüğü varlıklar dünyanın her yerinde dolaşıyor ve büyücülerin büyü yapmalarına yardımcı oluyordu. Tanrıların bizzat kendileri tarafından görevlendirilmişlerdi. Sayıları bilinmiyordu. Bu düşünceye, büyücüler arasında (özellikle Yüksek Büyücülük Akademilerindekiler) konuşulan ama bunlara inanan birkaç çılgın hariç kalanlar, inanılması oldukça güç bir varsayımdan öte olarak görmüyordu bahsedileni. Yine de bu konuda teoriler, teorileri kovalıyordu.

Dünyanın yapısındaki en büyük pay, saf ve gerçek enerjiydi. Tanrılar müdahil olmadıkça tükenmez enerjinin katmanları bulunuyordu. Güçlü denilebilecek büyüleri yapabilmek için ana kaynağa dokunabilmek gerekiyordu. Bunun için çoğunlukla kullanılan yöntem rün oluşturmaktı. Sınırsız enerjinin kapısını açabilmek, ufak bir parçasına dokunabilmek, çekebilmek, büyütebilmek, işleyebilmek, dokuyabilmek, örgüleyebilmek, bir başka parçayla birleştirebilmek ya da yalnız kullanabilmek, yoğunlaştırmak, eğip bükebilmek, dönüştürmek, manipüle etmek… gibi eylemleri uygulayabilmek gerekirdi. Örneğin, ateş topu büyüsünü yapabilmek için, öncelikle sınırsız enerjinin bir parçasına dokunabilmek, çekebilmek, onu büyütebilmek, dokuyabilmek, kenetleyebilmek ve eğip bükebilmekten geçiyordu. Böylelikle enerji farklılaşarak, dönüşerek ateşe benzer bir form oluyordu. Bir nevi görünüşte gerçekliğin yansıması meydana geliyordu. Bilinen gerçek ateş değil ama görünümü aynı, etkisi onun kadar güçlü, yakıcı, öldürücü, tehlike uyandırıcı vs… Burada esas olan, ateş topu haline dönerek şekillenen eğilip bükülmüş enerjinin temas ettiği yere olan etkisiydi.

Sanki onun sedası, dinleyenlerini etki altında bırakıyordu… Bulunan ortamda faaliyete geçmiş sınırsız enerjinin bir parçası, savaşçıların beyinlerine etki ediyordu. Düşünme mekanizmalarını ve hafıza yetilerini, büyü yapan konuşmaya devam ettikçe sınırlamıştı. Yani büyüye maruz kalanların beyni, kişi, en son neyi ya da hangi anı yaşamışsa orada kalmıştı. Zihin bir süreliğine ele geçirilerek, bedenin fiziksel fonksiyonları da bu etki edilen beynin kontrolü altındaydı. Ancak Marjuarane, nasıl anladığını kavrayamıyordu ama kızın kendilerini büyülediğinin farkındaydı: diğer taraftan, bunu ona yansıtmıyordu. Koridora bir yolcu daha adım attı: “Onu kurtardığımız halde, neden bizi büyülüyor?”

Nimali ve Soriol, gasp edilmiş beyinlerinin, büyülü sesin sahibinden aldığı direktiflerle, O, hangi yönde ilerlerse o yöne doğru bilinçsizce hareketlerle giderlerken, önlerine neyin çıktığı önemli değildi, takılıp düşseler de etki altında kalmaya devam ettikçe o şekilde görünüyorlardı. Marjuarane, kendi kontrolünün altında, ne olacağını merak ettiğinden, diğer iki arkadaşına adapte olmaya çalışıyordu. Adımları devamlı ileriye dönük, gözlerini de hiç kırpmamaya gayret ediyordu. Yürüdükleri zeminde kar yoğunluğu gittikçe azalıyordu, bazı kısımlarda çamurlu boşluklar görünmeye başlamıştı. Yan taraflarında ağaçların sıklığı azalmış, çalılıklar nerdeyse kalmamıştı. Şayet kız, arkaya dönüp baksaydı, üçünden birinin farklı şekilde, hatta adapte olma babında komik hallerde olduğunun farkında olacaktı ancak bir an bile olsa hiç ara vermeden, anlamlı ya da anlamsız konuşmayı sürdürmesi gerekti aksi halde büyü sonlanabilirdi.

Kız, konuşmaya hiç mola verdirmezken, gülümsemesi, daha da genişledi. Tuzağın büyüsüne kapılan savaşçılar, onun peşi sıra ilerliyordu. Sanki ses, bir kızak gibi yol arkadaşlarının adımlarını çekiyor ve kurtardıkları da onları belirli bir yöne götürüyordu. Hiç susmadan üç arkadaşın ulaşmak istedikleri nehrin kıyısına hepsini getirdi.

Hava kararma noktasına biraz daha yaklaşmışken kız ve üçlü, aşırı soğukla katılaşıp buza dönmüş nehrin üzerindeydi. Onları büyüleyen, hem konuşuyor hem de tamamının silahlarını topluyordu ancak Marjuarane’nin kılıcını ve giysisinin altındaki kolyeyi almaya kalktığında şaşkınlığa uğradı zira savaşçı, ona karşı koymuştu. Kendisi, büyünün etkisinde değildi ve de şuuru açıktı ama kız bunun farkında değildi. Onun ellerini, sertçe tuttu ve büyülü sedanın sahibini buzun ilerisine itti. Diğer ikisi de dişi insanın sesi kesildiği için, büyü sona erdiği için, hemen silahlarını alıp üstüne yürürken, karşılarındaki, bir anda anlamadıkları dilde bir şeyler söyleyerek ortadan kayboldu. Aslında bu bir büyü değil, bazı malzemelere yüklenen sınırsız enerjinin (büyünün) bir parçasının, o nesnelerin kullanımından kaynaklı yansıması olan, bilinen ismiyle ilüzyondu.

Onlar tam şaşkınlıklarını dillerine yansıtacakken, aniden, kulaklarının kapısını kanat sesleri, vurup kaçanlar misali çaldı. Pür dikkatle yukarıya baktıklarında, tam üstlerinde dört kuzgunun uçtuğunu ve bir çember çizdiklerini gördüler. Kuşlar, bir tur döndükten sonra, onlar, katılaşmış nehirden kaçamadan bulundukları kısmın haricindeki buz çatladı. Bir tur daha döndüler ve tabandaki, su çemberi oluşturacak şekilde, sütunlar halinde yükseldi ve akabinde, savaşçılar orada kaldı ve sıkıştı. Soriol, onun içinden geçmek için hareketlendi ancak duvar niteliğine bürünen su, ona geçit vermedi. Kuşlar bir tur daha dönerken su, ateşe meylediyordu. Kanatlılar, üçüncüyü de tamamlayınca, kolonlar tamamen alevlendi . Daha yakma derecesine gelmeyen ateşten aniden çıkan uzantılar, bir nevi kıvılcımlı eller, onların silahlarını almaya çalışırken, o esnada Marjuarane, bilinçsizce, kılıcını yaklaşan alevlere kaldırdı. Bir anda, elindeki parıldamaya başladı. Ne yaptığının farkında değildi sanki her şey durmuş, büyünün sahnesinde sadece kılıç hareket ediyordu ki ateşten eller, onun giysisinin altına uzanmaya yeltenirken acımasızca silahın darbesiyle kesildi. Marjuarane’nin, kızın sesinin etkisi altında kalmamasını sağlayan kolyenin kılıca bahşettiği güçle, ondan çıkan ışıltılar, alevlere temas etti zira çember, yakıcı nitelikte daralmaya başlamıştı. Bu dokunuşlar, ateş çemberini tekrar suya çevirip sütunları ortadan kaldırdı ve büyüyü tersine döndürdü. Sonrasında da, kuzgunlar da kaybolmuştu.

Yol arkadaşları, artık buzla kaplı olmayan nehrin kıyısında bulmuşlardı, kendilerini.

Üçü de yerde uzanmış yatıyordu. Bir geminin kıyıya vurup içerisindekilerin savrulması gibi değil de yan yana dağılmışlardı. Üzerlerindeki giysilerin bazı kısımlarında çamurlaşma ve ıslaklık göze çarpıyordu. Silahları yakınlarındaydı.

Nimali uyandı ve uzun salınık saçlarının uçlarının suya değdiği kafasını kaldırdı. Ayaklandı ve diğer ikisini de uyandırdı. Üstüne, başına çeki düzen verirken, “En son hatırladığım şey, duyduğum enfes sesti,” dedi, basitçe. Silahını tekrar kınına yerleştirdi. Aynı şekilde Marjuarane de, Soriol ek olarak yayını kuşandı, dağılmış oklarını toparlayıp, sadağına yerleştirdi.

“Benim de,” dedi öylesine bir tonda.

“Aynen,” dedi Marjuarane monotonca, diğer ikisinin söyleşin tarzına ayak uydurarak.

“Anlamıyorum, ne için bizi büyülesin ki… Biz, onu kurtardık. Böyle mi, teşekkür edilir. Hem, ne ara biz, bir büyücünün sahnesinde figüran olduk,"

“Hiç bir fikrim yok,”

“Bence, bunu yapan her kimse ya da neyse, amacı, bizim silahlarımızı almaktı. Üçümüzün de sağlam ve cesur olduğumuzu fark etti ve onları büyü yoluyla almaya kalktı, artık niye istiyorsa,”

“Öyle mi Soriol. Sence, bizim kılıçlarımızın, ne özelliği var ki diğerlerinden,”

Üçü de, bu konuda herhangi bir sonuca varamadı.

“Bu arada, biz büyüden nasıl kurtulduk?” ikisinin bakışı da Marjuarane ’nin üzerindeydi.

“Bana ne bakıyorsunuz. Nasıl kurtulduğumuz hakkında hiçbir fikrim yok.”

Onun hatırladığı en son şey, kızın kolyeyi almaya çalışırken… Daha ötesini anımsamıyordu. Ve, kıyıda bulmuşlardı kendilerini.

Onlar tam olarak ne olduğunu anlayamadan ve daha fazla soluklanamadan, üstlerine, geniş bir gölge daha çöktü ve bu, savaşçılara, kaçın diyordu adeta.

Bu karaltının sahibi, yol arkadaşlarını insan formunda takip eden, suyun ateşe dönüşümünde, azımsanamayacak yardımı olan kırmızı ejderhaydı. Yaratık, yol arkadaşlarının maruz kaldığı, kendine has üslubuyla bir takım değişiklerde bulunduğu büyünün oluşumunu ve sona erişini izlemiş, ardından homurdanmıştı. Ve, şimdi de, gerçek şeklinde onların üstünde fink atıyordu. Yine de, içinde şüphe kırıntısı kaldı: bu büyüyü nasıl tersine çevirdiler?

Kurbanları, onu fark eder etmez hızla karanlığa doğru kaçıyorlardı. Nehrin karşısında görünen tepelerin eteklerine geçmeleri gerekiyordu ancak ejderhanın aniden ortaya çıkması, durumu değiştirmişti. Yol arkadaşları, hiç vakit kaybetmeden, üstlerindeki geniş kanatlardan kurtulma çabasında, telaşın en son zirvesinde ormanın içlerine doğru savruldular. Ejderha, kendisine göre bu acınası varlıkların korku içindeki dengesiz hareketlerini alaycı gözleriyle ağaçların üzerinden seyrederken tehdit etmeye, yerdekilere doğru geniş bir karaltı şeklinde arada bir yaklaşıp uzaklaşarak endişe pompalamaya devam etti. Üçlü her neresi olursa olsun ki yönleri nehre paralel batıya doğruydu, nefes nefese ilerledi. Koca yaratık, ağzından ateş kusma eyleminde bulunmuyor, sıvışmaya çalışanlar, terlemiş yüzleriyle yukarıya baktıklarında boşluklardan görünecek şekilde bir alçalıp bir yükselişine ara vermiyordu. Savaşçılar, korkunun itici kuvvetiyle bitki parçalarını eze eze, bazen ince kar tabakasının üzerinde kaymaya dair istemsizce çeşitli figürler icra ederlerken, yeniden kendilerine gelip vakit kaybetmeden koşmayı sürdürüyordu. Bir an önce kurtulma çabasından kaynaklı, düşünemeseler de insanları, ejderha, sanki bir koyun gibi belirli bir yöne doğru güdüyordu. Nihayetinde kurbanlar, kendilerini, ileriye baktıklarında, büyük bir kayalığın göründüğü az da olsa açıklık olan yere doğru sanki mancınıktan atılan bir kaya gibi enerjilerinin son raddesinde fırlattılar. Nimali’nin işaret etmesiyle, şanslarına ejderhanın kanatları üstlerinde görünmezken, açıklıktan süratle geçerken Soriol, kayalıktaki oyuğu fark etti. Diğerlerine orayı gösterdikten sonra, üçü de dışa doğru iki insan boyu yüksekliğindeki çıkıntıdan, içeriye umutla, hiç düşünmeden daldılar.

Küçümseyici ve sinsi bakışlarıyla insanların oraya girişini gören ejderha, hemen inin önüne indi. Söylendi ve homurtuyla, etrafındaki kayaları toplayarak, inin ağzını kapatarak, bu rahatsızlığını da onlara ifade etmiş oldu. İnsan formuna dönerek bir ağaca dayandı ve beklemeye başladı.

Yol arkadaşları, kendilerini, soğuk ve ürpertici, kapkaranlık bir mağarada bulmuşlardı.

“İnsan pislikleri buraya giriş yaptı. Sakin ve kendinize hakim olun yoksa onların etini tadamazsınız. Uzaktan bu çöplerin kokusunu aldığımız anda burayı biraz aydınlatacağız… Homurdanmayı da kesin! Ormanda, ejderhanın yaptığı gibi, sustururum sizi,” dedi inin içlerinde bir yerde orklardan birisi.

“Yani, bu nasıl bir ses tonu, sana hiç yakışmıyor. İnsan pislikleri ne demek. Daha zeki ve akılcı başlangıçlar yapmalısın. Olmamış, beğenmedim. Bu konuda biraz daha egzersize ihtiyacın var. Ne bu böyle,” diye fısıldadı biri, beklenmeyen bir şekilde.

“Ne egzersizi. Ne zırvalıyorsun sen,” dedi bir diğeri, çarpık ağızlı.

“Susun! İyice yaklaştılar. Sizi, işe yaramaz domuz suratlılar!” dedi ilk ork, hırıltılı ses tonuyla.

“Domuz suratlılar! Hmm… Bunu, bir yerden hatırlıyorum. Kopyalama olsa da, yine de ileride gelişme gözlenebilir,”

"Kes artık, fare boku. Ne karıştırdığınız bunun içtiğine. Kapatın şunun çenesini! " dedi ilk ork, karanlıkta, pis ağzından saçılan tükürükleri, yanındakilerin yüzüne boca ederek.

Mağaranın içi, çıkışının, kayalarla kapanmasından dolayı zifiri karanlıktı. Yol arkadaşları, birkaç deneme yapmıştı, onları kaldırmak adına ama yerlerinden oynatamamışlardı.

“Ben size söyledim: bu kayaları oynatamayacağımızı,” dedi Marjuarane bıkkınlıkla.

“İlk aklımıza gelen buydu ama olmadı,”

“Daha fazla vakit kaybetmeden, bu delikten, başka bir çıkış bulmalıyız. Belki, hava bacası falan vardır. Korkarım ki burada yalnız değiliz,”

“Aman ne güzel!”

“Bizler savaşçıyız, karanlık engel olamaz, yolumuzu bulacağız ve buradan kurtulacağız.” dedi Marjuarane umutla. İleriye doğru ilk adımı atan da, O oldu. Diğer ikisi, arkadaşlarından gelen bu tarz bir konuşmaya alışkın olmadıklarından şaşkındılar.

“Marju, sen bizden ayrı kaldığın zamanlarda ne yapıyorsun. Farklı ses tonlarıyla yeni kişilikler mi deniyorsun. Bu nasıl bir ses tonu. Piyade olsam kesin gaza gelirdim,”

“Aynen dostum, Nimali’nin yanındayım,”

“Aman eksik kalma Soriol, hep yanında ol. Doğaçlama oluyor desem…”

Üç insan, mağaranın duvarlarına tutuna tutuna, yavaş ve emin olmaya düşündükleri adımlarla, yürümeye başladı. Yol, aşağıya doğru çok az meyil veriyordu. Ayaklarına, birkaç tane kuru kafa takılsa da günlük yaşadıkları bir durummuş gibi pek de umursamadılar. Onlar, sonrasında, aşağıya daha fazlaca eğim vermeye başlayan inin içlerine doğru ilerledikçe, karanlık, yavaş yavaş beklemedikleri şekilde açılmaya karar verdi. Yani bunu sağlayan pis kokan duvarlarda bulunan, ucunda yanıcı madde olan çubuklardı. Çıkışı bulma çabasında, hiç düşünmeden sanki birileri gelsin de kullansın diye koyulmuş gibi önlerine karanlığı def etme fırsatı veren bu ateşli sopaları pervasızca kullandılar. Üçünün de kılıcı ellerinde, tamamen saldırıya hazır bir şekilde ilerliyorlardı. Önlerinde geniş bir çember şeklinde boşluk olduğunu gördüler. Bu tabandaki açıklığın, yan taraflarında, yüzeyde iki tane tünel şeklinde yolun ağzı görünüyordu. Sol taraftakilerinden homurtular şeklinde bazı sesler gelirken yanlarında da çok iyi bildikleri yaratıkların kokusunu ortam, savaşçılara hunharca ikram ediyordu.

“Siz de benim aldığım kokuyu alabildiniz mi?”

“Evet Soriol, aldık, bu yüzden tetikte olun,”

“Yine mi orklar!“

Hırıldayan, tıslayan, münakaşa eden seslerin sahipleri, gölgeleriyle iyice açıklığa kavuşmuşken, yol arkadaşları boşluğun, kenarlarına perçinlenmiş merdivenden, minnetle aşağıya inmişti. Tabanda onları yukarıdaki orkların olduğu tarafa doğru giden başka bir tünel karşılaşmıştı. Ellerindeki meşalelerle, yolun karanlığını kovmaya devam ederek adımlarını daha da hızlandırdılar. Yine kenarlarda bazı kemik parçaları onlara hoş geldiniz diyerek selam veriyordu. Kimilerinin kırık ve çürük yüzeylerinin üstünden ateşin ışıkları oralara vururken sahneye çıkanlar gibi kendilerini gösterme çabasında birkaç farklı, kara eklem bacaklı yer değiştirerek bir görünüp bir kayboluyordu. Duvarlardaki rutubetin cirit attığı ortamda, karanlık köşelerde kemirgen ailesinden fareler, savaşçılar onlara dikkat etmeseler de yanlarından öylece geçip gidiyorlardı. Kimileri insanların gerisine ilerledikçe orkları fark edince, hiç bekleme yapmadan onların pis ağızlarından girmeden ters istikamette minicik gözlerindeki korkuyla fırtına gibi o yönden dönüp, diğerlerini de uyararak hızla insanların yanından kaçıştılar. Arkalarına arada baka baka yürürken, botlarının üzerinden geçen fareleri fark eden yolcular, ayaklarını silkerek bazılarını yere doğru düşürdüler. Bir süre sonra yolun üstünden, tepelerinden akan su sesleri duydular. Ormanın çıkışındaki nehrin, altından geçerek, karşısındaki kıyılarda bulunan Surmidan tepelerinin eteklerinin aynı şekilde altından ilerliyorlardı. Arkalarındaki orklar ise düzensiz bir şekilde, bağrışa, çağrışa geliyordu…

Yol arkadaşları koridor şeklindeki uzun ve nemli tünelden hızla kaçmaya devam ediyorlardı. Arkalarındakilerin kapı gıcırtısı şeklindeki -önlerindeki ilerledikçe azalan farklı tonlarının toplantısından ortaya çıkan sonucu iç gıcıklayıcı sesin- duyulma oranı iyice azalmıştı. Kovalananlar dar ama yüksek ve küf kokusunun yayıldığı yolun sonunda bir geçitle karşılaştılar. Oradan yukarıya eğimli bir şekilde çıkılan, iki kenarı duvar şeklinde kapalı merdivenlerde adımladıkça, neredeyse her basamağındaki taşların irili ufaklı yaralanmalarına şahit oluyorlardı. Ancak düşme ya da takılma konusunda tedirgin hissetmemişlerdi zira basamaklar, işlevselliklerini kaybetme konusunda o kadar da kendilerini salıvermiş değillerdi. Onun tepesindeki, giriştekine benzer, dış kısımlarına kırılmış tahtaların tutunduğu, eskimiş kapıdan geçtiler. Kendilerini, ellerindeki meşalelerin verdikleri ışıkla fark ettikleri şekilde tavanı kapalı bir yerde bulmuşlardı. Yerden yüksekliği azımsanacak kadar düşük değil aksine yaşadıkları şehirdeki binaların üç katı yüksekliğindeydi. Girişin karşısındaki duvarda bir geçit daha vardı ancak denedikleri şekliyle kilitliydi ve de sağlamdı. Başka bir çıkış görünmüyordu. Etraflarına bakınca bu duruma oldukça şaşırmışlardı.

Tavan, taban alanı çevreleyen duvarlar tamamıyla döküntü haldeydi. Taşların hemen hepsinde küçüklü büyüklü kırılmalar söz konusuydu. Onları, her yeri küf ve nem kokan alanın ortasında, yapılışına göre yükseklikleri aynı fakat dış kısımlarının kırılmasından, dökülmesinden, darbe almasından… dolayı değişen yüksekliklerde mahvolmuş sütunlar bekliyordu. Marjuarane, diğerlerine göre çok daha fazla deforme olmuş, boyu oldukça kısalmış ve parçaları yanlarına dağılmış dış kısmının üstündeki tozları yerinden kaldırınca safir renkte olan güdük kolonun yanındaydı. Kenarlardaki harap olmuş duvarlara paralel konulan sağlam olarak düşünülünce yükseklikleri aynı diğer taş bloklar, bir şekilde destekleyici vazife de, balkon şeklindeki farklı renklerde taşlarla döşenmiş, birbirlerine çapraz şekilde bakan geçitleri pas geçersek, bütün duvarların önündeydi. Ancak çoğu kat, yıkılmış ya da kırılmıştı. Onları her daim destekleyen sütunlar, daha fazla dayanamamış ve çoğu yerde çökmüşlerdi. Bunlar çok önce gerçekleşmişe benziyordu. Yıkıntılardan kaynaklı toz toprak halinden memnun, görünüşe göre geniş salonun her tarafında dokunulmadıkça miskince yatıyordu. Özellikle köşelerde örümcek ağları makus talihine terk edilmişti, üzerinde gezen her hangi bir çok bacaklı ziyaretçileri yok gibiydi.

Salonun virane duvarlarında bazı simgelerin mevcut olduğu görülebiliyordu, kırılmaları, çatlamaları, dökülmeleri es geçip hayal gücüne müracaat edip, olumlu yanıt alınca parçaları birleştirirsek ortaya serilebilirlerdi. Ama savaşçıların bu duruma kafa yoracak halleri yoktu. Salonun ortasında, çok gen bir şekle benzer açık renkte mermerden yapılma bir kısım görünüyordu. Gerçi onun da her tarafı kırılmıştı. Kenarlarındaki dört tane, tıpkı salon gibi zamana ayak uyduramamış ya da birilerinin uzun süre önce telef ettiği gibi sütunların, kırık ve çatlamış safir rengi taşlarının bazılarını üzerinde barındırıyordu. Köhneleşmiş yerin ortasında da tavana bağlanan kalın iki kolonun ise dış kısımları çok hırpalanmasına rağmen salonu ayakta tutuyordu. Nimali çirkin yaratıkların ayak seslerinin merdivenlerde duyulmasından sonra, her yere rahatça kıvrılmış tozların, rahatsız edilip havaya kalkmasıyla beraber parçacıkların dolanacağı kapalı alanda, Soriol’a işaret etti ve nispeten sağlam kalmış katların desteklerinden birinin arkasına saklanmasını söyledi. Sonrasında Marjuarane ile beraber, ellerinde iki kenarı da keskin, düz, çelik kılıçlarıyla gelenleri beklemeye koyuldu.

Ork, bir diğer adıyla dünyada telaffuz edilen ismiyle nearanil, İnsanların ortalama boylarına kıyasla yakın, hatta kimi zaman uzunda olabiliyorlardı ancak kuzenleri kiandorlara göre kısalardı. Soluk görünen, açık ve koyuluk konusunda farklılık gösteren, koyu yeşil, gri ve kara olan derilerinin rengi olan bu yaratıkların dış yapısı ise sertti. El ve ayak parmaklarında pençeler mevcuttu. İnsanlardaki gibi elmas şekline benzer yüz hatları yokken çoğunlukla geniş ve dolgundu. İnsanlar dahil bir çok canlının etlerini, çiğ ya da pişmiş fark etmez midelerine indirirlerdi. Her tür böcek ve küçük kemirgenlerin korkulu rüyalarıydı…

Uzun, sivri kulaklara sahipken, bazılarında ucu kütte olabiliyordu ama uzunlukları su götürmezdi. Keskin sivri dişleri bulunan bu yaratıkların gözleri ise çoğunlukla büyük ve alt göz kapakları aşağıya meyilliydi. Her ne tip olurlarsa olsunlar gözleri korkusuzca bakar, ancak bu görünüş büyük oranda ihtiyatsızlıklarına da zemin hazırlardı.

Kaslı yapıya ve yeşil deri rengine sahip beş tane ork, merdivenlerden tırmanmış ve yaralı geçitten geçerek harabe haldeki salonda savaşçıların karşılarına çıkmışlardı. Hepsinin üstündeki, daha önce kullanılmış gibi görünen çelik zırhların farklı eksiklikleriyle dış yapılarına yansırken, örneğin kimisinde kolluk olmaması gibi ve çıplak ayaklı olması gibi. Bazısının göğüs plakası boynuna daha yakın ama beline doğru açıklık bırakırken, bazısınınki ise beline yakın yeri kapsayıp göğüs üstünü açıkta bırakıyordu. Kim bilir kimlerden düşürmüşlerdi bu zırh parçalarını. İkisinde daha önce kullanıldığı aşikar olan, üstünde oyuklar, vuruklar bulunan kalkanlar ve savaş baltaları varken, diğer ikisinde de, yine özen gösterme konusunda ikinci plana itilmiş uzun ve büyük palalar görünüyordu. Beşincisindekinde ise kullanılırken yeterince horlanmış bir yay ve tabanında ufak delikler bulunan, ötekileştirilmiş sadak göze çarpıyordu. Geniş ve gevşek ağızlarından, bir tanesine yamukta eklenebilirdi, salyaları akan, şu görünümleriyle savaşta çapulcu olarak nitelendirilebilecek bu grubun karşısındakilerden birinde, virane salondaki tozların yavaş yavaş havaya kalktığı ortamda, elindekinde, kabzası kaliteli çelikten yapılma, daha önce görmediği ancak bakınca yeni fark ettiği desenler bulunuyorken, onunla kılıcın keskin tarafının birleşme noktasından iki yönlü uzatılan bölümlerde de birkaç desen görünüyordu. Marjuarane daha önce bunları gördüğünü kılıcında hatırlamıyordu. Onun yanında da yine dengesi ve sağlamlığı üst düzey, iki kenarı oldukça keskin çelik kılıcıyla Nimali vardı. Öte taraftan Soriol ilk bakışta görünmüyordu.

Orklardan çarpık ağızlı ve yaylı olan ok fırlatacakken ikiliye, çizik boynunun tam ortasından geçip diğer tarafından çıkan demir uçlu okla avlandı ve anında kırık taşlarla ve yüzeyinde girinti, çıkıntı olan salonun zeminine düştü. Soriol, bu dostlarının nazarında alkışa değer performansını, köşeye yakın yerdeki dış yüzeyinde kırılmalar olsa da balkonun o tarafını taşıyan sütunun arkasından icra etmişti, diğer yaratıklar için talihsiz durumu. Nimali, bu çapulcu takımının ayak sesleri merdivenlerde duyulduğunda ona saklanması için iyi ki işaret etmişti. Palaları olanlar Soriol’a doğru yönelirken, diğer ikisi Marjuarane ve Nimali ile muhattap olacaklardı. Kafasında birkaç saç teli bulunan, bacaklarının birinde dizlik olmayan, sol kolu da boş ve göğüs zırhı çaprazlamasına bağlı şekilde, sert yüzünde sayıca az, ufak çukurla beraber, pençeli parmaklarında tuttuğu sapı lekeli, bazı yerleri çökük savaş baltasını tüm gücüyle rakibinin sağ tarafından, bir sonraki hamleyi düşünmeden, hızlıca, yandan kesme hareketiyle sallamıştı. Daha önce de bu tarz yaratıklarla savaşmış, bir çok defa mücadelelerde bulunmuş deneyimli savaşçı Marjuarane, kafasında düşündüğü olasılıklardan biriyle karşılaşmıştı. Geriye doğru öngörüyle çekilerek bu hareketi boşa çıkardı. Ortamda tozlar bir miktar havada fink atarken ileri doğru diklemesine kılıcıyla kesme hareketi yaptı ancak yapılı ork, atik davranarak koyu renkli kalkanını kaldırdı. Silahın ona çarpmasından kaynaklı tepkiyle insan, sabit duruşunu tam olarak sağlayamadı.

Öte taraftan Nimali, karşısındaki görünüşe göre yapısal anlamda nispeten daha zayıf çıplak ayaklı rakibinin gevşek göğüs plakasına acımasız bir tarife uygulayarak onu vücudundan koparmıştı. Korumasından yoksun sağ koluna, yeterince özen göstererek kendisinin oldukça uygun yaralar kazanmasını sağlamıştı. Böylelikle elindeki yamru yumru kalkanı da düşen ork, çentikli baltasıyla üstünlüğü kaybetmeme babında rakibine, saldırmıştı. Nimali yerden ne kadar pis görünse de kalkanı kapmış ve bu atakları büyük oranda savuşturmuştu. Soriol ise üzerine doğru acımasızca koşan, tedbirsiz, palaları elinde olanlara misafirlerini göndermişti; bu sivri konukları karşılayandan biri, yanındakine göre daha kısa boylu ve de daha çirkin görünüşlü, üstünde zırhın azlığından daha hızlı gelenin sağ ayağıydı, daha yavaşı ise sağ kolunun üstünde buyur etmişti. İkisi de yaralandıklarına dair her hangi bir hal ve tavır içerisinde olmazken, salonun bulundukları yerin köşesindeki duvarın kenarındaki balkonun ya da ince katın olduğu yer çökmüş ve dökülen taşları da karşı tarafa yakınlaşan bir yokuş gibi olmuştu. Soriol, hızla oradan adımlayarak sağlam katın üstüne çıktı. Oldukça ısrarlı takipçilerini orada hürmetle selamladı. Karşısında, lekelerin şişmiş dudaklarının kıyısında toplandığı ağzından, yapışkan salyaları akan; uzunlukları birbirine yakın ama bitap görünüşlerinden keskinliklerinin oranı da güven vermeyen, muallakta olan ayrıntısız palalarıyla, bakışlarında lime lime etmeye gönül vermiş tipleriyle iki kokuşmuş yaratıktan kendisine göre solunda ve daha fazla zırha sahip olan, önceliği kendine mal ederek ilk vuruşunu yapacaktı ki silahı tutan koluna yediği bıçak darbesiyle konsantrasyonu neye uğradığını şaşırdı, nerede olduğunu bilemedi ve de kayboldu. Yanındaki de bu beklenmedik hareketle irkilerek dikkatini bu alana kaydırdı. Soriol, bu fırsattan istifade etmeyi hiç azımsanmayacak bir şekilde uygulayarak, kılıcıyla önce bıçakla saplanan kolu düz ve seri bir şekilde kesti. Sonrasında bu duruma maruz kalan, kolundan fışkıran kanıyla ve acıyla feryat edip geriye doğru yokuştan aşağıya, tozu üstüne boca ederek düşerken yanındaki bahtsız ise tedirgin bakışlarla palasını rakibine düşüncesizce, basitçe savurdu.

Marjuarane, düşmanını kırık ve taşların koynuna yatırmış, bıçaklarla sabitlemişken göz ucuyla Soriol’un sağlam kattayken durumunu yakalamıştı. Dostlarına yardım konusunda oldukça anaç olan savaşçı, yeterinceden daha ilerde keskin bıçaklarından birini kıyafetinden alarak orkun koluna isabetli bir şekilde saplamıştı. Akabinde, kendisininkine dönerek yerde kanlar içinde kıvranmaya çalışan ama bıçaklarla sabit duran rakibinin göğsünden keskin kılıcının ucunun geçişini sağladı. Ork, derin karanlıkla kavuşurken, gri mavi gözlü savaşçı kalkanı yerden alarak hızla, Nimali’nin gözden düşmüş, toz toprağa karışmış, kırık ve çatlak taşların üzerinde sürünen orkun sırtına fırlattı. Sahnenin kalanını da uzun, salınık ama dağılmış, yüzüne çarptıkça teri sahiplenen saçlarının uçları omuzlarında yerinde duramazken Nimali devralıp bedbaht yaratığı, etkisiz hale getirdi.

Soriol, sağ omzuna doğru yola çıkmış palanın darbesini, vücudundaki adrenalinin en yüksek seviyesinde, çok hızlı bir şekilde kılıcıyla karşılayarak, yine aynı heyecanın gücüyle ileriye doğru itti. Marjuarane ve Nimali, yokuştan düşmüş yerden çığlıklarla kalkmaya çalışanın yanına nefes nefese gelerek, bunu yapmamasını çirkin kafasını keserek Ona ifade etmiş oldular. Tek kalan ork ise durumun vehametini kavrayarak, kıvrakça sıvışmaya çalıştı ancak Soriol’un okları bu acınası çabaya son noktayı koydu. O da, kafasından vurularak diğerlerinin akıbetine katılım sağladı. İkisi, ter içinde kalmış ve toz kaplanmışken üzerindeki kıyafetleri, Soriol’unki ise nispeten daha temizdi ve yüzü daha kuruydu. Virane salonun havasında toz parçaları gezintilerine devam ederken hareketlerin sonlanmasıyla yavaş yavaş zemine kendilerini atıyorlardı. Marjuarane’nin yanağında ufak ve önemsiz çizikler varken, Nimali’nin sol ayak bileğinin üstünde bir ıslaklık görünüyordu, Soriol ise iyiydi.

Marjuarane, yeşil gözlü dostunun ayağındaki yaralı olan yeri gerek yok, sadece bir sıyrık, diye itirazlarına aldırmadan bir kumaşla bağladı. Yol arkadaşları, şu an köhneleşmiş yerin farklı taraflarında cansız bir şekilde yatan yaratıklarla yaptıkları -aralarda zorlansalar da- mücadeleden ve havada uçuşan yoğun tozdan dolayı, parçacıklar yere doğru düşmeye devam etseler de öksürdüler. Yeniden, sağlam öbür kapıya yöneldiler ama nafile, girdikleri yerden başka bir çıkış görünmüyordu. Daha fazla öksürmeden, hem mahvolmuş yerden uzaklaşmak hem de belki başka tüneller de vardır, düşüncesiyle girdikleri geçitten çıkmaya karar vererek, oraya doğru seğirttiler. Ancak hem yaklaşan ayak sesleri duydular hem de nemden daha kötü bir kokunun burunlarını rahatsız ettiğini fark ettiler. Girişten üç tane morlonk çıkmıştı. Savaşçılar, onları gördüklerinde hemen, geriye doğru yönlerini, ağızlarını kapatarak değiştirmişlerdi.

Bu morlonklar, yol arkadaşlarını ormanda geceleyin gözlemleyenlerdi. Plana göre orklar, insanlar mağaraya girdiğinde kendilerine haber verecek ve onları en son yer olan virane salona kadar süreceklerdi ancak güvenilmez yaratıklar açgözlülüklerinden dolayı ilk önce kendileri müdahale ettiler. Sonucunda da başarısız olup, etkisiz hale getirildiler. Beklemişler, beklemişler ama orklardan her hangi biri gelip kendilerine haber vermemişti. Dolayısıyla beklemekten sıkılıp hedeflenen yere gelmişlerdi. Kahverengi deri renginde ve dış yapısı büyük oranda kıllı olan bu daha az insansı yaratıkların üçü, tırnakları pençe şeklinde, uzun kemikli ellerinde, tutma yeri düz, sap kısmı sivri çıkıntılarla bezenmiş ve en üst kısmı yine sivri uçlarla donanmış bir topuz şeklinde olan oldukça yaralayıcı ve bir o kadar ağır silahlar taşıyorlardı. Hayvanımsı yüzlerindeki, iki derin çukurdan bakan endişe uyandırıcı sarı gözleriyle savaşçılara karşı çok tehditkar görünüyorlardı. Sadece elleri ve ayakları, yassı burunlarının olduğu kafaları açıkta görünürken vücutlarının diğer tarafları kullanılmış deriden kıyafetlerle kaplıydı.

Savaşçılar, deneyimliydi ve korkusuzca dikilmişlerdi ama aralarına da mesafe koymak zorunda kalmışlardı. Silahları ellerinde, biraz daha geriye, salonun merkezine doğru yanaşmışlardı. Gelenlerin, kendileri hariç diğer yaratıklar için soludukça tehlikeli olma oranı artan ve daha da yoğunlaştıkça, kapalı alanda öldürücü etkisine ulaşan vücutların salgısı yani kokusu ortama yavaştan sızmaya başlamıştı…

Üç morlonk, duyarsızca, önlerindekileri: bir tanesi boynundan vurulmuş, bir tanesinin kafasının ortasından demir uçlu bir başka ok, arkadan öne kat ederek çıkmış, diğerinin de göğsünde içten ve dıştan görünen derin yarık olan, üç ork cesedini kenara fırlattılar. O esnada insanlar da, hararetli bir hazırlık içerisindeydi. “Şimdi yandık işte! Hiç vakit kaybetmeden saldırmamız ve bir an önce de bunlardan kurtulmamız gerek yoksa salgıladıkları zehirli kokuya maruz kalacağız çünkü kapalı alandayız, çok fazla zamanımız yok!” dedikten sonra Marjuarane, biraz soluklanmak zorunda kaldı. Havadaki tozdan dolayı az da olsa yeniden öksürmüştü. Üçü de yan yana ama aralıklı şekilde yaratıkları karşılamıştı. Hepsi de kokuya daha az maruz kalma çabasında, mümkün olduğunca uzak durmaya çalışıyorlardı. “Nefesini, uzun cümlelerle harcamasan mı diyorum,” dedi Nimali, bir anda, öndeki ikisinden soldakine doğru atağa geçti, Marjuarane de, aynı hızla, sağdakine. Onlar da merkeze yakın konumlanmış ve arkalarında da bir diğer orkun cesedi görünüyordu.

Soriol da dostlarınınkine nazaran daha hızlı hareket ederek oklarını arkadakine gönderdi. Bunu gören Marjuarane, arkadaşını, daha yavaş,nefesini boşa harcama, diye uyardı. Kendisinin ve Nimali’nin, aynı anda saldırısında, kılıcı, rakibinin, kıllı ve açığa çıkmış pençeli elindeki topuzunu kaldırdığı vakit, onu kağıt gibi kesti. Morlonk, bu hareketten kaynaklı, arkasına doğru sendeledi. Öte taraftan, aksine, dostunun kılıcı, diğerinin sivri çıkıntılı topuzu ile engellendi ve kendisinden daha güçlü görünen bu yaratık tarafından, geriye gitmek zorunda bırakıldı. Soriol’un oklarını, dikenli topuzuyla karşılayıp bertaraf eden, daha dişli çıkmış ve karşısındakine doğru yaklaşıp yayına ok süremeden, pençeli eliyle, onun bacaklarından birine vurup, yaralayıp, yere düşürmüştü. İnsan, ani bir hareketle, dolayısıyla ard arda nefesle toparlanıp acıya aldırmayarak, tam, düşmanın topuzunu suratına yiyeceği sırada, kılıcını kaldırdı ve ileri hamle yaparak yaratığı zor da olsa geriye doğru itti.

Bu, tozların pür neşe oradan oraya savrulduğu yerde mücadele edenler, yapısal güç anlamında insanlar tarafında neredeyse birbirine denkti ancak savaşçılar, nefes konusunda ölümcül derecede dezavantajlıydı.

Yol arkadaşları, bu kapalı alanda, korkusuz ve acımasız yaratıklar arasında sıkışmıştı. Dövüşme ilerledikçe soludukları havadaki zehrin etkisi gittikçe artıyordu. Ağızlarındaki bez, bunu bir nebze olsun engellese de daha fazla koruyamıyordu. Morlonklardan, Marjuarane’nin rakibi, onun kılıç darbeleriyle yaralansa da diğer ikisi de dahil, savunma pozisyonundalardı ve onları, oyalıyorlardı. Bunların taktiği belliydi: kapalı alanda çoğunlukla müdafaa durumunda kal, zamanı gelince saldırı konumuna geç. Nimali ve Soriol’ un hareketleri iyice yavaşlamış, harcadıkları yoğun enerjiden dolayı ki, bu, nefeslerine sirayet ediyor, eş zamanlı olarak ayakta kalmakta zorlanıyorlardı. Diğer taraftan Marjuarane’nin durumu, onlara göre daha iyiydi. Karşısındakinin işini hemen hemen bitirmişti. Öte yandan aniden, daha fazla bekleme yapmadan fırsattan istifade taktik değiştiren ve saldırıya geçen iki morlonkun darbelerine, arkadaşları, zehrin iyice işlemesiyle yeterince engel olamamışlar ve yaralanmışlardı. Kendisi, tam leş kokuluyu bırakıp diğerlerine yardım edeceği sırada, onlara doğru bakarken, bu esnada, bu anlık boşluktan yararlanan mücadele ettiği, zorda olsa Onu ayaklarından yakalamış ve kendine çekmeye başlamıştı. Son bir gayretle, yere düşerken kalın elbisesinin içindeki bıçaklardan birisini alarak, ilk önce, morlonkun onu tutuan çarpık eline sapladı; ardından da, diğerini rakibinin gözüne fırlatıp kayan kılıcına uzandı ve can çekişen varlığı, kafasını keserek karanlığa gömdü. Marjuarane, diğer iki savaşçı dostu gibi kokudan etkilenmesine rağmen, daha az öksürüyor ve sanki içinde anlamlandıramadığı bir güç, onun enerjisini yeniden yüklüyordu. Kılıcı da sanki… Bu anlık düşüncelerden sonra diğer iki düşmanına, yeniden kazandığı ölçülemeyecek bir güçle saldırdı…

Sivri topuzlarla ve pençelerle feci şekilde yaralanan, nefes almakta ve dolayısıyla hareket etmekte oldukça zorlanan, ağızlarından ortamdaki maruz kaldıkları zehrin son derece yoğun etkisiyle kan kusan arkadaşlarını, kalan iki morlonk önce durdurmuş, sonrasında onları yakalamıştı. Nimali ve Soriol savaşırken bir an önce bu ölüm kokan yerden def olup gitmek adına yaratıklara kendilerinden beklenmeyecek şekilde çok yaklaşmışlar ve lanet olası kokuya aşırı derecede tutulmuşlardı. Nimali’nin sağ bacağında sivri topuzun darbesinden dolayı, pantolonu kalın olsa bile fazlaca kan vardı. Zaten kumaşla bağlanmış olan yer çoktan açılmış ve daha da kanamıştı. Yüzünde de pençelerden dolayı acı verici nitelikte yaralar görünüyordu. Öksüre öksüre ve kan tükürerek, çaresizce onu yakalayandan kurtulmaya çalışıyordu. Soriol ise sağ ve sol omzundan yıkıcı ve kesici iki yoğun darbe almıştı. Ağzından fazlaca kan sızıyordu. O da iki büklüm olmuştu. İkisi de artık karşı koyamayacak kadar hem güçsüzleşmiş hem de yaralanmışlardı…

Marjuarane, öyle bir öfkeyle atağa geçmişti ki… Hiç vakit kaybetmeden, kıyafetindeki gizli yerlerdeki bütün bıçakları ardı ardına düşmanlarına fırlattı. Sonrasında onlar, vücutlarına saplanan, acıyla çığlıklar atmasına sebep olan -antlaşmanın şartlarından kaynaklı dikkatsiz davranmalarından dolayı- istemsizce taşımak zorunda oldukları bıçaklarla, bir anda diğer ikisini bırakıp Ona doğru yöneldiler. Marjuarane’nin iki arkadaşı da zaten hareket edemeyecek kadar kötü durumdalardı. Plana göre kolyeyi taşıyan kalacak ve diğer ikisi ölecekti. Ancak iki morlonk, daha önce tatmadıkları ıstıraptan feryat figan, bundan vazgeçip insanı parçalama arzusuyla öfkeyle saldırdılar. Savaşçı yine de öksürse de oldukça zinde hissediyordu kendisini. Kayıtsızca üzerine gelenlerden ilk etapta topuzlu ihtiyatı elden bırakan ataklarından önce geriye kaçarak ve iki yana yuvarlanarak kurtuldu. Ardından kılıcıyla düşmanlarının sarsakça müdahalelerinin getirdiği fırsattan yararlanıp keskin kılıcıyla çığlıklarına biraz daha acılı ton ekledi. Kokudan daha da uzaklaşma, düşüncesini de ihmal etmemiş vur kaç taktiğiyle yüzündeki teri hak ederek sahnesini icra etmişti. Sonrasında, geriye doğru hızlıca uzaklaştı. Dikkatini, Soriol’un palalı iki orkla mücadele ettiği köşedeki katın yanındaki sağlam olandan sonra, o taraftaki daha zayıf olan sütunun desteklediğinin, kilitli geçittekine yakın yıkılmaya yüz tutmuş bir diğer katın desteği olan, canı çıkmış gibi olan sütun çekti. Rakipleri yedikleri bıçakların verdiği acıdan kaynaklı ve kılıcın marifeti derin çiziklerden dolayı aksarken, bir de takıldıkları kalan iki ork cesedinden birinin başsız vücuduna katıksız öfkelerinin yan etkisi dikkatsizliklerinden, yaralayıcı olarak düşündükleri, oldukça da önemsedikleri hareketleri yarıda kalmıştı. Üstlerindeki onları koruyamayan bir çok yerinden delinmiş ve yırtılmış deri giysilerini ve açığa çıkan kıllı derilerini toz kaplayarak kalkarken, savaşçının konumu katil bakışlarına rast geldi. Marjuarane o katın bulunduğu yere doğru yaklaşırken, ardındakiler yere kapaklanmıştı. Hırlayarak yeniden çığlıklarla ve onu parçalama arzusuyla daha çok, ayağa kalkarak, yeniden atağa geçtiler. Lanet olasıca, saldırılarını başarıyla savuşturuyordu. Savaşçı, üzerine gelen sanki bir sarhoşun yalpalaması gibi topuz darbelerinden sıyrılıp duvara yakınlaşarak doğaçlama tadında ilerledi. Diğerlerinin zarar verici son girişimlerinden kurtulup ileriye doğru yuvarlandı. İkili ıstırapla duvara bindirerek çarpmış ve geriye dönüp te toparlanamadan düşmanları, ayak darbeleriyle desteklemekten gına gelmişçesine bu durum dış yüzeyine sirayet etmiş, bıkmış şekilde görünen, kırılmış ve neredeyse üst tarafı kaymış sütuna defalarca vurup, yerinden koparıp döküklüğünden, ahı gitmiş vahı kalmış, üflesen… şekline kavuşturarak, katı çökertti. İki morlonkta altında kalmıştı…

Marjuarane’nin düşüncesine göre adrenalinden kaynaklı güç yüklemesinden sonra, bir anda bitkinlik üzerine ağırlık biçiminde karabasan gibi çöktü. Kokuya daha az maruz kalma çabasında hareket etmiş ve düşmanlarının işini bitirmişti ama… Aniden hızlı hızlı orantısız öksürüklerle iki büklüm oldu… Bir an önce bu ölüm kokan yerden kurtulmalıydı. Çok kötü şekilde yaralanmış iki arkadaşını buradan götürmeliydi. Eline kan gelmiş olmasına rağmen tam hareket edecekken kafasında bazı sesler, bunu yapmamasını ve hızla oradan kaçması hususunda, kendisini bir şekilde ikna etmeye çalıştı, arkadaşların için yapabileceğin bir şey yok, şeklinde. Marjuarane, bilmese de kendisine savaş esnasında bu yenilenmiş gücü bahşeden kolyenin fısıltılarına karşı koyarak iki arkadaşını da, sürükleye sürükleye zor da olsa harabe salonun dışına çıkardı. Nimali ve Soriol’un üstü başı toz ve kan içindeydi. Tünele çıktıkları anda nefes alış verişleri yavaşça düzelmeye başlıyordu. Marjuarane, ikisinin de yaralı olan yerlerini üzerlerini yırtarak elde ettiği kumaş parçalarıyla, onlara yarı baygın olmalarına rağmen acı verse de bağlamıştı. Nitekim tünelin nehrin altına kadar olan kısmına kadar sırtına alarak yeni yeni kendine gelen arkadaşlarını taşımıştı ancak çok yorulmuştu. Üçü de artık kan tükürmüyor ve daha rahat nefes alıyordu. Nihayetinde, bitkinlikle ya da yorgunlukla da olsa, ne kadar zaman geçtiği fark etmez arkadaşlarını, nefesini ayarlaya ayarlaya boşluktaki perçinlenmiş basamaklardan yukarıya taşımıştı. Onları bir köşeye yasladı. Biraz dinlendikten sonra umutla çıkış ararken şaşkınlığı uğradı: mağaraya girdikleri yönden ufak bir ışık sızıyordu. Orkların geldiği tünele bakmadan o tarafa yöneldi…

Dışarıyı kolaçan edip sonrasında ağır yaralı arkadaşlarını dışarı çıkarmak babında düşünceyle, inden çıkar çıkmaz Marjuarane, birebir onları kovalayan ejderhayla muhattap olmak zorunda kaldı. Yaratığın istediği şey kolyeydi: büyücü almayı başaramayınca kendisi olaya müdahil oldu ve morlonklarla bu planı gerçekleştirdi. Hiç bir yaratığa güvenmediğinden, bizzat insandan almak içindi tüm istediği. Kötü kokulu yaratıklar da becerememişti. Cılız insan formundan asıl şekline dönmüştü. Kendisine oldukça güçlü ve tanrılara ait bir büyülü nesne olduğu söylenen, kolyeyi almaya gelmişti. Onun amacı, bu güçle doğunun sahibi Kırmızı Ejderha Dacassyre’ye meydan okumaktı.

Kolyeyi almak için pençelerinden birini acımasızca, insana doğru savurdu ancak boşluğu buldu çünkü öldürmek istediği ortadan kaybolmuştu.

Nesnedeki, yaprak şeklindeki dört kristal taş, ölüm tehlikesini fark ederek taşıyıcılarının bedenine ısı vererek devreye girmiş, saniyeler içinde ejderhalar dahil her hangi bir ölümlünün göremediği uzantılarla savaşçının etrafını örmüştü… Onu kurtarmış ve bu yol sayesinde de kendisinin ve esas sahibinin en çok istediği olmuştu.

Ejderha, öfkeyle böğürdü. Tehlikeli bir homurtuyla kendi penceresinden bakarak, bana büyücü olduğu söylenmemişti, diye homurdandı.

Marjuarane, yeniden ortaya çıktı ancak bulunduğu yer ejderhayla karşı karşıya olduğu mağaranın çıkışı değildi. Bir ağaca dayanmış şekilde duruyordu ve önünde, onun kılıcında kanları bulunan iki kiandor cesedi vardı. Ayağa kalktı ve silkindi. Şaşkındı, zira en son hatırladığı şey: bir elf kızının onu ağaca asıp dallarının da boğmasıydı. Aklına mağara da bıraktığı kötü durumdaki arkadaşları bir kez daha geldi.

Buraya nasıl geldim, diye de düşünürken bir çıtırtı duydu ve hemen teyakkuza geçti. Sesi çıkaran, karşısına geldi ve:
“Kısa bir süreliğine yanından ayrıldım ama sen hiç rahat durmuyorsun ayrıca bu üzerindeki elbiseleri de ne zaman giyindin ve neden bana doğru kılıç tutuyorsun?”

“Sen de kimsin? Seni daha önce hiç görmedim ama sen, beni tanıyor gibisin,” dedi tedbiri elden bırakmadan.

“Beni nasıl tanımazsın! Bana yardım ettin, ben de sana yardım edeceğim. Adım Waclonne ve sana bir casus olduğumu söylemiştim, sen de batıdan geldiğini ve Dacassyre’nin inini aradığını anlatmıştın. Beni, iki kanada ayrılmış elf diyarından kovan batı kısmının hakimi Wairacas’ın görevlendirdiği Ecnarte’nin peşimden gönderdiği iki adamından kurtarmıştın. Nasıl hatırlamazsın kaçık büyücünün- "

“Yeter!” diye bağırdı Marjuarane. Tam anlamıyla, kafası allak bullaktı.

3 Beğeni