Marjuarane, gri mavi gözlerini açtı…
En son hatırladığı, mağaranın çıkışında kırmızı bir ejderhayla karşılaşmasıydı…
Sonra ortadan kaybolmuştu…
Çimenlerin üzerinde otururken burnuna çok tatlı kokular geliyor, etrafındaki ağaçlardan fısıltı tarzında enfes tınılar salınıyordu. Doğruldu ve çevresine baktı. Bulunduğu yer, yaprakları farklı renklerde ağaçlarla ve hoş kokulu çiçeklerle bezeliyken havanın tadı leziz bir yemekten farksızdı. Bu huzur verici ortam ne kadar cezbediciydi olsa da aklında, buraya nasıl geldiği düşüncesi, yeniden huzuru bozan ayrılıkçılar gibi kendini gösterdi. Silkindi ve burada nasıl olduğu hakkındaki düşünceler furyasının içine dalıp yürürken en son hatırına düşen, mağarada, morlonklarla yapılan savaştan sonra iki arkadaşını ağır yaralı olarak taşıyıp, çıkışına yakın bir yerde bırakıp, yardım bulmak amacıyla dışarıya çıkıp… sonra da kırmızı bir ejderhayla karşılaştığıydı. Taşıyıcısının ölümcül bir tehlike içesinde olduğunu hisseden kolyedeki kristaller ısınmış…
“Buraya nasıl geldim acaba. Öldüm de güzelliklerin vaad edildiği yere mi düştüm. Ne kadar da alımlı,” diye düşüncelerinde kulaç atarken, diğer taraftan arkadaşlarının durumu, düşüncesi köpek balığı misali araya dalarken, kulaklarına melodik sesler misafir oldu. Mercan renkli ve de mat, açık mavi giysili iki elf, arkadan yaklaşıp onun yanına gelmişti. Bir tanesi:
“Rollin ne yapıyorsun burada? Herkes seni bekliyor. Nereye çıktın gittin öyle, o kadar kısa sürede buraya nasıl ulaştın?” diye bir kaç soru yağmuruna tutuldu, yeni gelenin şaşkınlık dolu bakışlarından üzerine gelenlerle beraber.
“Bunlar da kim, neden bahsediyorlar?” Savaşçı, yüzlerine boş boş baktı. İki elf, onun cevabını beklemeden kollarından tutup götürmeye kalktılar ancak kendisi, ikisine karşı koydu ve ellerinden kurtuldu. Bu arada iri ve kaslı bir yapıya sahip olmasına rağmen ne kadar hafif yürüdüğünü fark etti. Gelenlerin kafası karışmıştı, zira bu Rollin’den bekledikleri değildi.
“Sizi tanımıyorum. Rollin de kim? Ben elf değil bir insanım!” diye bağırdı. Ancak sesi ve içerdiği kelimeler kendisine o kadar yabancı gelmişti ki… ince ve narinleşmesinin yanında zarif tınılara da sahipti. Elfçe konuşmuştu. “Elf dilini düzgün konuşamazken şimdi hatasızım. Bu nasıl olur.” diye kafası karıştı.
Gelenler, ona çift başlıymış gibi bakıyor ve sarf ettiği insan kelimesinin ne olduğunu düşünüyorlardı çünkü bu kelime elf dilinde yoktu. Susmuşlardı. Rollin, ne diyordu böyle.
Bir tanesi, daha önce duymadığı kelimeyi dillendirmeye çalışarak:
“Bu da ne! Senin uydurman mı?” diye sordu.
Onlarla aynı oranda Marjuarane de afallamıştı. Bu elfler kanlı canlı ve kendisi de hiç ölmüş gibi görünmüyordu. Takılmadan elfçe konuşuyor ve vücudunu, çok hafiflemiş hissediyordu. Bir anda anladı ki onu kolye buraya getirmişti. Nesnenin tenine verdiği ısıyı hatırladı. Aslında yapraklardan çıkan, içine gönüllü olarak hapsolmuş olan yarı tanrısalların gücünün Cypraqual dünyasında uyum sağlamasına göre, uzantılarının bir geçit oluşturup onu tamamen içine almasıydı. Bunu, kendisi dahil hiçbir ölümlü göremezdi. *“Peki, burası neresiydi. İnsan, kelimesinin ne anlama geldiğini bilmeyen ama beni tanıyan, onlardan biri olduğumu sanan ve ‘Rollin’ diye seslenen elfler. Bunun ne olduğunu öğrenmeliyim,”*diye düşündü.
“Burada sadece elfler mi var?” diye sordu sakince. Diğer ikisi bu soru karşısında iyice afalladılar. Bu elf tanıdıkları Rollin’e hiç benzemiyordu. Onun gibi giyinmiş, Onun gibi görünüyor ama bildikleri elf gibi konuşmuyordu. Onun gibi davranmıyor ve dillerinde olmayan yabancı bir kelimeyi telaffuz ederek ben insanım, diyordu. İkisi birbirine bakış attı.
“Rollin ne oldu sana! Bu ne anlamsız soru böyle. Bu dünyada sadece biz varız tabii ki. Kafanı bir yere mi vurdun sen!” dedikten sonra biri, yanında duran diğeri ise fısıltıyla onun kulağına: “Dansta çok uzun süre kalması için içeceğine fazla iksir katmışız,” dedi. Savaşçının aklına, burada sadece elfler var, sözünden sonra Bilge’nin cümleleri düştü. Kütüphanede, ona eski dünyadan bahsederdi. Kitaplarda okuduğuna göre: Metamorfozdan önce ölümlüler ayrı ayrı dünyalarda birbirlerinden habersiz yaşarlarmış. Birinde sadece elfler, birinde sadece insanlar… “Demek ki kolye vasıtasıyla metamorfoz öncesine geldim. Neden insanların boyutu değil de elflerin boyutu,” diye elflere nazır alnını kırıştırdı*.”Buraya, artık her neresiyse, bir yabancı olarak değil de elf olarak ‘getirildim’. Bir de bu yerde yaşayan birinin kılığındayım,”* İyice kafası karıştı.
İki elf daha fazla vakit kaybetmeden savaşçının onlara karşı koymaması ve izin vermesiyle kendisini götürdüler. İkili, kesin fazla içirmişiz, diye düşünerek Rollin’deki bu değişikliği unuttular ve bu şekilde de şüphelerinden sıyrıldılar.
Dışında, elf müzisyenlerinin coşturduğu dans eden kalabalığın göründüğü bir malikaneye getirdiler. Onu da aralarına alarak işte size kaçağı getirdik, diye de bağırdılar.
Marjuarane, oradan oraya onu tanıyan elfler tarafından sürüklenirken bir süreliğine kafasındaki soruları unutmaya karar verdi. Hiç yabancılık çekmiyor tıpkı onlar gibi dans ediyor ve ritimlerine kolaylıkla ayak uydurabiliyordu. Onların içinde savrulurken elf kızlarından biri yanına gelmişti. Gelenin yüzü solgun görünüyor ve hüzün kokuyordu.
“Beni nasıl bırakır gidersin! Hem habersizce gidiyorsun hem de döndüğünde beni görmüyorsun. Bir de üstüne üstlük sırnaşık Reuna ile dönüyorsun, hem de kol kola,” Kızın sesi önce kırılganken sonuna doğru kırçıllı hale bürünmüştü. “Artık beni önemsemiyor musun, sevmiyor musun?” diye bitirdi sakinleşerek. Bahsettiği Reuna’ya ise aksine kızgınca baktı. Diğeri de altta kalmayıp onun bakışlarına aynı oranda karşılık verdi.
“Bu kız demek ki Rollin dedikleri elfin sevdiği. Ben Rollin değilsem o zaman o nerede?” Bu yeni düşünce aklını iyice bulandırdı.
Rollin’in sevdiği kız, çok güzel ve bir o kadar da asildi. Elf toplumundaki hatırı sayılır bir ailenin kızıydı. Büyüleyici mavi gözlere ve gece mavisinin yumuşak dokusunun rengindeki saçlara sahipti. Ay ışında saç tellerine… diye devam eden şarkılar söylenirdi onun adına. Teni oldukça narinken, attığı adımlar zarifken, bakışları da zarafetine nakış nakış asalet işlerdi. Savaşçı, geldiği dünyada elflere daha doğrusu kızlarına hayrandı. Onlar, insanlardan daha güzeldi, diğer yandan çekicilik konusunda iki ırk arasında farklılık da yok değildi.
Kız, Ona dokunmuş:
“Uzun süredir yüzüme bakıyorsun canım. Daha önce bana böyle bakmazdın. Affettim seni, çok mu özledin beni,” diye kırılganlığını üzerinden atmış ve işveyi giyinmişti. ”Elf de olsa insan da olsa karşı cinsin hepsi aynı,” diye düşünmeden edemedi. O, bir noktaya kilitlenip sırnaşık ve sulu ölümlüler gibi yapışkan olan ve ayrılmayan huzursuz düşüncelerine yeniden dalmış ve farkında olmadan uzun uzun kıza bakmıştı. Onu kolundan tutup getiren diğer kız ise hışımla dans edilen yerden ayrıldı. Rollin’in sevdiği kız, savaşçıyı kolundan tuttuğu gibi oradan kopardı. Elfin güzelliği gerçekten onu büyülemişti. Belki de bir süre burada kalabilir, iki arkadaşının üzüntüsünü unutabilirdi. Buraya kolyenin ne amaçla getirdiğini bilmemesine rağmen onu götürebilirdi de. “Bir gecelik bu fettan güzele katılsam ne olur.”
Kızın dokunuşu sıcacıktı.
“Nereye gidiyoruz tatlım?” diye sordu nazikçe.
Kız bu soru karşısında şaşırdı. “Ne demek nereye gidiyoruz. Tabii ki aşk yuvamıza, her zaman gittiğimiz yere. Ayrıca bana ‘tatlım’ demen çok hoşuma gitti,” diye de sesinin tonuna biraz da şuh serpiştirdi. Marjuarane, kısa bir süreliğine işi oluruna bırakmaya karar verdi.
Cilveli elf, onu bir nehir kenarına getirmişti. “Demek aşk yuvamız burası.”
İkisi, nehrin kenarına oturdu. O, fırsattan istifade kızı öpeceği sırada Rollin’in sevdiği, yanından ayrılıp suya girdi. Sonra, tüm baştan çıkarıcılığını yüklediği bir tonla ve ıslak görüntüsüyle gelsene, diye işaret etti. Savaşçı da hemen soyunup onun davetine zevkle icabet etti. Suyun serinliğine rüzgarın esintisi vokal yapıyordu.
İkisi öpüştü. Marjuarane, elf kızlarını daha önce de öpmüştü ama hiçbiri bu kadar cezbedici ve ateşli olmamıştı. Kız, tekrar kaçtı, savaşçı kovaladı. Nehrin içlerine doğru derinlik artarken görünüşe göre elf, hiç tedirgin görünmüyordu. Dip tarafa iyice daldı ve bir anda çok iyi bildiği bir yüzle, Rollin’in ölüsüyle karşı karşıya geldi. Bir anda bakışlarına tüneyen ürperti ve korkuyla, “Eğer bu Rollin ise yanımdaki kim?” diye düşünmeden edemedi şüpheyle karışık.
“Şekil değiştiren elfler vardı ama… Bu civarda bu tiplere çok az rastlanırdı.” diye düşüncelerle geriye dönerken, savaşçının melodik sesi, Hadi tatlım, yanıma gel, diye çağırmaya devam etti. Kız, yüzeye çıkarken: “Bana ‘tatlım’ demez,” düşüncesi beyninde yankılanıyordu. “Bu kesinlikle şekil değiştirenlerden. Hem aşkım kolye falan takmaz.” yankı son buldu. Hemen kıyıya çıktı.
“Ne oldu, niye üstünü giyiyorsun?” diye sordu gerçekten üzülerek elf suratıyla Marjuarane.
“Nedense bu sefer beni derinlik kötü etkiledi. Daha önce hiç böyle olmamıştım, bir an kendimi tuhaf bir huzursuzluk içinde hissettim de. Hem, sen niye yanıma gelmedin?” dedi, içinde kabaran öfkesini zor da olsa bastırarak.
“Haklısın, yüzün çok solgun görünüyor. Sanki…”
Kız, üzerini giyindikten sonra ağaçların yanına doğru yürümeye başladı. Savaşçı da onu takip ediyordu.
“Kolyen çok güzelmiş canım, yaprak şekilleri falan. Böyle aksesuarlar taktığını bilmiyordum. Oldukça da ilginç kristallerle bezeli… Hiç sendeki gibi olanı görmemiştim,” dedi yalancı bir gülümsemeyle. Bu işin aslını öğrenmeliydi. Şekil değiştiriciler biliyordu ki öldürdükleri elfin kılığına bürünebilir ama onun yapmadığı bir şeyi yapmazlardı, o zaman kendilerini açık etmiş olurlardı. “Yanımdaki bir şekil değiştiricisi değil ise o zaman ne! Yeni bir tür olabilir mi ki?”
Ayrıca şekil değiştiricilerin onların diyarına girmesi de yasaktı. Büyük köklü bir ağacın yanına gelip tanrısının ismi geçen birkaç cümle fısıldadı. Ardından, ağacın dalları hareketlenip yanındakini kıskıvrak yakalayarak ayaklarına yapıştı. Müdahale şansı bile bulamadan ani şaşkınlıkla tepetaklak bir şekilde asılı kaldı Marjuarane.
Kız bir büyücü değildi ama belli ağaçlar yardımına koşardı. Onun kendileri gibi görünmesine rağmen sevdiği olmadığını anlamış ama tam olarak ne olduğunu anlayamamıştı.
“Kimsin ya da nesin sen?” Hiç lafı dolandırmadan sordu. ”Derinliklerde Rollin’in cesedini gördüm. Normal bir elf gibi görünüyorsun ama değilsin. Şekil değiştirici de olmadığın kesin zira onlar bu kadar aptal olmazlar. Sevdiğim gibi görünüyorsun ama O değilsin… Onu neden öldürdün!”
“Demek sorun buymuş: Rollin’i öldürmüşüm,” diye düşündü.
Ardından cevaben:
“Öldürmüş müyüm, hadi ama, ben Rollin’im hayatım. Sen derinliklerde hayal görmüşsün. Benim o kızla geldiğimi gördüğünde seni terk ettiğimi sandın. Onun üzüntüsüyle- “
“Kes saçmalamayı! Kimsin ya da nesin sen?”
“Neden inanmıyorsun ki. Belki de- “
“Sana palavrayı bırak dedim. Adımı söyle! Hem Rollin bana ‘tatlım’ demez, böyle ilginç aksesuarlar takmaz,”
Savaşçı, köşeye sıkışmıştı ve kurtulamıyordu. Ne cevap vereceğini düşünürken bir elf kız ismi salladı ama balık oltaya gelmedi. Söylemekten başka çaresi kalmamıştı zira ağacın dalı, elfin direktifiyle boynunu sıkmak için hareketlenmişti. Elf, son kez:
“Rollin’i neden öldürdün?” diye kızgınca sordu. O tatlı ve cici kız, şimdi çok daha tehlikeli bir hale bürünmüştü.
“Tamam!” diye bağırdı çaresizce. “Ben başka bir zaman ve başka bir dünyadan geliyorum. Orada sadece elfler yaşamaz, bir çok ırk yaşar. Ben insan ırkındanım, Ben- “
“Bu ne biçim yalan. Sen neden bahsediyorsun? Başka bir dünya, başka bir zaman yok. Başka tanrı da yok. Bu dediklerine inanmam, anlattığın kadar saçma olur. Bana gerçeği söyle ve acı çekmeden öl! Ayrıca ‘ırk’ ve ‘insan’ saçmalığı da ne! Bunlar bizim dilimizde yok,” Yine de meraklanmıştı. Zaten esir bir yere kaçacak durumda değildi.
Marjuarane, ırk kelimesini nasıl ifade edeceğini düşündü. “Canlı türü,” dedi. iki kelimede elfçe de vardı.
“Bitkiler gibi mi?”
“Evet, artık şu ağacına söyle- “
“Sana inanmıyorum. Aşkımı sen öldürdün ve her neysen de öleceksin!”
Savaşçı, boğulmak üzereyken tehlike hisseden kolyedeki uzantılar kendisini tamamen kapladı yine. Elf, onu ortadan kaybolmuş bir şekilde gördü.
Kolye, savaşçıyı, Metamorfoz öncesine boyut kapısı açarak yani zamanda geriye götürmüştü. Kendisinin, bunun hakkında hiçbir fikri yoktu. Onu, iki kez ölmekten kurtarmış ama bu durum Cypraqual dünyasına daha önce hiç görülmemiş buraya ait olmayan yaratıkların giriş yapmasını ve fanilerin tabiriyle, uzun zamandır bekleyen bir ölümsüzün göz kırpmasına zemin hazırlamıştı. Ayrıca, dünyanın ana yapısındaki, sıradan ölümlülerin görme seviyelerinin üstündeki ve yüksek dereceli (kendi içinde sınıflandırılabilir) büyücülerin birkaç tanesine -sınırsız enerji (bilinen adıyla büyü (farklılaşmış)) katmanı: buraya orta seviye büyücüler de sadece dokunabilir ya da erişebilir, yer değiştirme büyüsü için kullanılacak olan iki portal arası geçiş yolu- vakıf olabileceği var olan katmanların ortaya çıkmasının hızlandırılmasına bir nevi önayak olmuştu.
Elf, düzgün ve bir insan kadar olmasa da kaslı bedeninde sahip olduğu bütün gücün sınırında kendisini daha da zorlayarak hızla koşmaya devam ediyordu…
Cypraqual Dünyası’nın ortasında bulunan Doğu ve Batı olarak iki kanada ayrılmış elf krallığı Diameld’den sürülmüştü. Batı kanadı Siyah ejderhanın doğusu ise Kırmızı ejderhanın gölgesi altında kendi içlerinde bir krallıktı. Yani iki kanatta, onlara dolayısıyla da adamlarına vergi vermek zorundaydı. Elfi sürgüne gönderen doğu kanadının kralı Wairacas, bununla da yetinmemiş ve onu kanun kaçağı olarak adlandırmıştı. Kralın emriyle dışarı atılan bir daha o topraklara adım atamayacaktı. Wairacas tarafından kanun kaçağı sınır dışı edilmesine rağmen onun ceza yemesine sebep olan Ecnarte ismindeki elf asilzadelerinden biri, peşine iki gözü pek adamını takmış, öldürülmesini istemişti. Kralın bundan haberi yoktu ki zaten iki kanadınki de, toprakları dışındaki orman elfleri dahil diğer kalanlarla ilgilenmezlerdi. Bundan dolayı kuzeydeki ayrılıkçı ya da uyumsuz topluluk olarak adlandırılan her ne sebeple olursa olsa da kendi ırklarıyla, cüceler ve bozkırdaki insanlarla olan aralarındaki gerginlikten bihaberlerdi, duysalar da önemserler miydi orası biraz muammaydı. İki kanadın kralından biri olan Doğudaki Wairacas’ın kızı ise, Waclonne adındaki iki hat arasında casusluk yapan bu elfin sürgün yemesini hiç istememiş ve bundan dolayı da büyük bir cesaretle babasına karşı çıkmış ama sonuç alamamıştı. Nitekim prenses, onun ardından gizlice krallıktan ayrılmıştı.
Waclonne, hiç soluk almadan doğu kanadının batı ile olan sınırına yakın ormana doğru kaçmaya devam ederken Ecnarte’nin adamları ona gittikçe yaklaşmaktaydı ancak kovaladıkları, oklarının atış menzilinin dışındaydı. Ormanın içerisinde küçük bir keçi yoluna sapan elf, sonuna vardığında bir harabeyle karşılaştı. Vakit gündüzü devirip geçici tahtına akşamı getiriyorken harabede soluklanıp yorgunlukla uykuya daldı zira yürüyecek hali kalmamıştı.
…
“Sen de bir koku alıyor musun?”
“Senin pis kokundan bahsediyorsan, tabii ki alıyorum. Ayrıca bu nasıl bir söyleyiş. Biz orklardan daha üstünüz hem- “
“Hayır, seni beş para etmez ork. Bu insan kokusu,” diye diğer kiandor ısrarla kendilerinin rütbe olarak altı olan orklar gibi devam etti.
“Hala, aynı şekilde vızıldamaya devam ediyorsun. Bu kadar küçük düşürme bizi,” diye yanındaki hırlayıp yere tükürdü.
Birinin yüzünde kılıçla çentilmiş iz bulunan, diğerinin de bacağının birinde yaralanma olan ve karınları zil çalan iki kiandor yürüyordu. Gözlerinin mesafesine, ağacın birine dayanmış bir insan girdi. Geniş ağızlı kirli baltalarını ağızlarının suyu akarak hazırlarken insan, bir anda irkildi ve iki kiandordan biri, diğerine sessiz ol diye fısıldadı. Aynı duruma geçince karşılarındaki, iyice yaklaştılar. İnsanın gözleri kapalı görünmesine rağmen gelenler kafasına baltalarını indirecekken bir anda hareketlenip yana yuvarlandı ve ayağa kalkıp ‘”Ejderha!” diye bağırdı. Derilerinde, hastalıklı bir renk gibi görünen benekliler, hemen sinip etrafı gözleriyle kolaçan ettiler ama yaratığa dair en ufak bir iz bile görmediler. Önlerindekine iştahla tekrar dönüp saldırıya geçtiler. İnsan, darbeleri karşılayarak, kılıcıyla savuşturdu. Kiandorlar, bu hareket karşısında şaşkındı zira ilk etapta silahsız görünmüştü. Biri diğerine sataştı, sanki*, ben sana uyumadığını söylemiştim,* der gibi. Avları “Ejderha!” diye bağırdıktan sonra sırtına elini atmış ve gözleri hala kapalı olmasına rağmen kılıcını ustalıkla kullanmıştı. Sanki kendini savunuş şekli daha önce yapmış olduğu bir mücadeleye ait gibiydi. Bu darbelerin geleceğini biliyor, iki yaratık ne yaparsa yapsın karşılığını veriyordu. Öte yandan da hiç saldırı pozisyonuna geçmiyordu…
Marjuarane, bir anda ürpertiyle uyandı. Ağacın birine dayanmış, gözlerini açmışken, önünde iki kiandor cesedi görünüyordu. En son hatırladığı, elf kızının onu ağaca asıp dallarının kendisini boğmaya çalışmasıydı. Sonrası buradaydı. Kolyeyi kullandığını ya da onun kullanılmak istediğini hatırlıyordu ama… “Bu tiksindirici görünüşe sahip olanları ne zaman öldürdüm ve kılıcım da kanlarıyla lekelenmiş. Buraya nasıl geldim.” diye düşünüp silahını silmek için etrafta bir şey ararken bir anda çıtırtı duydu ve düşünmeyi bırakıp hemen teyakkuza geçti. Sesi çıkaran karşısından geliyordu ve yürürken ki davranışı, sanki daha önce onu görmüş edasındaydı. Adımları da ince izler bırakıyordu.
Yabancı yaklaşırken:
“Kısa bir süreliğine yanından ayrıldım ama sen hiç rahat durmuyorsun tıpkı Arcwund’daki handa olduğu gibi. İlginç, bu üstündekileri de ne zaman giyindin ve neden bana doğru kılıç tutuyorsun?” dedi umursamazca.
“Sen de kimsin? Seni daha önce hiç görmedim. Dünya tehlikelerle dolu, tanımadığım birini kucaklayacak değilim herhalde,”
“Hadi dostum, böyle tehditkar olma ve şaka yapmayı da bırak, indir şu kılıcı! Beni nasıl tanımazsın. Sen bana yardım ettin, ben de sana edeceğim,”
“Ne Arcwund’u, ne yardımı… Seni ilk defa gördüğümü söylüyorum, sen neden bahsediyorsun. Bir daha soruyorum. Kimsin sen?” dedi. Silahını sıkı sıkı tutuyor ve gittikçe sabrı azalıyordu ve sertçe bir kez daha yineledi: “Konuş , yoksa- “
“Ben Waclonne. Sana ilk karşılaşmamızda sürgün yemiş bir elf olduğumu söylemiştim. Nasıl hatırlamazsın beni!” dedi elf, bu şakadan sıkılmış bir halde. Ancak Marjuarane aynı durumda ve beklentiyle:
“Devam et bakalım. Ben seni hatırlamadığım halde sen beni tanıyorsun. Bu durum baya ilgimi çekti. Madem beni tanıyorsun adımı söyle!”
“Beni korkutmaya başlıyorsun, indir şu kılıcı artık!”
“Madem beni biliyorsun, adımı söyle dedim sana. Bir daha tekrar etmeyeceğim!”
“Tamam, sinirlenme hemen. Adın Marjuarane ve batıdan geliyorsun. Morlonklar mağarada iki arkadaşını öldürmüş ve sen de kırmızı bir ejderhadan zor kurtulmuş ve kaçabilmişsin. Dacassyre isimli ejderhanın inini arıyormuşsun. Oradan alman gereken yeşil ziynet mi ne varmış. Beni kurtardıktan sonra bunları anlatmıştın. Nasıl hatırlamazsın kaçık büyücünün elinden… “
Savaşçı, elfin söylediklerini duydukça şekilden şekile girdi. Onun hakkında söylediklerinin bir kısmı doğruydu ama ne büyücüsü, ne kurtulması… Ayrıca arkadaşları ölmemişti, onları ağır yaralı olarak mağarada bırakmış, yardım bulmak için… Bu, daha önce görmediği elf ne zırvalıyordu.
“Yeter!” diye bağırdı. Kafası allak bullaktı. Elf, yine de devam etti.
“Dostum sana ne oldu bilmiyorum, geçici hafıza kaybı mı geçiriyorsun, nedir bilmiyorum. Burada kamp yaptıktan sonra başka biriyle daha buluşup beraber ini arayacaktık.” Waclonne bunu söyledikten sonra yerden alalade bir kumaş parçası aldı. Savaşçı, kılıcı az da olsa indirmiş, onun söylediklerini düşünürken nesneyi ona uzattı.
”Al bunu,”
Savaşçı, irkildi fakat sanki bir güç onun kumaş parçasını almasını istemişti. Onu almasıyla mat renkli bez parçasının kaybolması bir oldu. Marjuarane bunu fark etti ve tekrar kılıcını kaldırarak: “Bana ne verdin ve nereye gitti!” dedi sinir katsayısı biraz daha yükselerek.
“O mu, çok değerli bir görünmeyen elbise, cübbe ya da zırh. Merak etme kötü niyetli olmadığın sürece zararlı değil. Sakinleş ve şu kılıcını indir artık! Bunu, büyücüden nasıl—“
“Yeter! Bana en ayrıntısına kadar anlat her şeyi. Ben de beraber gidip gitmeyeceğimize karar vereyim zira in konusunda yardıma kesinlikle ihtiyacım var!”
Savaşçı, elleriyle üstündeki kıyafetlere dokunurken her hangi farklılık, ne de yeni bir ağırlılık hissetmezken tuhaf yüz haline, yanındakinin bakışları, ona, anlatacaklarına kulak vermesini söylüyordu.
…
“Daha hızlı olsana seni uyuşuk Azet! Kaçağı kaçıracağız. İhtiyaç molası verecek zaman mı şimdi, çabuk bitir işini!”
“Tamam Zell, bitti sayılır. Hem nereye kaçabilir ki! Ayrıca, biz bunu niye kovalıyorduk?"
Kanun kaçağı olarak adlandırılan Waclonne adındaki elfin peşindeki Ecnarte’nin adamları konuşuyordu.
“Senin yüzünden kaybettik Onu. Unutma, kaçağı kesinlikle sağ bırakmamamız gerek aksi halde Ecnarte gözümüzün yaşına bakmaz. Niye kovaladığını bilmiyorsan burada ne işin var o zaman salak! Patron onu yakalayıp öldürmemizi istedi. Çünkü-"
“Yanılıyorsun kaybetmedik. Bak bakalım yerde ne var: küçük kaçağımızın izleri…” dedi alayla Zell isimli olanı öbürünün sözünü basitçe keserek. Diğeri lafı ağzına tıkılsa da çok da umursamadan yanındaki ile beraber izin ardına düştü.
“Bir şey diyecektin de ben engel oldum sanırım,”
“Geç olsa da bu anlama kabiliyetine hayranım. Senden başkası yok muydu sanki, diye içinden geçirerek; Boş ver, önemi kalmadı,” dedi alaycılıkla.
İkisi, Waclonne’un saptığı keçi yolunun başındaydı. Ay ışığından başka bir ışık olmayıp sanki bunların kötü niyetli olduğunu sezer gibi önlerine de düşmüyordu. Sessiz görünen bu patika, bundan dolayı karanlıkla sevişiyordu. Bunlar, Ecnarte denen asilzadenin, diğerinin görüşüne göre öbürü hariç, en gözü pek adamlarındandı. Azet’te kılıç diğerinde ise yay vardı. Yine de buralarda karanlıkta tetikte olmak gerekirdi.
İki cesur elf, iki sinsi kiandorun nereden geldiğini tam olarak anlayamadılarsa da karşı koymada da gecikmediler. Bu iki yaratık, onların dillerini nerde olsa tanırlardı. Keçi yoluna girdiklerinden beri bunları takip ediyorlardı. Kiandorlar, fevri olmalarıyla bilinmeseler de ayrık otları da yok değildi. Karanlığın tamamen yerini sağlamlaştırmasını bekleyip en uygun anda saldırmaya karar vermişlerdi ki amaçları silahlarına davranamadan onların işini bitirmekti. Nitekim en müsait anı buldular ki bu, ay ışığının keçi yolunu tamamen terk ettiği ve onun da kendisini karanlığın kollarına bıraktığı zamandı.
Onlar, elflerin üzerine atlayıp saldırıya geçmişlerdi ancak diğerlerinin gece görüş yeteneklerine sahip olduklarını ganimetlerinin heyecanından unutmuşlardı. Azet, hemen karşılık verip seçebildiği kadarıyla diğerinden biraz uzun olanın salladığı baltasından kurtulduktan sonra onun yüzünü kılıcıyla çentti. Yaratık tabansızca viyaklayarak kaçtı. Diğeri de yaralı bacağıyla onun ardından sıvıştı. İkili bu gecikmeden rahatsız bir şekilde yollarına devam etti. Bir çıtırtı duydular ancak bu ses bir daha ortaya çıkmadı.
İkili, ay ışığının nazından vazgeçip yardımıyla ve görüş yetenekleriyle harabeyi buldu. Uyuyan kanun kaçağını gördüler ve sessiz adımlarla yanına yaklaştılar. Azet, kılıcıyla Waclonne’u sertçe dürttü. Bu rahatsız edilmeyle casus uyandı ama hali, karşısında, onları gördüğüne dair hiç şaşırmamış edasındaydı. Azet ise bu görünüşe dikkat etmeyip hazırlıksızca yakaladıklarını düşündükleri kanun kaçağını ayağa kaldırıp sıkı sıkıya tuttu. Hiç akıllarına gelmedi, bir casusun bu kadar kendini açık edebileceği. Nitekim Azet, istemeden de olsa bir anda acı acı çığlık atmak nasıl olurmuş davranışını icra etti çünkü koluna çok zarar verici nitelikte nereden geldiği belli olmayan bir ok saplanmıştı. Diğeri de davranamadan silahına, aynı okun ikizi ona saplandı ve ikisi yerde kıvranmaya başladı. Bunlar yerde acı ile yeni figürler gösterirken elinde yayla bir insan göründü, harabenin dışından. Waclonne’nun kurtarıcısı onun keçi yoluna girdiğini görmüş ve belli bir zaman geçtikten sonra da kovalayanları fark etmişti. Birine ihtiyacı vardı, aklına, ona yardım edersem o da bana yardım eder düşüncesi beynindeki şüphelerin bulunduğu koridorun yanındaki diğer koridorda adımlamaya başladı. Bunların bıraktığı iz ise onu takip etmesi ve harabede uyarmasıydı.
Zell, acı acı: "Sende nerden çıktın insan pisliği. Ne diye bir elfe yardım ediyorsun. Elfler, insanlardan ve siz pislikler de bizden nefret edersiniz. Ayrıca bu okların şekli- “ diye devam edemeden insandan okkalı bir yumruk daha yedi ve bayıldı.
“Haklısın, sevmeyiz birbirimizi, özellikle senin gibileri…” dedi insan cevaben ve bakışları iki elfin suratlarına tükürmeye ramak kaldığını gösteriyordu. İnsan ve elf, onları orada bırakıp harabeden ayrıldılar.
Onlar gittikten sonra oraya, pelerinli ve adımları narinliğini ifade eden biri geldi. Uçlarında zehir olup bir süre sonra etkisini göstererek hareketleri kitleme gücüne sahip olan bu oklar, vücudun her tarafına yayılıyor ve kurbanlarını yavaş yavaş öldürüyordu . Bu ok uçları sadece elf kraliyet ordusu mensuplarında bulunurdu ve yeni gelen, onları aldıktan sonra yerde yatan ve son anlarını yaşayan iki elfin yüzüne hiç bekleme yapmadan tükürdü ve öndeki ikiliyi takibe başladı.
İnsan ve elf ilerlerken:
“Benim adım Waclonne. Ya senin ki?” Diğeri, elfin sorusuna cevap vermedi.
“Hey sana diyorum, eğer yardım edeceksem bir şekilde seslenebilmeyim. Adın ne diye sormuştum!”
Ne dedin kafam biraz meşgulde. Sen de gördün mü önümüzde dans eden elfler var sanki. Beni çağırıyorlar kafamın içinde ve Rollin, Rollin diye uğulduyorlar,”
“Şu an Rolnotsk ormanın içlerine ve güney doğuya doğru gidiyoruz ve burada benden başka elf yok. Hayal görüyorsun sen. Burada ikimizden başka kimse yok,” dedi sakinleştirici tonda ve bir daha yineledi: “Adın ne?”
“İsmim Marjuarane. Ben bir savaşçıyım ve Batıdan geliyorum. Haklısın, bir an boş bulundum, “
“Savaşçı, derken. Nasıl yani? Resmi olarak bir orduya falan mı aitsin?”
“Bir şehri kurtarmak için, vatanını kurtarmak için… Gönüllü olarak… Neyse boş ver ama çok iyi kılıç kullanırım ve dayanıklılık konusunda da sağlamımdır,”
“Anladım… Bana yardım etmenin tam olarak sebebi ne!”
“Söyledim ya, seni kurtarırsam bana bir inden kristal bir taş almak için yardım edecektin,”
“Sanki zor bir şeye benzemiyor anlattığın,"
“Yani, işte basit bir ejderha ini,”
“Ejderha mı! Nasıl yani, bir ejderhanın ininden bir şey mi alacağız. Meraklanmaya başladım doğrusu, zaten yurdumdan da kovuldum, geriye de dönemem. Başka…”
“Bu in, doğudaymış ama yeri belli değilmiş. Yaratığın inleri varmış, hizmetkarları da çokmuş. Eee… bu söz ettiğim inlerin sahibi bir kırmızı Ejderha ve duydun mu bilmiyorum da adı Dacassyre,”
“Kim bilmez bu ismi, sen bana şaka mı yapıyorsun. Dacassyre’nin ininden kristal bir taş çalacağız öyle mi. Başta söyleseydin Ecnarte’nin adamlarına teslim olurdum kesinlikle. Ve sadece ikimiz varız. Sana yardım edeceğime söz verdim ve kahretsin ki ondan dönemem. Peki, bu taşın içinde ne varmış,” dedi son cümlesinde biraz durularak.
“Ejderha ruhları. Bütün bildiğim bu, görevim de bu,”
“Peki, bu taş ne işine yarayacak,”
“Orası bende kalsın. Sen bana yardım edeceğine söz verdin,”
“Tamam, merak eden gitti. O zaman, ormanın doğu çıkışından Arcwund kasabasına doğru ilerlemeliyiz. Handa, belki bilgi alabiliriz. Dikkatli hareket etmeliyiz zira Kırmızı’nın bölgesinde bulunmaktayız.