Vakit, akşamın ilk zamanlarıyla şakalaşırken yollar hiç mi hiç bu havada değildi. Kuşatmanın gün geçtikçe artmasından dolayı sokaklar, devriye gezenlerin haricinde bomboştu. Kenarlarında istenmeyen misafirler misali çöpler haricinde her hangi bir şey yoktu. Yol arkadaşları, kuş uçmaz kervan geçmez yerlere dönen, çoğunlukla düzgün taşlarla döşenmiş merkezdeki caddelerden geçerken yolculuk hakkında Marjuarane’nin ağzından herhangi bir söz kurtulmaya vakıf olmuş değildi. Nimali ve Soriol, sormaya yeltendiklerinde, onlara, birazdan demişti. Gri mavi gözleri, akşamın bu saati bile olsa etrafta fenerlerin ve de ay ışığının cılız ışığı da dolansa diğer ikisinin aksine, devamlı tetikte gözüküyor ve kulaklarını da en ufak ses için bile dahi olsa hazır tutuyordu. Dar bir sokağa saptılar. Onlara farklı bir gözle bakan olmamıştı zira devriye atanların haricinde, görünürde kimse yoktu. Koruyucular da kendilerini tanıdıkları için gördüklerinde her hangi bir harekette bulunmadılar. Yine de Bilge’nin dediğine göre, bazı gözcüler vardı ve bu yolculuktan sadece dördünün haberi olmalıydı.
Hava, gündüze göre daha da sertleşmişti. Üçlü, şehir merkezinin güney doğusuna düşen, diğer iki meydana göre daha küçük park ya da alan şeklinde olan yerden geçiyordu. Normalde, akşamın ortalarına doğru adımladığı bu saatlerde burası dolu olurdu. Daha çok seyyar satıcıların, özellikle iki ekmek arası tarzı yiyecek satanların, bağrışları dolanırdı, gündüz vakitlerinde nispeten alanda gezinse de… İnsanların kulaklarını çoğunlukla rahatsız etmeden, düşük yoğunluklu sesle ziyaret etse de bazen de tonun defalarca artmasıyla sıkıntılı olabiliyordu. Ancak şu an için neredeyse hiç kimse yoktu. Şehrin merkezindeki kalabalığın, tehlikeden dolayı sayısı azalmış olsa da, hayatın gereği olarak gün içinde oradan oraya yer değiştirse de, karanlık, yüzünü dönünce çil yavrusu misali dağılıyorlardı. Ortadaki, -bir kaç basamak granit taşından yapılmış yükseklikteki tabana, dış tarafı mermerden yapılma, çok gen şeklinde olan- taşa işlenmiş, krem rengine uygun bordo ve siyahın içlerine karışıp her tarafına yayıldığı desenlerin, görenlere göz kırptığı süs havuzunun merkezindeki kısma, tabana paralel genişleyip, yukarı çıkıldıkça düzenli bir şekilde daralan, beş katlı şelale misali yine krem rengi mermerden yapıdan akan suyun haricinde her hangi bir ses etrafta duyulmuyordu. Zemini dikdörtgen şeklinde gri renkte granit taşından yapılma yerden, başka bir sokağa saparlarken, diğer ikisi tam sıkılmış ağızlarını açacakları sırada:
“Beni dinleyin! Bu yolculuk çok gizli ve bir o kadar da önemli! Kuleler Şehri’ni hiç duydunuz mu?” diye sordu Marjuarane, sonuna doğru daha da ciddileşerek. Arkadaşları, başlarını salladılar. Soriol heyecanla hemen atıldı:
“Hiç duymadığımız bir yere mi gidiyoruz,” diye muzipçe. Kafa sallama sırası, Marjuarane’deydi.
“Hayır, oraya gitmiyoruz, sadece duyup duymadığınızı bundan dolayı da bilip bilmediğinizi merak etmiştim. Gideceğimiz yer: Kırmızı ejderha Dacassyre’nin diyarı,” dedi basitçe.
Bunu duyduktan sonra arkadaşlarının yüzü: “Nasıl! Kırmızı ejderha mı! Sen ne dediğinin farkında mısın! Ne kadar da kolayca söylüyorsun!” diyordu adeta. “Tamam, eğlenmek güzelde, yani, ejderha bizim menümüzde hiç olmadı ki.”
“Tamam, sakinleşin ve sessiz olun. Bilge, beni çağırdı ve büyücünün yanına götürdü. İkisi, size sorduğum Kuleler Şehri hakkında konuştular. Burası, Metamorfoz’un ilk zamanlarında ayrılan bir kaç yüz insan, elf ve cüce tarafından kurulmuş ve bir kaç yüzyıl sonra terk edilmiş. İkisinin söylediğine göre, şehirde on tane koruyucu liç varken bir de bunlara ek olarak bazı kötü elf ruhları da oranın sakinleriymiş. Yani demek istediğim: Bilge, Ascander denizinin çok ötesinde var saydığı bu şehre insanlarımızı götürmek istiyor,”
“Demek müdavimleri liç ve kötü elf ruhlarıymış. Daha ne olsun, oraya varınca bir merhaba desek hizmette kusur etmezler herhalde. Ne dediğinin farkında mısın Marju,” dedi Nimali, rüzgarda başıboş dolaşan bir talihsiz poşeti, büyük taşların işlenip düzgünleştirilerek yere yedirilmesi ile yürüdükleri yolda tekmelemişti.
“Aynen dostum. Şiddetle Nimali’ye destek olma arzusundan kendimi alamıyorum,"
"Tamam, sakin olun, anlatacağım. Bilge, büyücünün masasına, her birinde bu şehrin bilgileri olan, bir çember olacak şekilde dokuz tane ve bir de merkezine bir tane kitap koydu. Büyücü de kapakların üzerine kum taneleri serpiştirdi ve şehrin saydam görüntüsü oluştu. Amacımız, şu an düşündüğünüz gibi şehri bulmak değil zaten oraya gitmek bir işimize yaramaz yani, şehri koruyan liçlerimiz var ve onları öylece geçmek bir ölümlü için imkansız. İşte, yolculuk bu konuda devreye giriyor. Oradaki lanetlenmişleri alt edecek onların seviyesinde başka güçlü ruhlar varmış ki bunlar da Bilge’ye göre ejderha ruhları,” dedi arkadaşları rahatça.
“Ejderha ruhumu, sakın-“
“Yok yok, düşündüğün gibi değil Nimali. Hemen hiddetlenme, ejderha falan öldürmeyeceğiz zaten, neyse… Kırmızı ejderha Dacassyre de Bilge’nin dediğine göre ejderha ruhlarını barındıran yeşil bir ziynet ya da benzer bir nesne bulunuyormuş,”
Marjuarane’nin gri mavi, ışıltılı gözleri, etrafı incelemeye devam ediyordu. Yolculuğa diğer ikisi ile başladığından beri bir an bile olsa etrafı gözlemekten geri durmuyordu, dükkanların (hanların ve büyü malzemeleri satanların ya da değerli taşları işleyenlerin hariç) çoğunluğu kapalı da olsa, şehir merkezi civarları da olsa, sokaklar boş görünmesine rağmen. Onunla paralel dostları da aynı şekilde dikkatli görünüyordu. Ses tonları yüksek değildi. Kuşatmacılar şehrin doğu kapısının önünde artmaya devam ederken iç tarafta casusların olmadığını, dışardakilere bilgi uçurulmadığını kim bilebilirdi.
“Ve…”
“Biz de bu ziyneti getireceğiz öyle mi,” diye tamamladı Nimali’nın sözlerini Soriol.
“Eh, kısaca böyle arkadaşlar. Bu hiç kolay değil hatta size imkansız da görülebilir ancak düşünün biraz, şehir gün geçtikçe artan bu baskıya daha ne kadar dayanacak. Bir an önce… Nimali nereye bakıyorsun öyle?"
“Şu, ilerdeki binanın köşesinden geçen beş tane ak cübbeli gördüm tıpkı elbiseleri Bilge’nin üzerine giydiği gibi olanlardan,”
“Karanlıkta gözlerinin bu kadar keskin olduğunu bilmiyordum dostum,” dedi Soriol hayret dolu bakışlarını, açık sarı saçları rüzgarda savrulan arkadaşına yöneltti. Kendisi uzun siyah saçlarını arkadan bağlamıştı ancak at kuyruk şeklinde değil sırtına doğru dökülen biçimde.
“Ne karanlığı ne görmesi. Fenerin altından geçerken rastgele, bakışlarıma denk geldiler. Bunlar da kim? Şehre giriş çıkış yokken nasıl oluyor da böyle yabancılar gezebiliyor ve de devriyedekiler buna göz yumuyor. Sizce ‘Işığın Gözcüleri’ diye kimi yerlerde isimlendirilen büyücü topluluğundan mı ki bunlar?”
“Ben açıkçası görmedim ancak anlattıklarından çıkarımım, yardım için gelmiş olabilirler. Devriyeler de ses çıkarmadığına göre… Yalnız, onun gibi ak cübbe giymeleri garibime gitti. Acaba…?”
“Acaba ne?”
"Neyse, boş verin. Biz yolumuza bakalım. Nerede kalmıştım: bir an önce bu taşı alıp, lanetli koruyucuları bu ruhlar sayesinde alt edip halkımızı oraya taşımamız gerekiyor. Siyah ya da adamları, kaçınılmaz olarak yurdumuzu yakıp yıktığında ki bunu engelleyebileceğimizi hiç sanmıyorum; kaçmış olmamız gerek. Anladınız mı?”
O da, yanlarında seyahat eden rüzgarla savrulup ta yüzüne düşen koyu kestane saçlarının uçlarını, arkaya doğru itti. Bunu defalarca yapmaktan artık rahatsız olarak, istemeyerek de olsa, saçlarını Soriol gibi bağladı.
“Anladık anlamasına da bu yolculuk uzun ve çok tehlikeli görünüyor. O kadar basitçe anlatıyorsun ki bu kadar uzun yolu kat edeceğiz, hem de en kısa sürede, koca kırmızıdan ziyneti alıp ki nasıl yapacaksak, geriye dönüp onu Bilge’ye vereceğiz… Diyorsun ki, halkımızın kurtuluşu için bunu yapmak zorundayız. Pöh! Belki Kuleler Şehri’ne vali oluruz,” dedi Nimali somurtarak. Şehir merkezinin güney doğu tarafından, kenarlarına doğru yollarına devam ederlerken, yürüdükleri yerler artık topraklı ve küçük taşlarla dolu olan, çakıllı bir şekilde olmuştu.
“Evet dostum, durum maalesef basitçe böyle. Ne diyorsunuz, var mısınız?” Hiç şüphe yok ki Marjuarane cevabın ne olduğunu biliyordu. Ne de olsa yanındakiler de onun gibi özgür ruhlu, vatansever ve macera düşkünüydü.
“Tabii ki yanındayız ne kadar da tehlikeli olursa olsun bu yolculuk. İlla ki eğlenecek taraflar da buluruz öyle değil mi,” diye de ekledi Soriol.
“İyi güzel de çıkışların kapatılmış olduğunun farkındasınızdır. Bu sorunu nasıl çözeceğiz?”
“Belki de geri dönüp şu, beş tane ak cübbeliye sorabiliriz, nasıl buraya geldiklerine dair. Bilmediğimiz gizli bir giriş varsa aynı yerden çıkış da vardır. Ne dersiniz?”
“Vakit kaybetmememiz lazım. Onları boş verin. Bilge de çareler tükenmez, kaçışımızı da ayarlamış. Hapishane de gizli bir yol var ve adamı bizi orda bekliyor,” dedi onların yüreğine su serperek Marjuarane.
“Ben de düşünüyordum, buraları nereden tanıyorum diye. Çok ziyaret ettiğimden değil de,” dedi Nimali, enlemesine uzun ve düz, geniş bir alana sahip, çirkin yapıya bakarak. Marjuarane, nedense her hangi bir şey söylemedi. Akabinde, “Bilge’nin mahkumlarla ne işi olabilir ki?” diye sordu Soriol.
“Dostumuz suçlu değil bir gardiyan. Bilge, Onu, orman elflerinden bir asilzadeden gizlice şarap almak için kullanıyormuş. Elf, Ona şarap veriyor, O da onlarla alakalı kitapları. Leziz içeceği nasıl getirttiğini sanıyorsunuz. İşte, o gizli yoldan gidip elflerin ormanına gireceğiz. Bana söylediğine göre, gizli tünelin çıkışında bizi bekleyen elf soylusunun iki hizmetkarı olacakmış. Gardiyan, diyara girmeden kitapları verip şarabı alırmış ancak biz ormanın onların bulunduğu kısımdan geçeceğiz. Bildiğiniz gibi büyüklük anlamında doğu- batı olarak ayrılmış elf krallığı gibi olmasa da, küçük topluluk halindeki bu mağrur elfler de, topraklarına kendilerinden başkasını almazlar ama biz farklıyız,”
“Nasıl yani!”
“Onun bizi diyarından geçirebilmesi için tabii ki biz de ‘elf’ olacağız. Şaşırmayın hemen, orayı geçtik mi eski halimizdeyiz,”
“Biliyor musun Marju; eğer sen ve Soriol olmasanız elf kılığına falan girmem,”
“Bundan kesinlikle emin olabilirsin çünkü elf kılığına girmeyeceğiz, onlar gibi olacağız. Bilge’ye göre, asilzade bize üç bileklik verecekmiş ve biz ‘elf’ olacakmışız. Bu yoldan gidemezsek ana kapı bizi bekliyor,”
“Hadi be sende! Halkımız için elf de mi olacağız,” dedi düşünceyle Nimali, yeni uzamış sakallarını kaşıyarak.
“Orası sonraki iş. Peki hapse nasıl gireceğiz?”
“Sakın söyleme Marju, tam tahmin ettiğim gibi, Bilge onu da ayarladı değil mi.”
Savaşçı sırıttı ve elindeki zarfı göstererek hapishanenin yolunu tuttular.
Bilge’nin adamı gardiyan, gecenin bu saatinde bile olsa (daha önceden bilgilendirilmişti) gelenleri içeri alıp zarfı açtı ve kağıttaki işareti tanıyınca, hiç duraksamadan onları hücreye götürdü. Burası lanetli, olarak işaretlendiği için mahkumlar koyulmazdı. Marjuarane’e kitabı verdi.
Adam, hücrenin köşesindeki çatlağa üç kez dokundu, aslında bir kez temas ediyordu ancak yanında üç kişi olduğu için ve de bu sayıya göre çalıştığı için kapı ortaya çıktı. Üçlü, tünele girdikten sonra, kapı kapandı ve hücre, eski haline döndü.
Duvardan meşaleyi alan Marjuarane, tünelin karanlığını loş bir aydınlık olsa da açtı. Buna müteakip, önlerinde uzanan yol, aynı şekilde ilerledikçe açılıyordu. Tabanı kuruydu, tavanı ise onları rahatsız edecek şekilde alçak değildi.
“Bu dar tüneli kim yapmış, Bilge değildir herhalde. Buralarda davetsiz misafirlerle karşılaşmayız öyle değil mi? Çıksalar da sorun olmaz, hallederiz de, öyle aklıma geldi işte,”
“O kadarını bilmiyorum ama tahminimce böyle bir yolu keşfetti. Neden başkaları olsun ki. Bilge’nin adamının faal olarak kullandığı gizli bir yol, ” dedi Soriol’a cevaben Marjuarane.
“Buldu, keşfetti ya da yaptı. Hiç önemli değil, sonuçta fark edilmeden ayrılmamızı sağladı. Ayrıca, gelirse ziyaretimize, fareler gelir,”
Burunlarını titretecek kadar koku olmayan bu kimi kısımları tozlu tünel, onları bazı yerlerde dönerek, şehrin doğusuna düşen, kimsenin girmeye gönüllü olmadığı ya da umursamadığı elflerin ormanına götürüyordu. Orası, şehre çok da yakın olmadığı için ve dışında olduğu için, yürüdükleri yerde geçen zaman da buna müteakip uzundu. Onlar, hapishaneye girdiğinde vakit, gecenin ilk sarılışıyla karşılanmıştı.
“Ne bitmez tünelmiş, kesin sabah olmuştur. Şimdi ne güzel savaş yaralarımı yine, yeniden, Sarmina’ya gösteriyordum,” diye hayıflandı Soriol.
“Üzülme yakışıklı dostum, illa Ona mı göstereceksin. Sen de bu görünüş ve bu etkileyicilik varken görmek isteyenlerin sayısı fazla olacaktır. Sanki, bu yolculukta hiç mi handa konaklamayacağız. Eminim barmen kızlar, seni gördükleri anda, üstüne atlamak için birbirlerini tanımayacaklardır, ” dedi Nimali, arkadaşını dalga geçerek teselli etme çabasında.
“Ben de Çıt- “
“Sakın Marju, devamını getireyim deme!”
“Tamam, kızma hemen, ben sadece- “
“Yalnızca, benimle cücenin senin tamamlayamadığın o kelimeyi söylediği gibi dalga geçecektin öyle değil mi. Sakın dostum, telaffuz etmeye kalkma o kelimeyi bir daha, tahammül edemiyorum duymaya,”
“Susun, geldik beyler.”
Diğer ikisi Soriol’un işaretiyle tünelin sonundaki kapıyı gördüklerinde hemen Marjuarane, konuşmayın, ben halledeceğim, diye onları uyardı. Ardından kapıya belli vuruşlarla uyumlu bir şekilde vurdu. Bunu, sadece Bilge’nin adamı bilebilirdi. Diğerleri sessizce beklerken kapı açıldı ve karşılarında iki hizmetkar giyimli elf buldular. Onlar, gelenlere dikkatle baktıktan sonra parolayı sordu. Doğru cevabı duyduktan sonra kitabı aldı ve bileklikleri üçlüye verdi.
Yol arkadaşları, basit görünen nesneleri taktıkları anda görünüş olarak değişip, incelip, narinleşip sivri kulaklı oldular ve sakal, kıl, tüy falan kalmadı. Bilge’nin dediği gibi, bu bileklikler onları elf gibi göstermişti. İnsanların bu değişimini, her hangi bir ırktan bir başkası onlara bakmış olsa da sadece elf olarak bunları görebilecekti. Karşılayanlardan biri:
“Bunlar, sizi, bizim gibi göstermiş olabilir ancak bu sadece bir yanılsama. Bana söylenene göre, dış görünüşün üzerine incecik bir kalkan gibi bedeninize göre şekillenen bir ilüzyon örüyormuş, bu bilekliklerin büyüsü. Yani size bakanlar, bu nesnenin oluşturduğu herhangi bir elf yüzü görüyorlar," dedi tiz sesiyle, elini sallar gibi.
Savaşçılar da onun bu konuşma tarzındaki tavrını umursamadı. Onlar basitçe, hiç bu duruma kafa yormadan, önemli olan, ormanın bu tarafından her hangi bir sorunla karşılaşmadan geçmek, diye düşünerek, İki elfi takip ederek, asilzadenin evinin tabanındaki merdivenlerden yukarıya doğru çıktılar. Elflerin evleri, diğer ırkdaşları gibi yüksek ağaç tepelerine kurulmuştu ve onun evi de bunlardan birisiydi. Üç arkadaş, sabahın ortalarında yeniden ormanın temiz havasını içlerine çekerek, hiç vakit kaybetmeden o elfin yardımıyla o taraftan hiçbir engelle karşılaşmadan geçip gittiler. Bileklikleri de söyledikleri gibi, varsayılan çıkışta bir ağacın yanına bıraktılar. Nesneden kurtulduklarına seviniyorlardı zira yüzlerinin karıncalandığını hissediyorlardı…
Gökyüzü, yavaş yavaş, karanlıkla olan buluşması için son hazırlıklarına başlıyordu. Gidişatı, tıpkı bakımlı, güzel bir kadının evden çıkmadan önceki haliydi, telaşlı ya da aceleci hiç değildi.
Ormanın diğer kısmında başka yaratıklar vardı. Biraz daha ilerledikten sonra:
“Burada dinlenelim, hava kararmak üzere, sabah yola koyuluruz. Orman, gece tehlikeli olabilir,” dedi Marjuarane.
“Niye o sivri kulaklılar bizi daha fazla konuk etmediler,” diye söyleniyordu Nimali.
“Bizi geçirdiklerine dua et, gerçi tanrılar kayıp ta… Artık onları ilgilendirmiyoruz,”
“Arkadaşlar, duyduğuma göre bu ormanda garip kokulu yaratıklar dolanırmış,”
“Pöh! Kokulu yaratıklarmış, kocakarı masalları. Seni kandırmışlar dostum,”
“Onlara morlonk derler,” diye uğursuzca geldi Marjuarane’nin sesi, kulaklarına.
“Morlonk mu?” ikisi de omuzlarını silkti.
“O zaman dinleyin de ben ne tür yaratıklar olduğunu size anlatayım,”
Kamp kurmuşlardı ve yanlarında getirdiklerinden götürüyorlardı.
“Çok kişi tarafından bilinmeyen bu yaratıklar, oldukça vahşi tabiatlıdır. Sizin gibi deneyimli bile olsa savaşçıların bilmemeleri garip değil. Bütün derileri kıllı olup ayaklarında ve ellerinde sivri çıkıntılar vardır ki bu pençeler onların vücutlarının algıladığı tehlikeye göre ya çıkarlar ya da çıkmazlar. Gündüz avlandıkları görülmeyen bu canlılar için gecenin karanlık ortamı, bekledikleri zamandır. Gözleri karanlıkta elflere göre daha net görür ve günışığı tıpkı emiciler gibi onlara da iyi gelmez. Diğerlerinden onları ayıran ve özel kılan en önemli özellikleri ise pis bir koku yaymalarıdır. Bu, onların hem savunmasında hem de saldırılarında etkilidir. Kendi türleri için zararsız olan bu salgı, diğer canlılar için zehirli ve solundukça ölümcüllüğü de artar, ki, bu yüzden, ejderhalar onları hizmetkar olarak çok nadir kullanır. Yaşam alanlarını ormanlar ve mağaralar oluşturan, yer altına indikleri söylenmeyen, ufak topluluklar halinde yaşayan ve amaçları sadece beslenmek olan bu akıllı yaratıkların sayısı azdır ve bunlar bağımsızdır. Kendi türleri dışındaki her canlı onlar için besindir. Boyları, insanlardan çok da uzun olmamasına rağmen vahşi ve dengesiz olan bu morlonklar, oldukça da güçlü yapıdadırlar. Son bir nokta: Hiçbir zaman bunlardan biriyle kapalı bir yerde mücadele etmemek ve aynı oranda çok fazla vakit kaybetmeden açık alana çıkmak gerek çünkü zaman uzadıkça, salgıladıkları kokunun etkisi öldürücü dereceye yaklaşmaya başlar,” dedi gri mavi gözlü savaşçı. Sırtını dayadığı kütükte, sanki elinde bir kitapla, onu dinleyenlere öğretici bir tarzda konuşur gibi.
“Bu kadar şeyi de nerden biliyorsun. Sus artık, sıkıldım. Bu şekilde ses tonun ve söyleyişin ayrı bir eziyet doğrusu. Mümkünse kendisiyle bir kez daha karşılaşmayalım,”
“Hmm… Demek ki bu konuda daha fazla alıştırma yapmam gerek. Bilge’nin yanına gittiğimde kütüphane de her tarafımda kitap var. Ben de onu beklerken sıkılmamak için onları karıştırırım; sevmememe rağmen ne yapayım, önümdeki yemek bu… Biliyorsunuz, gördüğümü kolay kolay unutmam. Yine onlardan birini karıştırırken-“
“Anladık, yeter!”
İlk nöbeti Marjuarane almıştı ve önündeki yanan ateşi, seyre dalmıştı.
Sözlerini bitirmeden son olarak ta normal ses tonuyla, ola ki bir morlonkla mücadele olursa yanlarına fazla yaklaşmamalarını, topuzlarına dikkat etmelerini, ağızlarını bir bezle kapatmalarını ve ara ara nefes almalarını söylemişti. Bunları anlatırken iki arkadaşı uykuya dalmak üzeriydi. Sonra Nimali’nin fısıltılı sesi, rüzgarda hışırdayan bir yaprak misali, Biz silahlıyız, yani saldırmayı iki kez düşünmeleri gerekir, diye gelmişti.
Ormandan tekin olmayan ve meşum sesler, sanki orada onların olduğunu bilircesine koşa koşa gelmesine rağmen Marjuarane ve arkadaşları rahattı. İkisinin düzenli nefes alış verişleri, bu uğursuz seslere inat ortamda süzülüyordu. Öte taraftan, karanlığı loşlaştıran kamp ateşi de onları koruyordu. Gece ilerliyordu ve hiçbir şekilde kendilerine tehlike olacak bir durumla karşılaşmamışlardı. Silahları da kamp ateşinin yanındaydı. Bir süre sonra Marjuarane, Nimali’yi uyandırarak nöbeti ona devretti. Gün, alacakaranlık sefasına otururken ateş söndürüldü ve üç gözü pek savaşçı, tekrar yola koyuldular.
Onlar, kamp yerinden ayrıldıktan sonra kıllı bir yaratık, yol arkadaşlarının bulunmuş olduğu yere yaklaştı. Ağaçların arasından kendisine benzer iki yaratık daha çıktı geldi. Üç morlonk, gece boyunca onları izlemiş ama saldırıda bulunmamışlardı çünkü kurbanları iri yapılı, kuvvetli ve silahlıydı ki bu durum onları av olmaktan şimdilik kurtarmıştı. Kendi uğursuz tınılarla yüklü dillerinde konuştuktan sonra, üçlünün ardına gölgeden gölgeye vakit kaybetmeden düşüp, onlara, zayıf bir anlarında ya da yalnız yakaladıkları zaman saldıracaklardı. Orman, oldukça genişti ve daha mağaralar vardı. Aralarındaki konuşmanın açılımıydı bu.
Üç arkadaş, sabahın ilk ışıkları ormanı süslerken ve ağaçların yapraklarına sim misali güzelliğini bırakırken, yerde çalıların, birbirleriyle yan yana, pür neşe eğlendiği patikanın birinde ilerliyorlardı. Yol arkadaşlarının botlarının beklenmedik ezici dokunuşları ise birkaç yaralanmalar haricinde onlara pek zarar vermemişti ama mutluluklarına ket vurmuştu.
Kendi aralarında gülümsemelerin birbirlerinin yüzlerinde misafir olup gezindiği koyu bir sohbete dalmış, yoldan ayrılmayıp bir arada yürüyorlardı. İzlendiklerinin hiç farkında değillerdi.
“Orman, gündüz çok daha iyi görünüyor.” dedi Soriol sohbetlerinin sonunda.
Bir süre sonra tekrar konuşmaya başladılar.
“Bugün, bu yeri terk etmeliyiz, her geçen an aleyhimize. Gece, morlonklar bizi ziyarete gelmedi ama bu sefer de burada konaklarsak uğramaktan zevk alacaklardır. Burası, gündüz de olsa tehlike yüklü, bu yüzden birbirimizden fazla aralıkla yürümeyelim,” diye uyardı Marjuarane, etrafa dikkat dolu bakışların nezninde ve de Soriol’a inceden göz gezdirerek. Arkadaşı ise bunu fark etmedi.
“Hah! Biz savaşçıyız. Her türlü tehlikeyle karşı karşıya geliriz! Bilge, nereden ve nasıl gideceğimize dair bir harita vermiş olmalı sana,”
“Evet bir haritamız mevcut,”
Arkada ikisi, önde biri, yürüyordu. Marjuarane onlara, ormanın çıkışında bir nehir olduğunu, onu geçtikten sonra Surmidan Tepeleri, ardından geniş bir düzlük ve Partiran dağ sırasının geldiğini söyledi. Anlattıkları yerleri haritada gösterirken ortamda küçük hayvanların seslerinden başka bir ses duyulmuyordu.
Gölgede kırmızı gözlü şu an insan görümünde olan bir ejderha, sinsice onların ayak izlerine basıyordu. Yanında homurdanan yaratıklara baktı ve hepsi bir anda sus pus oldu.
Üç arkadaş, önceki yürüdükleri patikalardan daha yeşil olanının eşiğine geldiler. Ormanın içindeki bu keçi yolunda yürümeye başlarken Soriol bir anda titredi.
“Siz de farkında mısınız beyler, hava sabaha göre daha soğuk,” dedi hoşnutsuzca. Bu soğuğun etki edici ilk ısırığı, diğer ikisini de es geçmemişti.
Üçünün fark ettiği şekilde, hava, kamp ateşini söndürdüklerinden bu yana onlar ilerleyişine devam ettikçe, yavaş yavaş soğumaya başlamıştı. Daha, rahatsızlık verecek kadar olmamıştı ta ki savaşçılar bu patikanın başlangıcına gelinciye kadar, bir nevi onun kendisini hissettirişi: uzaktan görünen bir silüetin yaklaştıkça şekle bürünmesi gibiydi. Aslında mevsim, sonbaharı üzerinden çıkarıp kışı kuşanmaya hazırlanıyordu ki bu durum acayip olan bir şey değildi ancak garipsenecek olan, onun, kışı çok çabuk ve ani giyinmesiydi.
Artık rüzgar tamamen kendisini göstermiş, onların yolculuklarına eşlik etmeye başlamış ve uğultusu, yanlarında olduğunu sertliğiyle kabul ettiriyordu adeta. Yol arkadaşları da soğuğun peşi sıra ya da onun içinde barınmaktan sıkılıp dışarı çıkan rüzgarın sert dokunuşuna maruz kalıyor, bir de üstüne üstlük beraber yürümeye zorlanıyorlardı. Ağaçları hırpalayan, kuşların ezgisel seslerini gücüyle hakimiyeti altına alan ve bir çok canlının çığlığından kaçmasına sebep olan rüzgar, daha da şiddetlendi ve en nihayetinde, üçlüyü yürüyemez hale getirdi. Ağaçlardan. çalılardan kopan parçalar, onların etrafında fır dönüyor ve oradan oraya evsiz kalan insanlar gibi savrulup duruyorken bunun müsebbibi de, onlara eziyet edip evlerinden kaçıran sadist biri gibiydi.
Uçuşan bitki parçalarından korunmak için yüzlerini kapayan ve buna sebep olan ani rüzgarla şaşkınlığa uğrayan savaşçılar, sığınma ve ısınma amacıyla birbirlerine tutundular. Ve şu söz havada süzülüyordu adeta: “Ne kadar cesur, gözü pek ve sert bir savaşçı da olsan doğaya mertlik olmaz.”
Onlar, bir adım dahi atamazken, bununla paralel dudakları da titremekten başka bir şey yapamıyordu. Öte yandan rüzgarın doğurduğu bu ortam, kötü niyetli yaratıkların av zamanın da başlangıcını teşkil ediyordu. Zira, diğerlerini bastıran bu sesin ardına sığınıp, daha kolay saklanıp ani bir manevrayla ganimetlerinin başına çöreklenebiliyorlardı. Bir süre sonra, etraflarındaki bir çok çeşit ağacın dört döndüğü bu havanın yılışık sırıtışı, kötü adamların kahkahası misali, kar olmuştu.
Yeni gelen, ilk ziyaretini, onların bulunduğu ormana gerçekleştirmişti. Önce küçük adım atan tanecikler, daha sonra büyüdü… Bir anda asap bozucu misafir misali beliren önceki gibi, kar yağışı da çok yoğundu ancak bu durum, öteki kadar rahatsız edici değildi.
Yol arkadaşları, havanın onlara evlat olsan sevilmezsin, diye postaladığı yeni gelenle biraz ısındıktan sonra, tatlı sert dokunuşuyla beraber tekrar yürümeye başladılar. Beyazla kaplanmış yolda adımlarının izlerini bırakıyorlar ancak kar onları kapatıyordu.
Ve, bir süre sonra, orman tamamen gelinliğini giyindi.
Beyazlığın salınışı yavaşlarken onların ilerleyişi de hızlanıyordu. Havanın bu geçiş sürecinde üşümenin etkisiyle üçlünün arasında hiçbir konuşma geçmezken, tek yaptıklarıysa soğuğun onlara sunduğu titremenin istemeden de olsa cazibesine kapılmaktan kendilerini alamamaktı.
Sessiz ve sakince ilerlerken nehre yaklaşıyorlardı.
Bir zaman dilimi kadar daha devam eden kar yağışı da, en nihayetinde sona erdi ancak ona yerine vekalet etmesini söyleyen soğuk, emanetçinin gidişiyle, tekrar ortamda hissedildi. Yanında getirdiği ayazla beraber üçlüyü tekrar durdurdu. Savaşçılar, nahoş konuğun yeniden gelmesiyle etrafa bakışlarını, daha da keskinleştirdiler. Suskunlar ve üşüyorlardı.