Taşların Gölgesinde Giriş/ Birinci Bölüm

TAŞLARIN GÖLGESİNDE: SİSLER VE TAŞLAR

GİRİŞ

Güneş, sıcacık kollarını genişçe açmış ve günün ortasında, Cypraqual adındaki dünyanın hemen hemen merkezinde bulunan, bir kanadı batıya, bir kanadı doğuya bakan Diameld adındaki Elf Krallığının – iki tarafın iki kardeş kralı da birbirinden bağımsızdı- batısındaki ormanla sarmaş dolaş olmuştu. Burası, batı kısmındaki krallığın, Sequaravel isimli merkezinde bulunan Soyluların Bölgesindeydi. Bu alanda, beş farklı türde, gövde genişliği oldukça büyük ağaçların kök kısımlarından başlanarak tepesinde kurulmuş evlere ulaşmak için, dönen ve kenarlarında korunaklar olan, ahşap merdivenler yapılmıştı. Ayrıca bu evlerin olduğu yerlerdeki ağaçlarla, diğerleri arasında da, gövdenin yerden yüksekliğine göre bağlı olarak altlı, üstlü farklı seviyelerde köprüler kurulmuştu. Onların kenarlarında da destekler vardı.

Saçları düz, uzun, koyu kahve tonlu ve ince yapılı omuzlarına ulaşmış, kafasının arka kısmının üst tarafında boynuna doğru uçları sarkacak şekilde bağlanmış, yuvarlak yüz hattına sahip, koyu yeşil gözlü; üstünde, kolları uzun ve bol olmayan, çok da dar olmayan görünüşte, bilekte birleşen noktalarında çeşitli işlemeler olan, bej rengi, yaza uygun keten dokusuna sahip gömlekle, altında koyu renk pantolonu ve üst kısımları yumuşak deriden yapılmış, tabanı açık renk, sert olmayan ve düz ayakkabılarıyla genç bir erkek elf, bu köprülerden birinde yürüyordu. Yanında da, saçları sırtına kadar uzanan ince telli, koyu kıvamlı bir bal kavanozuna kaşığı daldırıp dökerken daha da açılan renkte, şu an güneşin vurduğu ağaçların yapraklarının gölgelerinin oynaştığı açık omuzlarından, üstündeki kadifemsi yumuşaklıkta – hareket ettikçe elbisenin dış yüzeyindeki oynamalardan daha da belirginleşen dokuda- uzunluğu dizlerine kadar sonlanan biçimde, mercan renginin daha çok koyulukla yakınlaşmasından doğan görünümüyle, giysisinden dökülüyordu. Narin ve ince kıvrımlarını az da olsa saran bir dokunuşu vardı üst kıyafetinin. Yüzü, elf toplumunda çok da belirgin olmayan elmas şeklindeyken, badem şekilli gözleri menekşe renginin bakıldıkça nefes kesen ihtişamıyla sarmalanmıştı adeta. Bu bir teveccüh değil, güzelliğinden dökülen görkemin, civardaki genç elf erkeklerinin -yakışıklık kıstas değil- bakışlarından akıp gidiyordu, bir başkasından bir başkasına… Nazenin ayaklarında, açık renkli sandaletleriyle beraber, diğeri ile köprünün ortasına doğru yürüyordu. İki genç elf durdu ve kenarlarındaki desteklere ellerini yavaşça emanet etti. Erkeğin boyu kıza göre biraz daha uzunken, elf standartlarına göre yaşları gençliğin ilk basamaklarında adımlarken, insan türüne oranlarsak ihtiyarlama safhasındaydı.

“Tanrılar mı? Pöh! Eskiden, tanrılar mı varmış diyorsun sen Chiraleya,” dedi, ses tonu inceydi erkek elfin. Zayıf ve uzun parmaklarını biraz gevşetti ve yüzünü arkadaşına döndü.
Yanındaki, abartmış olmayalım civardaki en güzel kızlardan (bu düşünce her türlü ağızda tescillenmiş, nahif ya da yılışık fark etmez) biri olan diğer elf, sanki bala batırılıp çıkarılırken ki akışkanlığındaki gibi saçlarını, narin eliyle, menekşe rengi gözünün önünden usulca yana attı. Kayıp tanrılar adına, bu nasıl bir…
“Evet, tanrılar… Sen de biliyorsun onların var olduklarını ama inanmıyorsun ya da umursamıyorsun. Babamın bana anlattığına ve kitaplardan okuduklarıma göre, hiyerarşi bakımından en tepede tek bir tanrı varmış. Ondan daha aşağı seviyede dört tanrı ve bunlardan güç yönünden daha düşük ya da yardımcıları olan diğerleri… En yüce olanı, bir boyut yaratmış, ona da ‘Ölümlülerin Boyutu’ ismini vermiş. Sorumlu olarak ta daha aşağı seviyedeki diğer dördünü görevlendirmiş. Şöyle de söyleyebiliriz: en yüksek tanrının penceresinden bakarsak, onlar bir nevi ölümlülerin bakıcıları ve kendilerinin yönünden bakarsak, bizim patronlarımızmış. Aynı boyut içerisinde, iç içe geçmiş dört dünya oluşturmuş ve her birinde, ölümlüler: elfler, insanlar, cüceler ve kötücül yaratımlar… olacakmış, onlara da ayrı ayrı dört tanrı hükmedecekmiş," dedi, sohbetin başlangıcına göre biraz uzunda olsa sözleri… Zarif sesinden bir buket bırakmıştı yanındakine. Chiraleya’nın konuşurken, şelaleden dökülen su misali saçlarının omuzlarına dokunuşuna, haylaz bir esinti gibi genç erkeğin bakışları eşlik etmişti.
“Yani, daha önce, biz ölümlüler, birlikte tek bir yerde yaşamıyormuşuz,” dedi diğeri, Chiraleya kadar olmasa da sesindeki tını… ortama uyum konusunda idare ederdi.
“Aynen öyle,"

Daha önceye ayrı bir vurguyla Chiraleya, “Hiç duymamıştın herhalde ya da bir kulağından girmiş öbüründen çıkmış,” dedi pek de ehemmiyet vermeyen bir söyleyişle. Menekşe bakışlarının yapraklarında, karşılarındaki bir başka yüksek ağacın dallarının birine konmuş, açık mavi renginde, küçük kanatlarını az da olsa güneş ışıltılarının öpüp bıraktığı küçük bir kuş cıvıldıyordu.
“Çok sıkıcı bana bunlar. Ne bu böyle, yok tanrılarmış, en yücesiymiş, aşağısıymış, yok bakıcıymış, patronmuş… Sen anlatmasan, dinlemem bu kadar da… Yine de, leziz sesinden bir kaç dilim daha tatmazsam üzülürüm, diye düşündü Vertalle.”Peki, yaşadığım dünya nasıl oluşmuş? ‘Üst seviye’ büyüklerimiz ve yazılan kitaplarda ne diyor? Biliyorsun, ben okumayı da, dinlemeyi de pek sevmem de ama senin sesin-“

Elf kızı, yanındakinin ilk söylediklerine kulak asmayarak: "Tanrısal boyuta ait materyaller, ölümlülerden birinin yani sadece insanların yaşadığı dünyasına, belli olanların yardımı sayesinde, patronlardan biri olan Kötücül Yaratımların Tanrısı Asdachen’in bir planı doğrultusunda atılmış. Bu-“
“Nasıl yani atılmış? Bir su birikintisine taş atar gibi mi? Hem niye bizim boyutumuza değil de insanların boyutu?”
“Nereden bileyim nasıl atıldığını, kitapta öyle yazıyordu. İnsanların boyutuna neden atıldığına dair açıklamayı da, kitabın Oldimardon adındaki yazarı, yazma gereği duymamış. Sabırsız olma, dinle! Bu nesne, ölümlülerin dünyasında yaprak şeklindeymiş: iç içe geçmiş dört boyut arasındaki kapıyı açan maymuncuk ya da anahtar gibiymiş. Aralarında, Asdachen’in de bulunduğu dört tanrının, onların üstündeki yüce olanın emriyle oluşturulan anlaşma yüzünden, bunlar boyutlar arasında gidemiyor ve güçlerini de birbirlerine karşı kullanamıyormuş. Yani, her biri, kendi kısmından sorumluymuş ve diğerlerini de karışamazmış,” dedi arkadaşına, ikili yan yana durmuş sade bir şekilde birbirine bakıyordu. Chiraleya, güzel yüzünü önüne doğru çevirirken, güneşin sıcak tonları, salınan saçlarının uç kısımlarına tutunup aşağıya doğru tıpkı güzelliğine hayran hayran bakan yüzlerdeki bakışlar gibi, kendilerini memnuniyetle bırakıyordu. Ağaçların gölgesinden kaynaklı tonlar da yer yer gezinmekten kendilerini alamıyorlardı.
“Bu anlaşma, bana üç güçlü ejderha arasındaki olanı hatırlattı. Hani kralın yardımcısının anlattığı var ya… İşte Kırmızı doğuyu, Siyah batıyı ve Beyaz da güneyi sahiplenmiş ya… Kendilerine göre kuzeye dokunmayacaklarmış, falan filan…” diyerek oradan usulca ileriye doğru yürümeye başladı. Kız da ona yumuşakça ayak uydurarak:
“Bak sen, neler de biliyormuşsun. He, o dediğinden. Asdachen ise kendi tarafıyla yetinmek istemiyormuş ve diğerlerine de hükmetmek arzusundaymış ki, bunu gerçekleştirmek adına, gizli bir plan yaparak, boyutlar arasında gidebilmek için, bu ilahi nesnelerin insanların dünyasına gönderilmesini sağlamış,”

“Nasıl yani, sağlamış derken, kuryemi kullanmış. Ayrıca, neden insanlara bu objenin ‘fırlatıldığını’ anladım. Onlarda ifade ettiğin gibi sinsi ve içten pazarlıklı,” dedi sesinin başlangıcına serpiştirip, sonuna doğru topladığı alayla, koyu yeşil gözlü elf. Elmas yüzlü, güzel arkadaşı Ona, yaramazca bir bakış attı…

“Senin dalga geçme huyun var ya… Muzipliğine çelme takamam ama ayağına takabilirim,” dedi ve hamlede bulundu, ancak diğeri hemen yana kaçtı. İkili ardından gülümseyerek, konuşa konuşa, köprünün bitimindeki bağlantı noktası olan ve diğer köprüleri birleştiren yuvarlak biçimde oluşturulmuş bir nevi platforma geçiş yapmışlardı. Burası, bağlanan köprülerin yerden yüksekliği esas alınarak, dış tarafı ahşaptan yapılmış, üst kısmı, yani yürünen ya da beklenen tarafı çember şeklinde ve genişliği büyük, yay kısımlarında, yani dışında korumaları olan bir yapıydı. Kolon biçimindeydi ve uzunluğunu da köprülerin yerden yüksekliği belirliyordu. Desteklerin, platformun içi bakan yüzeyinde, Soylular Bölgesindeki, geniş gövdeleri, halkın sadece meskenlerine ev sahipliği yapan farklı tipteki yüksek ağaçların değişik şekillerdeki ve açık- koyuluk anlamında gidip gelen renklerdeki yapraklarının çizimi görünüyordu. Sütunumsu olan bu köprüler arası geçiş noktasının, ahşaptan yapılma dış kısımlarına da farklı desenler kazınmıştı. Bu yerin orta kısmı, yere doğu kolonun yüksekliğine aynı oranda açılmış ve o boşluğa da, kenarlarında yine dayanaklar olan yukarı çıkmayı ve aşağıya inmeyi sağlayan sarmal merdivenler yapılmıştı. Platformun aşağısında bir geçit, kapı vardı ve oradan yukarıya çıkılabiliyordu. İkili, burada durmuş ve etrafı izliyorlardı. Minik bir rüzgar esintisi Chiraleya’nın saçlarına dokunmuş ve uç kısımları, Vertalle’nin yüzünü öpmüştü. Elf kızı, altındaki köprülerde gezenlere baktı ve ardından bakışlarını ortadaki merdivenlerden yukarıya çıkanlara bir süre emanet bıraktı.

“Tanrıların bulunduğu yerde geçen süre, onların güç sayılarının birbirlerini dengelemesi ile oluşan evrelerden meydana geliyormuş. Biz buna ‘zaman’ diyormuşuz, öyle yazmış Oldimardon. Tabii, burada zaman kavramı biraz daha farklıymış: yani, iki tanrı mücadele ederken geçen sürenin değişimi, ilerlemesi ya da gerilemesi, güç kat sayısı büyük olana bağlıymış. Kendisinden daha düşük olanın, ne tür bir harekette bulunabileceğini, sahip olduğu kudretinin büyüklüğüne bağlı olarak, ‘zaman’ı ileri alarak, çoğunlukla sezebiliyormuş. Bu durum, Ona, büyük oranda üstünlük sağlıyormuş ancak güç kat sayısı küçük olan rakibi, diğer tanrıların yardımıyla derecesini yükseltip, onu geçebilecek seviyeye erişip avantajını ortadan kaldırabilirmiş. Öte taraftan Ona yardım edenler, kudretli olanın gazabını göze almak zorundalarmış,”

Geçiş noktasından elfler yürümeye devam ediyor, ortamdaki, farklı renklerde minik kuşların ezgisel şarkıları onlara eşlik ediyor ve soylu ailelerin çocuklarının, oldukça sağlam bir nevi asma köprülerde birbirini kovalayarak küçük adımlarının tonları da, ufak de olsa katkı yapıyordu bu tınılara.
“Dediklerini pek anlamadım, açıkçası da odaklandığımı söyleyemem,” Saçlarının yumuşak dokunuşunu düşünüyordum ben, diyemedi ve sözü, tekrar kıza bıraktı önceki gibi alaylı bakışlarıyla.
“Ben de okuduklarımdan pek bir şey anlamamıştım ama yine de… Bu yazarın yorumu ya da varsayımı diyebiliriz. Öyle değil mi, sanki tanrıların boyutuna gidip gelmiş. Neyse… Devamında şöyle diyor, ölümlüler boyutu hakkında: Bir su kabarcığının içinde dört tane küçük olanın iç içe geçmesi gibiymiş. Eğer bir gezgin… Tamam, sen gezginsin, işaret etme artık. Boyutlar arasında dolaşıyorsun ve insanlarınkinde şatodasın, aynı konumda, elflerinkinde ormandasın, cücelerinkinde, yer altı mağaralarında ve diğerinde ise iki ejderha mücadele ediyor,”
“Vay be… İki ejderhanın kapışmasını izlemek, baya heyecanlı olurdu. Tabii, iki kızın kavgasını seyretmeyi ayrı tutuyorum.” dedi hafif bir gülümseme ile hınzırca arkadaşının gözlerine bakarak.

“Ejderha mı?” diye, farklı bir narin ses, aralarına girdi.
“Moraffina! Hani, sen evde kalıp annene yardım edecektin,” dedi Chiraleya.
“Sıkıldım evde. Siz ikiniz ne yapıyorsunuz, ne kaynatıyorsunuz?”
“Chiraleya bana, yaşadığımız dünyanın nasıl oluştuğunu, okuduğu bir kitaptan sallıyordu, pardon dilim şürçtü, anlatıyordu. Evden çıkarken dilime, kendisine, böyle şeyler söyleme, diye tembihlememe rağmen, beni dinlemeyip, yine, kendi bildiğini okuyor, anlayamıyorum,” dedi, biraz daha alaycılığına harç katmaya devam ederken, bu sefer ki çalışmada az da olsa sanki bıkkınlık devredeydi.
“Boş yapmakta çığır açan elfin sahnesine hoş geldiniz, çürük yumurta atmak serbest. Yani, arkadaşımızın şevkini kırma. Bak, ben yeni gelmeme rağmen… Ooo… Ne kadar heyecanlıymış. Aslında, ben de merak ediyorum, kimin kitabıymış diye. Biliyorsunuz, merkezdeki, yanımızdaki emidia ağaçlarında ve diğerlerinde, yani, gövdelerinin içinde, minik minik kütüphaneler var. Buradakine girip bakalım,”

Oldukça geniş bir alana yayılmış, rütbesel anlamda farklı sınıflarda, sadece oturulan mekanlar ağaç gövdelerine kurulmuş ancak hayatın diğer zamanlarının yerde geçtiği Soylular Bölgesi’nde, dolayısıyla Krallığın batı kanadındaki merkezinde, kenarları yüksek ağaçlarla donatılmış, yüksek katlı büyük bir kütüphane vardı. Yaşama ait diğer yerler aynı bölgede örneğin: şifalı otlar satan bir dükkan, satış yapılan Pazar yeri… gibi taraflar yer yüzündeydi.

Emidia ve diğer geniş gövdeli ağaçların bazılarının içi boşaltılmış ve kenarlarına oturacak şekilde ve içerisine kitapları alabilecek biçimde düzenekler yerleştirilmişti. Ortasına da yere doğru inen ahşap merdiven yapılmıştı. Onun bitişi de yer altındaki tünele bağlanıyordu. Bu eni geniş koridorun kenarlarına da aynı şekilde referansı raf bağlantılı düzeneklerin konumlandırılmaları icra edilmiş ve kitaplar yerleştirilmişti. İsteyen burada kalabilir, araştırmasına aynı yerde devam edebilirdi. Oturmak için masa ve sandalyeler konulmuştu. Bunun sonundaki bağlantı ise büyük kütüphanenin zeminindeki beş tane, dış kısımlarına geçmişten günümüze elf bilginlerin bazılarının, baştan aşağı cübbeli görünümlerinin oyulduğu, sağlam ve dayanıklı bir ağaçtan yapılmış kapılardan biriydi. Oradan da merdivenler vasıtasıyla yukarıya çıkılıyordu. Bu tünellerin ortasında bir geçit bulunuyordu ve yüzeye doğru, yapısı taştan oyulmuş sarmal basamaklardan yukarı çıkılabiliyordu. Elfler için, bilgi çok önemliydi ve vatandaşların kütüphaneye ulaşımını kolaylaştırmak adına, yer altında yüzeye zarar vermeyecek şekilde tünel ağı geliştirilmişti. İsteyen yukarıdan aşağıya doğru oluşturulmuş kısımdan gelip, merdivenlerden inip tünele girebilir ve beş kapıdan birine ulaşıp ana kütüphaneye girebilir ya da uzun koridordaki ana binadakiler kadar zengin olmasalar da yakınlarında dolaşan yoğunlukta bilgilerle donanmış kitaplarla yetinebilirdi. Bir başkası, burası için ağaç gövdelerini kullanabilir ve zemindeki kapılardan birinden ana kütüphaneye ulaşabilir ya da bir başkası, dışı mermer binanın ana kapısından girebilirdi.

Chiraleya, ufak sertlikte, Vertalle’nin omzuna dokunarak, "Buna gerek yok, Moraffina. Hepsini okudum ben,”
“Kesinlikle okumuş olduğundan eminim. Biz dinlemeye devam edelim,” dedi Vertalle, somurtkan ya da sırıtan, garip bir yüz ifadesiyle, kara saçlı ve boyu hemen hemen Chiraleya’ya yakın, Onun ince hatlarına az da olsa uzaktan selam duran, yuvarlak ve çoğunlukla güleç yüzlü, Moraffina’ya bakarak.
"Kitapta okuduklarımı, aynen olmasa da yakın bir ifadeyle anlatıyorum. İnsanların boyutunda, bir büyücü ve şaman konuşuyordu. “Bu dört harita ve üstündeki dört yaprak… Şimdi ne yapacağız,” dedi büyücü. Buna cevaben, şaman da: “Haritalar sen de kalsın, yaprakları bana ver,” diye işaret etti. Onları alır almaz, dördünü de birbirine dokundurdu. Yapraklardan çıkan uzantılar, hepsini kenetleyerek birleştirdi. Ardından, ayrılarak ve uzayarak, tekrar birleşerek, kenarları, garip resimlerle ve desenlerle süslü bir kapı oluştu. Hiç bekleme yapmadan, şaman, büyücü Ansomal’ı da alarak, içeri girdi. İkisi, ölümlülerin bilmediği sonsuz bir zihnin belleğinde, zamandan (fanilerin inandığı şekliyle) bağımsız bir yerde bulmuşlardı kendilerini. Alanda, dış kısımlarında gravürler ve resimler bulunan, birbirleri arasındaki uzaklıkları aynı olan, bir karenin köşelerine oturtulmuş, dört kuyu görünüyordu. Şaman ve Ansomal da, bunun merkezindeydiler,”
“Moraffina, bana, şuradan dört kabuk versene, belki biz de bir kapı yaparız. Sonra, içinden geçip, kaybolup gideriz. Olda … Bilmem ne, bunu uydurmuş olmasın,”
“Off… Vertalle! Anlatmayacağım bak. Hani, beni dinleyecektin,”
“Ne yapayım, dayanamıyorum. Tamam, müdahale etmeyeceğim,” dedi hafifçe gülerek.
Moraffina ise düşüncelere dalmıştı. Güneşin gezinti rotası, onların bulunduğu yeri daha da aydınlatıyordu zira ağaçların gölgeleri alandan yavaşça ayrılıyordu.
Onun halini gören Chiraleya: “Hey buraya dön! Nereye gittin öyle. Büyücü müydün şaman mıydın doğru söyle!”
“Büyücü,”

“Yani Moraffina, canım ne buluyorsun şu kendini beğenmişlerde,” dedi Vertalle, tiksinti mi vardı sanki bakışlarında.

“Hadi ama… Kendine bu kadar haksız etme, Vertalle,” dedi kara gözlü elf ve arkadaşına alaycılıkla baktı. Diğerinin, Hah!, şeklindeki omuz hareketi, çok da umursadığını gösteriyordu açıkçası. Neyse… İkisinin arkadaşları sohbet macerasına, biraz daha platformda adımlayarak ve yanındakilere bakış atarak, sanki bana katılmaya devam ederseniz bu yolculukta, öyle hazineler bulacaksınız ki gibisinden, onları da sürüklemeye çalışıyordu.

“Karenin, bir köşesindeki kuyudaki gravürlerde, elflerin, yani, bizim resimlerimiz vardı ve boyutumuzu temsil ediyordu. Bu kuyunun doğrultusunda, uzun sakallı, kısa boylu, tıknaz yaratıkların, yani, cücelerin boyutunu temsil eden bulunuyordu. Bizimkinin çaprazında bulunan köşedekinde ise insanlar için olan, dördüncü ise kötücül varlıklar içindi. Ansomal ve Şaman, merkeze girdikleri anda, bu kuyulardan, ışık hüzmeleriyle beraber her birinden farklı renkte silindirimsi ışınlar çıkmış ve belli bir yükseklikte birbirleriyle birleşmişlerdi. Kuyuların yansıması, ışınların toplanmasından oluşan satıhta bulunuyor ve asıllarının üst kısmıyla, yansıyanlarının alt kısmı, birbirine bakıyordu,”

Üçlü, geçiş noktasının diğer kısımlarına doğru, daha da gölgeli bölümlerine adımlıyordu.

Vertalle, tam bir şeyler söyleyecekken, Moraffina, Onun ayaklarına vurdu. Chiraleya, anlatımına kapılmış, coşkun sel gibi devam ediyordu.
“Böylelikle, onların başlangıcından çıkan silindirik ışınların arasında, dört tane boşluk oluşmuştu. Bu ışınlardan, hüzmeler ayrılarak, onları dolduruyor ve her aralıkta, dört silindirin renginden bulaşmış, kapıya benzer tasarımlar meydana geliyordu,“

“Gerçekten mi?” diye araya girdi Vertalle, gözlerinde sanki bir şaşkınlık varla yok arasında gibiydi. Coşkun sel, bir kaç kayalığa çarptı.

“Evet, kitapta anlatılanlar bu. Devam ediyorum: farklı renklerdeki oluşan ışınların içinde, onlar tamamlandıktan sonra, merkezinde, ikisinin sabit olduğu bir küp oluşmuştu. Daha sonra, ana kuyulardan doğrusal, yatay, çapraz çizgiler uzatılarak, onların aynı düzleminde, yerde yansımaları oluştu. Bu da, ikisi arasında boşluğu meydana getirdi. Asıl kuyularla üstlerindeki kopyaları arasında oluşan kapılar, aynı düzlemde aslı ile yerdeki kopyası arasına yansıyordu. Onlar, ilk olanların boyutsal büyüklüğünden küçük ve birebir aynıları olup, ayna şeklindelerdi,”

“Öyle mi olmuş, hem nasıl aynaymış bu. Boy aynası mı, güzellik aynası mı… Hani masallarda derler ya: ayna ayna söyle bana, var mı bu dünyada benden güzel başka, şeklinde kullanımı olan-“

“Vertalle! Sus bir dakika! Araya girip durma da Chirelaya anlatsın, biz de anlayalım,” diye Moraffina, yerli yersiz komiklik yapan arkadaşına, hafif hoşnutsuzlukla bir bakış atmıştı.

“Yani sohbete limon sıkmakta, maydanoz olmakta harika bir becerin var. Anlatıyorum işte, dinle!”

“Hem sen de nefes almış oldun, bu şekilde. Sen anlatıyorsun, biz dinliyoruz, araya girip te konuşmaya yeni bir boyut kazandırıyorum işte. Ayna ne şekildeymiş,” diye yeniden sırıttı yeşil gözlü elf.

“Yani… Yazar, ayna konusunda…” İncecik ellerini salladı, boş ver dercesine. “Neyse… Ne diyordum: karenin köşelerine yerleştirilmiş dördünün arka taraflarındaki bölgelerde, yaşam alanları görünüyordu. Bunları, birbirinden ayıran geçitler iken, içinde dönen girdaplarda, aynalardı. Yani, bunlar, dört boyut arasındaki kapılardı ve her birinin yanında, kadim yazılar bulunuyordu. Elflerin, yerdeki yansıması arasında oluşan kapıda Schunuddrix, cücelerinkinde Trouchall, insanlarınkinde Paradruin ve diğerinde ise Phargath yazmaktaydı. Asıl kuyulardan oluşan silindirik ışınların meydana getirdiği kolonların arasındaki geçitlerde ise ‘Cypraqual’ kelimesi görünüyordu,” dedi ve ara ara kesilmesiydi lezzetli sesinden dökülen taneler, muzur arkadaşının yüzünden, uzun konuşmasının ardından biraz daha nefes aldı. Ortamdaki enfes havanın çekiciliği, rüzgarın küfesinde getirdiği, içerisindeki leziz kokuları, köprülerde gezenlere, onların yanlarında bulunanlara ya da etrafı izleyenlerin nefeslerine döküyordu adeta.
“Schunuddrix, baya afiliymiş, bizim dünyanın ismi. Bu isimleri, kim yazmış acaba. Bu arada, kelime hazineni, biraz geliştirmen lazım, arasında, arasına, kopya, kuyu, boyut… Bunların arasında geçti anlattığın. Eh, anahtarı kelimeyi duydum. Benden bu kadar,”
“Nereye gidiyorsun Vertalle, daha bitmedi ki. Hem bunlar, bütünüyle benim kelimelerim ya da cümlelerim değil, kitabı yazanın elinden çıkmış olanlar. Hem-“

Muzip, bazen de sinir bozucu arkadaşları, ikisini bırakmış, Onu, aşağıdaki köprünün birinden gören ve Chiraleya anlatırken kendisine işaret eden, sarı saçlı, yanındaki arkadaşlarından güzellik konusunda aynı kulvarda yarışabilecek seviyede bir diğer elf kızına koşmuştu. Neyse ki, Moraffina vardı. Ne de olsa, iyi bir dinleyiciydi. Bakışlarıyla, sen devam et, diyordu.

“Yani, demek istediğim, büyücünün afallamış bir şekilde gördüğü bu oluşum, yanındaki kişinin düşündüğü tasarımdı. Ansomal, hiç bir şeyin farkında olmayıp izlerken, şaman değişim geçirmiş ve tanrının, bir nevi tezahürüne dönüşmüştü. Bu meydana gelen, temelde, yüce tanrının yaptığı tasarının benzeriydi ama Asdachen’in onların arasında gerçekleştirdiği sanal, öte yandan ölümlüler arasında gerçek olandı. Tanrı, Cypraqual yazan kapılardan giremiyordu ancak, bu yaprakların boyut kapılarını açması sayesinde, bunu başarmıştı. Bu oluşum, zamandan ve her hangi bir kuramdan bağımsız onların aleminde, Asdachen’in düşüncesinin yansımasıydı. Ölümlülerin kendi dünyalarında farzı mahal ‘düş’ olarak bildiği durumu, bizim tabirimizle, yaşamıştı. Ve açılan kapılardan, dünyalar arasında geçişler olmaya başlıyordu. Tanrının, ilüzyon olarak gördüğü ancak büyücünün ve diğer yaratımların, gerçek olarak yaşadığı bu oluşum, diğer üçünden daha aşağı seviyesindeki olanların yandaşlık etmesiyle, –yani, yardımlarıyla, bu yanılsamayı, onlardan gizlemişti- meydana gelmişti. Yüce Tanrı, binanın temelini atmış ve sahipleri arasındaki sorunlar, yapı yıkılmadığı sürece umurunda değildi,”
Moraffina, pür dikkat dinlemişti. Bazı yerlerde, kitabın yazarının aynı kelimeleri çok kullanmasına, takılmıştı O da.
“Büyücüye ne oldu peki?”
“Ansomal bu gördüklerinin hiç birini hatırlamayacaktı. Büyücü, tanrının düşünde, bunun oluşmasını ve girişini sağlayan bir piyondu. Aslında, yansıması olan Ansomal’ın yanındaki tezahürü, yapraklar olmasaydı bu yere giremezdi. Asdachen’in, yani, sanal tasarısı, ölümlülerin boyutu için tamamen gerçekti. Şimdi Vertalle olsaydı burada diyecektim ki, gezgin aynı yerde ama artık tek boyuttaydı,”
“Ben hala büyücüdeyim. Ne olduğunu anlamış değilim daha,”
“Senin bu büyücü merakında… Ansomal uyandı. Gördükleri karşısında şaşkındı çünkü daha önce hiç görmediği, uzun sakallı yaratıklar vardı etrafta. Ayağa kalkar kalkmaz, gözüne bir şey çarptı. Yerde dört kristal yapraktan oluşan bir kolye vardı ve onu, hemen cebine attı… Bütün ölümlüler, birbirlerinin dünyalarına geçiş yapmaya başlıyor ve bu durum, Metamorfoz’un başlangıcına tekabül ediyordu. Kötücül Yaratıkların Tanrısına yardım eden ya da etmeye zorlanan dişi bir ilahi varlık, Ondan kaçmış ve ölümlüler için yıllar sürecek olan bu geçişlerde, büyücüye aşık olmuştu. Ancak, Onun ölümünü engelleyememişti, ki, kendi kudreti bile buna mani olamamıştı. Öyle hüzünlenmişti ki, ne yaptığını bilmiyordu. Ansomal’ın, kendisine hediye ettiği yaprak şeklindeki kristallerin birleşiminden olan kolyeyi, fırlatıp uzaklara attı. Diğer üç tanrı, Asdachen’in oyununu fark etmişlerdi ancak Metamorfoz sona ermiş ve Cypraqual adındaki şimdiki dünyamız oluşmuştu. Onlar, bunu yapanı yakalamış ve kendisini de yanlarına alarak, ölümlüleri bir başına ya da başıboş da olabilir, bırakıp gitmişlerdi. Büyücünün ruhuna gelirsek, tıpkı diğer ırklardan Metamorfoz sırasında ölen, kendileri gibi olanları, ‘Ölüler Hanı’ diye oluşturulan, ölümlülerin göremediği bir yerdeydi,”

“Büyücüye üzüldüm de, kolyeye ne olmuş. Ne de olsa mücevher de önemli,”
“Benim bu anlattığım: Metamorfozun, yani, eskilerin ‘Çok büyük bir deprem’ diye adlandırdığı olayın olduğu zaman. Şimdi, bu durumun üzerinden yüzyıllar geçmiş, geriye kolyemi kalır,”
“Haklısın, hem nereye fırlattığı belli de değil. Ya toprağın altında bir yerlerde gömülüyse… Ayrıca, sen bu okuduklarına inandın mı. Sanki-“
“Babamın eskilerden duyup bana anlattıklarıyla örtüştüğü yerler de var, çoğunlukla abartı da var. Ama, bu yazar, temelde bilinenleri kendi tarzıyla anlatmış,"
“Neyse Chiraleya. Haydi bize gidelim. Ayrıca, Vertalle de, bir ders vermemiz lazım.”

İki elf kızı, uzun saçları salına salına, güneşin ışınları, elbiselerinin üstüne, narin omuzlarına, yürüyüşlerine paralel bir dokunup bir bırakırken, ağaçların gölgeleri de bir görünüp bir kaybolurken geçiş noktasının merkezindeki merdivenlerin başlangıcına doğru ilerliyorlardı.

BİRİNCİ BÖLÜM

BATI TOPRAKLARI/ CHRUBERGİNE ŞEHRİ

Chrubergine şehri: Batı’nın en dikkat çeken noktalarından birisiydi. Hatta, kimilerine göre en önemlisiydi…

Cypraqual adındaki bu dünyanın, üç kıtadan oluştuğunu düşünenler, var sayanlar vardı. Kimilerine göre bu kıtaların üçü de birbirine bağlıydı. Ancak yaşayanların çok az bir kesimi hariç ki (çok yaşlı olan elfler), kalanlara göre, bu konuya kafaya yoranların söylemiyle, bunlar asılsız dedikodulardı. Neye göre bunları söylüyorlardı, dayanakları neydi? Kanıtları var mıydı? Bu elfler ise bir nevi savlarını desteklemek adına, dünyanın oluşmasına sebep olan Metamorfoz’un ilk zamanlarına ait yırtılmış, hırpalanmış, ciltleri kopmuş, sayfalarının çoğu yanmış… kitaplar da, bu düşüncelerine dair bilgiler olduğunu iddia ediyorlardı. Dünyanın oluşumu üzerinden çok yüzyıl geçmişti, geriye kitap mı kalırdı, bu düşünce de karşı görüştü. O yüzden, bu azınlık hariç bu kanıya sahip olanlar önemsenecek kadar bile değildi. Onlar, bunların asparagas olduğunu düşünüyordu. Bundan dolayı da genel geçer olan ise dünyanın tek bir kıtadan oluştuğuydu.

Dünyanın, güneyinin en dip noktasının merkezinde çok geniş bir çöl bulunuyordu ve orada çok sık meydana gelen ölümcül kum fırtınalarından dolayı ilerisi muallaktaydı. Bir de kumun altından öyle yaratıklar çıkıyordu ki… Kabuslarınızda gördükleriniz, bunların yanında sinek vızıltısıydı, şeklindeki düşüncenin ana vatanı gezginlerin ağzıydı. Ötesi var mıydı yok muydu orası bir diğer muammaydı.

Chrubergine Şehri, batısı, kuzeyi, doğusu denizlerle çevrilmiş bu devasa kara parçasının batıdaki liman şehirlerinden birisiydi. Dünyanın tüm batı kıyısını selamlayan Meshinacro denizini, üst tarafta kuzey olmak üzere, alt tarafta güney kıyıları şeklinde karşılıyordu. Bu, oldukça geniş bir alana yayılmış su kütlesinin farklı yerlerinde adalar ya da adacıklar bulunuyordu. Hatta uzak noktalarında daha büyük bir diğer adanın olduğunu düşünenler vardı ancak her hangi bir geminin (ticaret, gezinti, korsan…) kaptanı ya da diğerlerinin bunu gördüklerine dair kanıtı anlamında ağızlarında cümleler ıslanmamıştı. Ve bu denizin ötesinde de uzak kıyılar, diye tabir edilen yerlerin olduğu var sayılıyordu. Burada ki bilinmez ise acaba gerçekten böyle yerler var mıydı? Varsa şayet, kapsadığı alanı ne kadardı? Oralarda yaşayanlar bulunuyor muydu? Nereye kadar sınırları uzanıyordu, başlangıcı var mıydı, sonu var mıydı? Hatta Dünyanın oluşumuyla alakalı çalışmalara göre, bu uzak kıyılar, diye tabir edilen yerlerin kuzeydeki Ascander ve doğudaki Wrendruk Denizinin ötelerinde diğer kara parçaları da vardı.

Bu kent, batı kıyılarındaki diğer şehirlere göre, diğer yerlere göre ve Dünya’nın doğusuyla sınırı ve konumu merkezde olan Diameld adındaki Elf Krallığının batı kanadı da dahil en dikkat çekici olan noktasıydı. Kuzeyinde ve güneyinde kendisinden alan olarak daha düşük genişliğe sahip iki liman şehri daha bulunuyordu. Hem gemi ticareti anlamında, onların barınması anlamında… dinlenecek ve zaman geçirecek yerlerin daha fazla olması ve diğer limanlara göre nispeten daha kalite barındırması anlamında… kaptanların ve diğerlerinin kuzeydeki ve doğudaki benzer şehirlere göre en çok uğradıkları noktalardan birisiydi. Kıyılardaki küçüklü büyüklü gemiyle alakalı ticarethanelerin bolluğu yanında demirci dükkanları da çoğunluklaydı.

Burada demircilik çok ilerlemiş, bunun yanında değerli taş işçiliği de gelişme bakımından olmasa da dünyanın diğer yerleri ile kıyaslandığında, bir çok yere göre daha iyiydi. Cypraqual’da, dağınık şekilde birbirinden bağımsız, kendi çaplarında mücadele eden şövalye grupları bulunurken, onların kullandıkları kılıçların, kalkanların, ok uçlarının temin edildiği yerlerin en başında geliyordu. Dünyanın diğer yerlerindeki nüfuzlu adamların kızları, hanımları, burada üretilen bileziklerin, gerdanlıkların, künyelerin, küpelerin, kolyelerin ve yüzüklerin en önemli alıcılarıydı. Bu şehirde, işçilik çok hünerliydi ve onlar, dünyanın neresinde olursa olsun adamlarını, hizmetkarlarını göndererek –ejderhaların ve yardakçılarının tehlike arzetmesine rağmen- yollar korkuyla yüklü olsa da, zor şartlarda mücevherleri satın alıyorlardı. Söylentilere göre: Cypraqual’ın diğer sakinleriyle ilgilenmeyen, Batı ve Doğu Krallığı olarak ikiye ayrılmış elflerin Doğusunun Kralı Wairacas’ın asi, söz dinlemez ve macera düşkünü; koyu kızıl saçlı, gök mavisi gözlü, güzeller güzeli kızı Ashlarante, babasından habersizce hizmetkarlarını buraya göndererek bir kolye satın almıştı. Batı ile Doğu arasında casusluk yapan Waclonne adındaki elfe göre: Prensesin bizzat kendisi, bütün tehlikeleri göze alarak gitmişti. Demircilik ve taş işçiliği, gemicilik ve balıkçılık, diğer ticarethanelerin çalışması… Batı’nın sahibi olarak kendini gören Siyah Ejderha’nın şehri kuşatma altına almasıyla, büyük oranda sekteye uğramıştı…

Kentin çoğunlukla düz ancak bazı yerleri girintili, çıkıntılı kıyılarına bakan yerlerin çoğunluğu, merkez bölgenin sokakları, etrafındaki kasabalardaki yaşam… dünyadaki en güçlü üç ejderha kendi aralarında anlaşmaya varıp, kalanların ne düşündüğünü umursamayıp, seçtikleri bölgelerde hakimiyet kurmak adına: buraları, adamları, hizmetkarları… vasıtası ile ele geçirme teşebbüsünde bulunmadan önce, canlılıkla doluydu. Çoğunluğu insanlardan oluşan bu yerleşim yerinde cüceler ve elfler de bulunuyordu ancak içlerinden bazıları, bu liman şehrini dünyanın kuzey kıyılarına gitmek adına kullanıyordu. Ne her cüce birbirine benziyordu ne de elf. Cücelerden kimileri dağların altında bulunmaktan memnunken, bazıları da insanlarla ortak yaşamayı, özellikle kıyılardaki birahanelerde, içki içilen diğer (mekanın içi anlamda birahanelerden daha temiz, aynı zamanda daha pahalı) yerlerde vakit geçirmeyi seviyordu. Büyük oranda elfler kendilerini dünyadan izole edip beraber yaşarken, çok az bir kesimi ise farklı diyarlarda olmaktan ya da oralarda kalmaktan pişman değildi. Sokaklardaki doluluk oranı, batı topraklarını diğer ikisiyle yaptığı anlaşmadan dolayı kendine mal eden Siyah Ejderha Tiscveria’nın hizmetkarlarını burayı işgal etme babında ikinci adamı vasıtası ile yönlendirmesiyle, çok azalmıştı. Bu bölgedeki şehirler, anlaşmanın bir diğer üyesi Kırmızı Ejderha Dacassyre’nin hükmü altındaki, doğu tarafındaki etrafı duvarlarla çevrilmiş yerler gibi değildi ancak Siyah’ın müdahalesi dedikodularının yayılmasıyla, Chrubergine, duvarlarla kendisini çok kısa zamanda yeterli sağlamlıkta olmasa da sınırlamıştı. Şimdi, o yüksek surların ötesinde ejderhanın adamları bulunuyor ve şehri, kuşatma altında tutuyorlardı.

Bölgenin içindeki ruhsal hava: mutsuzluk, endişe ve korku yüklüyken soğuğun da verdiği his: bunların yandaşıydı adeta. Kış, kendini gösterme adına, adım adım batıya yaklaşıyordu. Kuru soğuk diye tabir edilen ayazın bu gün hüküm sürdüğü şehirde, yedi kişilik ve üç kişilik atlı grubu, kentin doğusundaki harabelerden, bağlı olduğu kasabaya doğru ilerliyordu. Öndeki grupta üç kişi birbirinin yakınında giderken arkadakiler ise aralarında, kimilerinde aynı şekilde yakınlık varken kimilerinde uzaklık görünüyordu. Dağınıklardı.

Atların toynakları, kenarlarında ufak ufak, çoğunluğu toprağa karışmış bir şekilde yüzeyleri tozlu taşların bulunduğu, yolun ortasına yaklaştıkça daha da azaldığı, ve ortasının, dün yağan yağmurdan kaynaklı kimi yerleri hala çamurlu ve biraz kirli olduğu yere temas ediyordu. Bu yolcuların etraflarında ise uzaklarda bazı yerlerde tek tük ağaçların olduğu, toprağın çoğunluğunun yükseklikleri değişen sararmış ve kurumuş otlarla bezendiği bir alanda, doğu taraflarının uzaklarında Alenthia dağlarının karlı zirvelerinin bulunduğu kesimler görülebiliyordu. Yol aldıkça ilerlerinde kasabayı bağlı olan ilk yerleşim yerleri ufaktan belirmeye başlamıştı.

Üzerlerinde kalın zırhlarla yürüyen yedi kişilik atlı takımından iki asker muhabbet ediyordu. Yaşadıkları mücadeleden dolayı kıyafetlerinde genel anlamda biraz aşınma, yıpranma ve bazılarında yırtılma, dış görünüşlerinde bir süreliğine kiracı olmuşken öte yandan üzerlerinde de yorgunluk ev sahipliğine soyunuyordu.

“Bu, kuş konmaz kervan geçmez yıkıntılarda, huzursuz ruhların cirit attığı söylenirken aptal yaratıkların ne işi vardı?” diye sordu bir tanesi. Bu ses, arkadaki grubun en gerisindekinden gelmişti. Bineği yanındakine göre daha yavaş gidiyordu. Onun çelik göğüs plakasındaki çöküntü çok daha fazlaydı ve diz kısımlarında da darbeler mevcuttu. Miğferini diğeri gibi atın eyerindeki, heybesine koymuştu. Ayrıca yüzünde de bazı çizikler göze çarpıyordu. Ancak konuşma tarzı yeni bir mücadeleden çıkmışçasına heyecan içeriyordu.
“Orklar ve beş para etmez paralı askerler; sanki, bir kaç tane kiandorda mı vardı tam seçemedim. Neden oradalardı bilmiyorum ama tahminimce bizi kuşatan pisliklerden, ayrı olarak gezenlerdi bunlar. Birileri mi onları yönlendirdi ya da şehre giriş için en zayıf nokta olarak harabeleri mi işaret etti anlamadım. Neyse ki sızıntıyı kapattık,” diye devam etti diğeri, yanındakine göre biraz daha iri bir atın üzerinden, ayakları tembelce sallanırken ve de kendisinden yapısal daha zayıf, saçları dağılmış arkadaşına bakarken. Gözünün altında ufak bir morluk vardı ancak zırhı daha fazla yaralıydı. Dizgini yavaş ve sakince tutuyor at da Ona, miskince ayak uyduruyordu. Nerdeyse toynakları hiç toz kaldırmıyordu.
“Haklı olabilirsin, kiandorlar konusunda. Düşüncesiz orkları kim yönlendirecek başka, tabii ki insanlardan biraz daha uzun ve de çoğunlukla çirkin ama bizim kadar akıllı olmayan, yine de ona sahip olan… Evet, önümüzdeki, grubumuzdaki yorgun ve bitkin diğer üyelerin, onların önündeki bizden sorumlu askerin, az ilerisinde giden üç uzun saçlı, gözü pek savaşçılar sayesinde. Gerçekten, ikisi de müthiş kılıç kullanabiliyorken diğeri, yüzü iri olan ise çok işlevsel atışlar yapabiliyor okla,” dedi. Bu söyleminden kaynaklı az da olsa şaşkınlık ifadesi, yanındaki ile, öndekilerin hareketlerine de dikkat ederek ilerlerken, arkadaşının yüzünün kapısını tıklattı. O da bu çağrıya:
“Aynen sana katılıyorum Orminiel. Özellikle, şu gri-mavi karışımı gözlü olanı. Cüssesini mütemadiyen orklarla savaşırken çok yerinde kullandı. İnanamadım doğrusu, yani bende mücadele ederken, ondaki kılıç kullanma ve stratejik anlamda karar verip, ona göre hareketlerini yönlendirerek yaratıkların kafalarını uçuruşuna hayran kaldım gerçekten-“
“Ya diğerine ne demeli, yeşil gözlü olanı var ya: saçları, diğer ikisine göre daha açık ve biraz daha uzun ve de dalgalı olan, yine de fiziksel anlamda diğer ikisinden geride olmasına rağmen çevik hareketlerin eşliğinde, tam, en suratsızlarından biri beni yere düşürüp baltasıyla kafamı uçuracağında, hızlıca, kılıcıyla ona dur diyerek, silahını indirip beni bitirecek koluna öyle bir atiklikle onu sapladı ki… İşe yaramazı sakatladıktan sonra ne de güzel biçmişti,” diye sohbete müdahil oldu bir üçüncüsü, tiz ve hırıltılı sesiyle, onların konuşmalarına katkı sağlayarak, bahsettiği savaşçıya şükran dolu ifadelerle bakmayı da es geçmemişti. Bineği, sanki kuyruk mu sallamıştı bu sözlerden sonra.
“Deme, öyle mi olmuştu. Ben böyle bir sahneyi hatırlamıyorum. Belki de gri derili kokuşmuşlarla mücadele esnasında yüzüm yere kapaklanmıştır… Neyse… Tabii, en uygun yerleri seçip, arkadan, zamanında ve isabetli atışlar yaparak karşılaşma esnasında düşmanın tabiri caizse soluğunu kesecek nitelikle ölümcül yaralanmalara sebep olacak şekilde yayını kullanan diğer savaşçıya da minnet duymalıyız. Eminim ki, onlar olmasaydı, yedimiz de sağ salim o yıkıntılardan çıkamazdık,” diye destekledi ilk sohbeti başlatan. Öncesinde, ağzını az da olsa yaymıştı.
“O anı hatırladım. O nasıl bir hızdı öyle… Yan gözle de olsa şahit olmuştum, aptal bir orkun tiksinç suratını kılıcımla çentmeye çalışırken… Of, of… ok, yanımdan nasıl geçti öyle… İnanamadım. Diğer taraftan, bu üç cesur insanın, orkların burada olduğundan nasıl haberi olmuş?” Diğeri, gözünde canlandırabiliyormuş gibi, daha da ufalan dağların zirvesine bakıyordu. Bu arada ilk yerleşim yerlerine çok az kalmıştı. Gittikçe soğuyan havanın sert çocuğu rüzgar, daha da huysuzlaşmış ve suratsızlaşmıştı adeta. Onun bu davranışı kafiledekilerin biraz yüzünü buruşturdu.
“Gri mavi gözlü, diğerinden daha iri olanın, yeşil gözlü ile arasındaki geçen konuşmadan duyduğum kadarıyla, bu bölgedeki komutan onları bilgilendirmiş. Ona da, harabelerde kız kardeşi hasta olduğu için ona faydası olan ve sıkıntısını geçici olarak ta olsa iyileştiren bir otu aradığını söyleyen, yıkıntıların bulunduğu köyün sakinlerinden biri, bu yağmacı gruptan olan lanet orkları görmüş. Hemen komutanın adamlarından olan kuzenine haber vermiş, ” dedikten sonra, diğer ikisiyle beraber öndekilere iyice yaklaştılar.
“Eh, aradıkları belayı onlara buldurmuş olduk. Söylentilere göre, şu kuşatma zamanında, tamamıyla, şehrin savunmasına oldukça yardımları dokunan bu üç kahraman savaşçı sayesinde,”

“Al bende de o kadar,”

“Benden de,”

Üçünden daha önde olan bir diğer düşük rütbeli asker bu konuşmaların sonundaki, Ben de, cümlesini duyduktan sonra, hadi ben de katılayım dercesine o da söyledi. Sonra yanındaki de katılarak, kuyuya delinin biri taş atmış, ben de eksik kalmayayım, tadında yüz ifadesiyle o da kervana dahil oldu. En sonuncusu da bitik bir sesle, sanki en çok o dövüşmüşçesine, cılızca ben de, diye ağızlardan ağıza gezen yolcuyu daha da hırpaladı. Sorumlu, aralarındaki en rütbeli asker, bu konvoyu duyunca:

“Şu halinize bir bakın. Keşke şu ağız birliğinizi savaşırken de, orklara ve kiandorlara mücadele dönüşümüyle yöneltseydiniz. Sizi gerzekler,” diye öfkeyle onlara baktı.

“Sence ne konuşuyorlar, bu deneyimsiz asker bozuntuları Marjuarane,” dedi bahsedilenlerden yeşil gözlü olanı konuşmalarında biraz yol kat etmişken. Rüzgarın sert dokunuşu salınmış, uzun saçlarını savurmuştu. Yavaş tempoda ilerleyişlerine devam ediyorlarken, soğuk havanın davet beklemeden, hiç sıkılmadan daha da yanlarına sokulmasıyla biraz daha arkadakilerle bağlantılı olarak hızlandılar.
“Bizi konuşuyorlar. Boş ver onları, orkları ve diğer beceriksizleri hallettik. Buradaki sızıntıyı da kapatmış olduk.” dedi Marjuarane cevaben. Kalın, siyah deriden yapılmış kıyafetinin iki yakasını ayazdan korumak adına, yanaklarına yeniden yapıştırırken.
“Bir an önce donmadan buradan defolup gidelim. Diğerleri, olan biteni bu kasabanın sorumlusuna anlatır. Atlar da iyice üşüdü zaten. Biraz daha gidersek bacakları buz olacak,“

Kasabanın içine girmişlerdi. Yapıların çoğu ahşaptandı, tahtadandı. Bazılarında sanki kütükler kullanılmıştı. Yolların bazı yerleri de girişi gibi çamurlu ve kirliydi. Zaten toz ve toprak akşam vakitleri yaklaşırken, diğer taraflardaki çamur kırıntılarına rağmen birbirleriyle iyi geçiniyordu. Temiz olan yolları da vardır belki ama şu an için yolcuların bulundukları kısımlarda kendilerini saklıyorlardı sanki. Bazı evler derme çatmayken, sağlam olanların çoğunun önlerinde kışa uygun yetişen farklı renklerde çiçekler göze çarpıyordu. Bazılarındaki canlılık adeta can çekişiyordu. Küçük ekili alanlar da, etrafta kendine yer bulmuştu. Kasabanın biraz daha içine ilerledikçe yolların genişliği artarken daha derli toplu binalar kenarlarda görünüyordu. Bir tanesinin önünde farklı türde otlar, çiçekler, saksıda bitkiler, üç yol arkadaşı, kapısının üstünde Otacı yazan ahşap dükkanın önünden geçerken, camdan sahibi güzel kadın da onları izlerken sanki fiskos masasındakiler gibi dedikodu yapıyorlardı. Kasabanın sokaklarında pek fazla çocuk yoktu, daha doğrusu dolaşan çok fazla insan yoktu. Bunlara ilaveten kedi ya da köpek gibi hayvanlarda kuytulara saklanmıştı adeta. Taşlı, topraklı yollar son zamanlar da miyavlamalara, havlamalara ya da daha farklı seslere nerdeyse hasret kalmıştı. Kuşatmadan kaynaklı bir tenhalaşma mevcuttu. Dükkan sahiplerinin çoğu içerdeydi. Ancak birkaç tane han için, içerisindeki müşterileri kıstas alırsak bu azalma pek doğru değildi.
“Gelin! Kasabamızda biraz konaklayın. Hem yoruldunuz hem de acıkmışsınızdır. Masraflar bizden. Gerçekten, şu tehlikeli zamanda buraları-“
“Uzatma asker! “ dedi yedi kişinin başı olan. Elleriyle, üç savaşçıyı kasabadaki hana davet ederek o tarafa yöneldi.
“Hadi, Marjuarane ve Nimali, biraz dinlensek nasıl olur,” dedi sırtında yayı olan.
“Peki, Soriol, söylediğin gibi olsun ama bu handa görmek istediğini bulacağını pek sanmıyorum. Burası küçük bir yer,” dedi, hınzırca gülümseyerek Nimali.
“Çok komiksin dostum. Aç ve yorgunum, şu an gözümde bile değil barmen kızlar,”
“Hadi ama Soriol. Sanki seni tanımıyoruz,” diye göz kırptı diğerine Marjuarane.
“He he… Sizi, ikna etmek zorunda değilim. Benimle uğraşmaktan komutanın el işaretini görmüyorsunuz. Atlarınızdan inin ve sıcakla kavuşun diyor adeta,”

Üç yol arkadaşı bineklerini güvenli bir yere bağladılar. Konuşmalarına göre bu gece handa dinlenip, yarın yola çıkacaklardı. İçeriden farklı şekillerde dışarıya atılan, alçalıp yükselen, değişik tonlamaların barındığı seslerin geldiği hanın kapısından girip, diğerlerinin yanına giderken Nimali, etrafa göz gezdirdi ve Soriol’ a söylediğinin aksine, üzgünce dönerek, “Ne çok çalışan kız varmış,” dedi, ilk etapta.

İki katlı Han, kasaba standartlarına göre büyük denilebilecekken şehre oranlarsak küçüktü. Çok temiz olduğu da görünüşünden, müşterilerden dolayı pek söylenemezdi. Masalar doluydu. Çalışan kızlar, üzerlerindeki garson kıyafetlerinden farklı olarak daha alımlı olanlarıyla, aceleyle, nasıl ve ne şekilde yürüdüklerine dikkat etmeyerek, adımlarıyla tahta tabanda, diğer hafif ya da ağır tonlu tınılara katkıda bulunarak -bir çok, farklı, düz yolda giden, yalpalayan, seke seke ilerleyen, kimi zaman farklı yollara sapan, yanında kahkahaların gezdiği ya da ayrı takıldığı seslerin ortamda uçtuğu sohbetlerin arasında, bazılarının onların yürüyüşlerine kayan sırnaşık bakışları hariç- etrafta koşturuyordu. Kimi zaman tepsinin üstündeki bardağın içindeki içeceklerden biri ya da tabaktaki yiyecekler bu kalabalıkta, çarpmadan dolayı ve gidiş gelişlerdeki devinimlerden kaynaklı müşterilerden birinin üzerine ya da masaya, yere dökülebiliyordu. Zaman geceye daha da yakınlaştıkça ve kollarını doladıkça bu durumlar, umursanmaktan uzaktaydı. Bu ve benzer kazaların yanında, handaki çalışan kimisi zayıf ama mekanda bulunanların tescilinde güzel, kimisi dolgun ama yüzü, bedensel kıvrımlarına göre arka planda olan, kimisi ise ne çekici ne de fiziksel anlamda bakışlarda alıcısı olmayan, kimi ise sarhoşken daha çok tercih edilebilir biçimde de olsa, kızlara yapılan, münasebetsiz müşteriler tarafından atılan müstehcen bakışlar, hatta bazıları bu durumu çoğunlukla abartarak eyleme döküp pis ve etrafa saçılan içkiden yapış yapış elleriyle fiziksel temas seviyesine çıkartırken bu anlayış, kızların bazılarının da hoşlarına gitmiyor değildi. Hatta bazıları, bu durumdan memnun olmasının yanında, maddi anlamda da onların şuh gülümsemelerinin içinde kazanç kendine yer buluyor ve zaman ilerledikçe yeni gelenlere alan açarak kimi zaman utanmaz kahkahalara dönüşüyordu. Öte taraftan hancının da pek müdahil olduğu da şahit olunan bir durum değildi. Çalışanlar nasıl olsa tolere ederlerdi, yeter ki kaçınılmaz olarak kavgalar çıksa da sayısı azalsın ve maddi anlamda da kayıplar eksilsindi. Suratsız ve duvar olmak, hissiz davranmak işlerinin bir parçası değildi. Açıkçası birkaç tanesinin haricinde diğer kızların çok da dikkate aldığı söylenemezdi, kendilerine göre düzeysiz davranışları. Sarhoştu bunlar…

Kuşatma yavaş da olsa ilerlese de insanlar eğlenmek zorundalardı. İlla ki herkes somurtmak zorunda değildi.

Diğer taraftan Soriol, arkadaşının omuzuna, hafif bir yumruk attı, muzipçe gülerek. Bakışları, Nimali’nin aksine üşümesine, yorgunluğuna rağmen garson kızların ortamdaki kıvrak hareketlerine kaymadan duramadı. Onların (üç uzun saçlı, fiziksel görünüşleri birbirine yakın iri yapılı, kesici silahlar taşıyan…) binaya girmesiyle başlayan, handakilerin dedikodu kazanındaki bugünkü daha da iştahlı yolcunun heybesinde taşıdıklarından biri: savaşçıların orklara karşı yaptıkları, öncelikle, yapının kapısının yakınında oturan, ağzındaki yaradan dolayı, suratı yamuk gibi görünen adamın, şelaleden dökülen su misali berrak değil de kanalizasyondan akan kirli su tadında taşıdıkları gereksiz eklentilerle, dudaklarından ayrıldı. Buradan, yanındaki sandalyede oturan alt dudağı şişik ve içkiden pelteleşmiş bir diğerinin diline uğrayıp orada kısa bire süre yalpalayan cümlelerde nefeslendikten sonra, masadaki en son kişinin dopdolu ağzından, konuştukça etrafa saçtıklarının eşliğinde, yeni yol arkadaşı: onları alt etmeleri, ile beraber, ilk ana duraklarında mola verdiler. Sonrasında, güzergahlarındaki diğer masalara, tıpkı müşterilerin çoğu gibi laçkalaşmış ve yılışık adımlarla atladılar.

1 Beğeni