Taşların Gölgesinde: İkinci Bölüm

İKİNCİ BÖLÜM

Üç savaşçı ve kasabaya bağlı korumalar ya da askerler, Batının yüzölçümü anlamında en büyük şehri Chrubergine’nin kuzey doğusuna düşen yıkıntılarda ya da harabelerde, kötücül yaratıklar olan orklar ve onların uzaktan akrabaları da denebilecek şekilde ama onlardan daha iri ve boylu, dış derisi daha farklı kiandorlarla mücadeleye tutuşmuşlardı. Harabeler denilen yer, yıkılmış taş bloklardan, isli ve kırılmış, dökük duvarlardan meydana geliyordu. Bunlar, şehrin bir sonraki komşusu, bir başkasıyla nerdeyse sınırı olan, Alenthia sıra dağlarının, çoğunluğu denize dik, bazı taraflarında paralel uzantıları yüksek ve dik, sarp kayalıklardaki yürünmesi tehlikeli yollardan sızmışlardı. Oradaki karşılaşmada deneyimli savaşçılar çok zorlanmasalar da, diğer askerler onların sorumlusu konumunda olan hariç, zırhlarına aldıkları darbeler fark edilse de bedensel anlamda ufak yaralar almışlardı. Nitekim yanlarında bu korkusuz insanlar olmasaydı, korumaların daha fazla zaiyat verme olasılığı çok yüksekti, hatta çirkin yaratıklar bazılarını öldürebilirdi de.

Üç savaşçının, kasabadaki hanın ikinci kattaki kaldıkları oda nispeten temizdi. Ancak bakımı konusunda aynı durum geçerli değildi ve ihmal edilmişti açıkçası. Sessizlik anlamında da aynı kıyasta gerideydi. Gecenin ilerleyen saatlerinde, bazı odalardaki kabına sığmaz gürültünün koridorlara sızdığı handa, sabahlamışlardı. Sonrasında aşağı katta tadı yavan ama doyurucu bir şeyler atıştırdıktan sonra binekleriyle beraber yola koyulmuşlardı. Hava, düne göre daha yumuşaktı ancak güneş kendini göstermek adına teşrif etmiş değildi. Marjuarane’nin atı doru bir aygırken, Nimali ve Soriol’unki karaydı. Üçlü, öğle vakti kasabadan ayrılmışlar ve önlerindeki geniş bir alana yayılmış, kimi yerleri engebeli ve yokuşlu görünen, kimi yerleri düz ve eğimli, bazı kısımlarına küçük ve biraz daha büyük kayalar dağılmış, toprağın üstü, çoğunluğu yeşil otlarla bezenmiş, çok dikkatli bakınca bazı tarafları kurumuş olan yerden, ustaca atlarını sürerek hızlıca ilerlediler. Bir süre sonra, etrafı yüksekliği düşük ve bir kısmı bodur yeşil ağaçlarla çevrelenmiş, aralarında çalılıklar olan, çayırlar bulunan Sacumra gölünün şehrin merkezine bakan tarafından kat ederek batıya doğru yollarına devam ettiler. Hedeflerine daha da yaklaşırlarken, kentin en verimli topraklarının olduğu kuzey doğu tarafının, batı yönündeki kasaba ve civarlarındaki köylerin etraflarından dolaştılar. Aynı yönde ilerlemeye devam ederken, aralarda sohbetler icra etmekten geri durmadılar ve yüksekliği değişken ama düşük seviyede yeşil ve tonlarıyla kaplı tepelerin arasındaki yollardan geçtiler. Atları ve kendilerini kısa bir süre dinlendirdikten sonra hızlı tempoda koşturmaya devam ettiler. Şehre varmadan önce önünden akan Rastande çayının üstündeki köprüden de geçerken akşam yeni yeni adımlıyordu…

Yapımında taşların kullanıldığı, yükseklikleri ve görünüşleri farklı, kapladıkları alan kimisi küçük ve kimisi büyük, bahçeleri olan ya da olmayan, çoğunluğu avludan yoksun… binalarla dolu ama caddeleri boş, Chrubergine’nin can damarı olan içerisinde birkaç meydanın bulunduğu merkezinin yakınında bulunan evlerine yaklaşmışlardı. Akşamın az da olsa ilerleyen bu saatlerinde, kuşatma haberi gelmeden ve de başlayıp ta ilerlemeden önce o meydanlarda, erkek ya da kadın, çocuk, genç, yaşlı, her yaşta insanlar, az da olsa elfler ya da cüceler yürürdü, gezerdi, kenarlardaki oturulacak yerlerde dinlenirlerdi. Alanı dört taraftan sarmalayan dükkanlar açık olur ve alış veriş zevkten dört köşe olurdu. Bazen bu geniş yerlerin ortalarında halkla iç içe gösteriler düzenlenir, hayatın akışı çoğunlukla eğlenceli bir biçimde keyfine keyif katardı…

Üçlüden Marjuarane, üzgünce boş caddelere baktı. Halk, evlerinden, büyük oranda, acil ihtiyaçlarını karşılamak adına çok az da olsa çıkıyordu. Şehirde dönen dedikoduların, bir çok tehlikeli, ayrılıkçı, kötü niyetli… ağızlarda daha da dönüşüm geçirmesiyle; etrafa korku ve endişe, başka dudaklardan dökülmeye telaş uyandıran yeni sızıntılarla devam ederek iyice yayılmıştı. Bu durumun inanırlılığı, savaşçıların evlerinin olduğu yerde çok daha kuvvetliydi.
“Ben, kısa bir süre Bilge ile görüşmek için kütüphaneye uğrayacağım, malum bilgi vermek lazım. Daha sonra da dinlenmek için evime gideceğim,” dedi, yanındakilerle yaptığı yolculuktan dolayı yorgun olsa da.
“Ben de… Ya sen Soriol?”
“Şey… Sanki, ellerimde devamlı ok atmaktan bir sorun… bir uyuşma, var gibi. Geçici olsa da Bayan Sarmina’yı görsem, fena olmaz,” dedi, iki arkadaşının yüzüne bakmadan, yanlarından ayrıldı ama kulakları, kahkaha seslerine maruz kalmadan kaçamadı. “Sanki öğleden akşama kadar at süren o değildi. Nasıl bir enerji var üstünde, öyle aceleyle uzaklaştı gitti,” diye arkasından bakarken düşündü Nimali.

Chrubergine’deki evler, çoğunlukla taşın farklı şekillerde işlenmesinden doğan, binaların inşaası için kullanılan, sonrasında bir mekana dönüşen yapılardan ve ağaçlardan elde edilen, bazıları düz, bazıları usta dokunuşlarla şekillendirilmiş ahşap olanlarından oluşuyordu.

Uygun olanlardan, üzerinde herhangi bir sanatsal temasın kullanıma girmediği, çaba bile sarf etmek için imtina ettiği görünüşüyle, basit ve sade yapılanlardan bir tanesi de Marjuarane’nin eviydi. Anne ve babası öldükten sonra, kız kardeşi ile beraber orta büyüklükteki bu düz binada yaşıyordu. Anna Laira adındaki kardeşi, yaklaşık iki sene önce, bir koleksiyoncuyla beraber kentten ayrılmıştı. O zamandan bu yana yalnız yaşayan savaşçı, bu, dış kısmı herhangi bir ayrıntıdan yoksun, donuk yüzlü evine pek gelmez, daha çok iki arkadaşıyla beraber yolculuk eder, dinlenmek adına buraya uğrardı. Üç odalı, eh ev olsun da nasıl olursa olsun şeklindeki yapının, dışı ne ki içi bir şeye benzesin tadındaki giriş kapısına bakan olanında, yüzüne bakılmadıkça soluklaşmış duvarlarda, onunla aynı kaderi paylaşan mahsunlaşmış, metal ve demir askılarda, günlük ve yolculuk kıyafetleri: kılıç, hançer ve bıçakları asılıydı. Arka odanın görünüşü de, ortamı da öndekine ayak uydurma konusunda hiç zorluk çekmemişti açıkçası. O kasvetli kısımda da mutfak araç ve gereçleri bulunuyordu. Ön tarafta ise, tabanın bir tarafına eski, püskü bir halı öylece atılmış, masumca önemsenmeyi, ben de buradayım, şeklinde beklerken, diğer tarafında da nispeten kullanılabilir, ona göre değer verilmek anlamında daha şanslı olan masa ve sandalyeler vardı.

Girişteki, üzerine sanki bir ağırlığın çökmüş olduğu gibi bir fondaki odanın köşesinde, yerde uyuyan insanın nefes alış verişleriyle bezeli sesleri, ortamda arka plandaki bezmiş ipliklerin dokuduğu, afakanlar basmışçasına atmosferin dokusuna serilen karanlığın içinde inatla gezintideyken onlara izinsiz müdahale bulunuldu zira korsan kapı tıkırtıları, araya kaynak yapanlar misali karışmıştı. Vurma sesleri, Ona, uyanma vaktinin geldiğini haber veriyordu. İstemeye istemeye bu çağrıya kulak vererek uyandı ve üstündeki, odadaki sahneye uygun koyu, gece kıyafetiyle, sarsakça kapıyı açtı.

“Ne istiyorsun akşamın bu saatinde!” diye karşısındaki çocuğa yeterince uyumak istemiş ama bunu gerçekleştirememiş ruh haliyle söylendi. Gelen, aldığı emirleri insana iletmekle görevlendirilmiş bir aracıydı, ve monotonca, “Bilge seni çağırıyor,” dedi. Kapıyı çocuğun suratına kapattıktan sonra, homurdanmaya başladı, “Hay Bilgesine…”

Marjuarane, harabelerden, bir gün sonra kasabadan arkadaşlarıyla ayrılmalarından itibaren şehre varıncaya kadar ki yolculuktan yeni gelmiş ve uyuyalı da iki saat olmuştu. Orada, en güvendiği dostlarıyla beraber, büyük Siyah Ejderha’nın yardakçısı ve onun kendi türündeki daha küçük, kırmızı Allinord adındaki olanının hizmetkarlarıyla, yanında birkaç tane deneyimsiz askerler bulunmasından dolayı gereksiz yere uzayan bir mücadeleye girişmiş ancak bunun üzerinden az zaman geçmesine rağmen, Bilge yine onu çağırıyordu. Gitmekten başka yapabileceği bir şey yoktu.

Savaşçı, belirgin, köşeli bir yüz hattına sahip, uzun boylu, gri mavi karışımı gözlü, diğer iki arkadaşı gibi yirmili yaşlarının ortasında, kaslı ve atletik bir vücudu olan, saçlarının uzunluğu çoktan omuzlarına elveda deyip sırtının ortaya yakın üst kısmına merhaba derken, günlük kalın koyu kıyafetlerinin altına, siyah rengi botlarını giyip, kılıcını da alarak saatler geceye yakınlaşırken, evinden ayrıldı. Boş sokaklardaki direklere asılan fenerlerin loş ışığında, ayakkabılarının sesleri oradan geçen devriye gezenlerinkine karışırken, Bilge’nin bulunduğu şehir kütüphanesine doğru yoluna devam etti.

Bilge, diye çağrılan, şehrin en çok söz dinlenen, yetmişlere merdiven dayamış gibi görünen, tamamıyla beyaz saçlı ve çoğunlukla ak cübbe giyen ve birçok kitaba ev sahipliği yapan değerli bir yer olan şehir kütüphanesinin de sahibi olan bir insandı ve kendisi de, Onun gelmesini bekliyordu.

Marjuarane, kütüphanedeki ikisinin her zaman görüştüğü odadaydı. Karşısındaki Bilge’nin etrafında: Cypraqual dünyasının eski tarihine ait karışık bilgilerin bulunduğu, farklı renklerde, kimilerinin kapağı parlak kimilerinin mat olan, bazılarının ciltlerinde desenler bulunan, kalınlık ve incelik konusunda birbirine yakın akraba ve aynı konuda uzakta, dış kapının mandalı olan kitaplar görünüyordu. Bekliyordu ancak şehrin en ileri geleninin kendisini tekrardan neden çağırdığını da hiç merak eder görünmüyor, üstüne üstlükte, yorgunluk akıyordu üzerinden.

Bilge, onu daha fazla merakta bırakmadan, dedi ki:
“Bu kitapların ne olduğunu biliyor musun?”
“Kitaplardan ziyade, sabahı bekleyemez miydin. Neden bu kadar acele? Tabii ki de bilmiyorum ne olduklarını,” dedi az uykunun getirisi, bitkinlikle.

“Bunlar, uzun zamandır araştırdığım dünyanın eski tarihine ait kitaplar. Sabaha gelirsek, bekleyemez. Sana anlatacaklarım çok önemli,” diye verdi cevabı. Bilge’nin yüzünde de aşırı yorgunluktan belirginleşen kırışıklıkları ve gözlerinin altındaki torbalardan, kendisi gibi az uyumuş hatta uyumamış halini fark etti, konuşurken. Demek ki konu, gerçekten neyse, önemliydi… Yine de bu sözler Marjuarane’nin kitaplara bakışını değiştirmemişti zira onlar, bir anlam ifade etmiyordu kendisi için. “Ben savaşçıyım, kitaplarla ne işim olabilir ki… onlarla vakit geçireceğime bir morlonk öldürürüm daha iyi,” diye düşündü.

“Bakıyorum, sen de çok yorgun görünüyorsun. O zaman, bir an önce, konu neyse halledelim.”

İkisi, birer çay içip kendilerine geldikten sonra, Bilge, kitapları da toplayıp Marjuarane de alarak odadan çıktı. Yanındaki ile beraber kütüphanenin çalışma bölümüne gidip, oradaki kitaplıklardan birine dokunarak ki, onun temasıyla sıra sıra dizilmiş diğerleri, birbirine çarparak yerlere serildi. İkisi, farklı renklerdeki, ciltli ya da ciltsiz, kapaklı ya da kapaksız, düz ya da tasarımlı, parlak ya da mat… görünüşlü tüm dökülenlerin üzerinde yürüyerek, ortadan kayboldular.
“Senin de büyücü olduğunu bilmiyordum,”
“Değilim zaten, büyü değil bu, ilüzyon. Neyse, ben sana bir ara anlatırım,”
“Al birini, vur ötekine,”

Kendilerini, odanın duvarlarındaki raflarda kitaplar ve diğerlerinden farklı olarak işaretlenmiş parşömenler ve üstüne bakım yapılmış, makyajlı, meşe ağacından bir masanın arkasında oturan cübbeli bir şeklin, karşısında buldular. Odadaki, aniden ortaya çıkanları görünce hiç şaşırmamış, hareket etme teşebbüsünde bile bulunmamış, getirisi pahalı cübbesi hışırdama gereği duymamıştı bile. Zeki ve alaycı gözlerinin bulunduğu, yüzünde mimik dahil her hangi bir oynama olmayan, saçsız kafasıyla Bilge’ye işaret ederek, elindeki kitapları masaya koymasını istedi. Onları, tek tek alarak aynı yere belirli bir şekilde yerleştirdi.

Marjuarane, bu kişiyi tanımıyor ve yüz ifadesi de sıkıldığını, bir taraftan tepkisizliğine bakılırsa, hoşnutsuzluğunu gösteriyordu. Zaten şekilde, Onun bakışlarını onaylarcasına, şu an için, insanla hiç ilgilenmiyordu. Masada on kitap bulunurken: onların dokuz tanesi bir çember olacak biçimde dizilmiş ve kalan da merkezine yerleştirilmişti.

Savaşçı, tam konuşacakken cüppeli şekil, ince elleriyle ona işaret ederek, şehrin en değerli büyücüsü olarak onu susturdu zira onun gibilerin icra ettikleri sanat gizemli olduğu için, dolayısıyla onlar da böyle bir tavrı seçip gizlilikten hoşlanıyordu. Büyücü, kitapların her birine dikkatlice kum tanecikleri serpiştirdikten sonra, onlar da kitap kapaklarının içine girdi. Savaşçı, bunu, monotonca ve umursamazca izlerken kum taneleri çoktan gezintiye başlamıştı bile. Bunların kısa seyahatleri sürerken, her bir kitap kapağının üzerinde: dokuz tanesi çemberin kenarında ve bir tanesi de merkezinde olan saydam kuleler yükseliyordu. Kenardaki olanların birbirlerine olan uzaklıklarıyla, hepsinin merkezdeki tek kuleye olan uzaklıkları da aynıydı. Kum tanelerin yolculukları, kitaplar arasında devam ederken, çemberin kenarındaki kuleler arasında onların üst kısmıyla alt kısmını birbirine bağlayan yollar oluştu. Bunlar tamamlandıktan sonra, dokuz tanesinin orta kısımlarından merkezdeki olana bağlanan başka yollar meydana gelmişti; onlar da, yapılar arasındaki geliş gidişleri sağlayacaktı. Bu çemberin dışında, onların etrafını kaplayan orman görünürken bu süre zarfında saydam kuleler silikleşti ve bir süre sonra kayboldu zira dolaşım sona ermişti. Ardından, kitaplar eski haline döndü.

Bilge sözü aldı:
“Bu görüntü, masadaki gördüğün kitaplarda, uzun süredir araştırma yaptığım efsanevi Kuleler Şehri’ne ait. Sonunda, Cypraqual’un eski tarihine ait Metamorfoz’un ilk zamanlarına müteakip kitapların sayfalarında, bu şehri buldum. Büyücü de, yaptığım araştırmayı sana anlatmak için onların sayfalarını, çok meşgul olmasına rağmen, kendisinden rica etmemle, lutfederek, görselleştirdi. Seni neden çağırdığıma gelirsem- “

“Dur, tahmin edeyim: benden bu şehri bulmamı istiyorsun. Ayrıca, o kadar eski zamanlara ait kitaplar bulunabiliyor mu gerçekten. Şaşırdım doğrusu. Üzerinden yüzyıllar geçmesine rağmen,” diyerek araya girdi az da olsa heyecanla, Marjuarane. Çayın verdiği enerji yavaş yavaş geçiyor ve ona bitkinliği hatırlatmaya başlıyordu. Diğer taraftan Bilge, sözünün kesilmesine kızdıysa da savaşçının şu anki haline bağladı.

“Yani… Dünyanın her tarafında küçüklü, büyüklü kütüphaneler var. Özellikle de Diameld’de. Onları bulduğumda da… Neyse orası önemli değil. Dolayısıyla, bir çok yeri araştırdım. Sen düşün, konunun ne kadar önemli olduğunu. Amacımıza dönersek: tam olarak sandığın gibi değil. Hem daha anlatacaklarım bitmedi ki. Okuduklarımdan anladığıma göre böyle bir yer inşa edilmiş. Bildiğiniz gibi Metamorfoz olduğunda dört boyut: yani dört dünya birbirine girmiş, bunun sonucunda tek boyut haline gelip Cypraqual adındaki şimdiki yaşadığımız yer oluşmuş. Bu dönüşümden sağ çıkan insanlar, elfler, cüceler, kötü yaratıklar ve ejderhalar bu dünyanın kendilerine ait olduğunu öne sürmüşler. Ayrıca, bu kaos ortamında tanrılardan da hiçbir işaret görünmüyormuş. Amacı, ırkların bu yeni oluşan dünyanın kendilerine ait olduğunu diğerlerine göstermek adına, birbirlerine arasında kanlı savaşlar meydana gelmiş. Öte yandan kendilerini bu mücadelenin dışında bırakan birkaç yüz insan, elf ve cüce, barış içinde yaşayabilecekleri yeni bir yer arayışına girmişler ve sonunda, cücelerin çok daha fazla yardımlarıyla bu şehri inşa etmişler. Kuleler, bunların ortak kullanım alanları olup ormanda elfler, yer altında cüceler ve yapıların arasında da insanlar yaşıyormuş. Her kulenin bir büyücüsü mevcut olup merkezdeki olana bağlıymış,” dedikten sonra, biraz nefeslendi.

“Bu üç ırkın beraberce barış içinde yaşayabildiği tek yer burasıymış demek ki,” dedi büyücü esefle.

“Haklısın, ben de böyle bir yerin olduğuna inanamıyorum doğrusu. Ejderhalarla mücadele etmek varken biz de birbirimizle savaşıyoruz. Elfler, cüceleri sevmez, onlar elfleri; insanlar her ikisini… Mağrur salaklar,” dedi savaşçı önemsizce. “İkimiz de aynı çayı içmemize rağmen ondaki enerjiye bak! İçecek, bildiğin, bana, üvey evlat muamelesi göstermiş,” diye içinden de söylendi.

Bilge tekrar konuya döndü.

“Bu efsanevi şehrin, on tane, liç olan koruyucuları var. Şimdiki zamanda orada yaşayan olup olmadığını bilmiyorum ve şehrin oldukça uzakta olduğuna, hatta sular altında kalmış olabileceğine inanıyorum. Tahminime göre bu şehir, kuzeyin kıyılarının tümünü selamlayan Ascander denizinin çok çok ötesinde, ‘uzak kıyılar’ diye tabir edilen yerde çünkü araştırmalarım beni o yöne sevk etti. Kanımca oranın bulunduğu kara parçası büyük olandan ayrılıp uzaklara, bahsettiğim yere kaydı gitti,”

“Senin tahminin doğrudur Bilge. Kıyıdan denizin en uzağına, daha önce hiç duymasam da ifade ettiğin yere kadar gideriz ve dediğin gibiyse orayı buluruz,” Savaşçı hemen çözümü bulmuştu. Bu sözden sonra, büyücü, ona hor görü zengini bir bakış attı.

“Hah! Sen denizi ne zannediyorsun. Ufak bir birikinti mi. Hangi kıyısından ne kadar uzağa gideceksin,” diye bakışına, konuşma anlamında yardakçı buldu.

“Büyücü haklı. Hem Marju, liçleri de unutuyorsun. Bir de bazı ölü elflerin ruhları da var. Liçleri ve o ruhları yaşayanların geçmesi olanaksız ki onların gücü çok fazla ve misafirlere geçit vermez,”

“O zaman, bu anlattıklarının bir faydası yok,” dedi hayal kırıklığı ile oturduğu sandalyeye biraz daha çöktü.

Büyücünün elinde, yaprak şekilli, kristallerle bezenmiş olup zincirinin birleşme kısmında dört renkten oluşan, değerli taşların birleşimi olan bir kolye vardı. Onu, insana uzattı ve:
“Bu kolye, yolculuğunda tehlikelere karşı sana yardımcı olacak,” dedi. Marjuarane, bir şey anlamamıştı ama büyücünün uzattığını, miskince, Bilge’nin işaret etmesiyle ondan aldı ve boynuna taktı.

Tam konuşmaya hazırlanırken, Bilge, onu yine susturup sözlerine kaldığı yerden devam etti.

“Seni çağırmamın sebebi: büyücünün de söylediği gibi bir yolculuğa çıkacaksın. Ancak bu seyahat, konuştuğumuz şehri bulmak için olmayacak aksine kuzeye değil doğuya, büyük kırmızı ejderha Dacassyre’nin inine gidip bana yeşil bir kristal taş getireceksin,”

Savaşçı, tam itiraz edip bunu sıkkın diline yansıtabilecekken Bilge, tecrübeli manevrasıyla yine ona müdahalede bulundu.

“Yanına güvenebileceğin iki kişi daha alıp, bu yolculuğa hiç vakit kaybetmeden çıkmalısın. Siyah’ın baskısı, gün geçtikçe artıyor ve şehrimizi korumakta zorlanıyoruz. Ne kadar daha sızıntıları kapatacaksın… Bu taş, son ve en güçlü umuduz,” diye bitirdi sözlerini, sonuna doğru sesi yumuşayarak. Marjuarane yutkundu.

“Sen neden bahsediyorsun! Onun bölgesi o kadar uzakta ve kaldı ki kaç tane ini vardır. Hem nasıl bulacağım bu taşın olduğu ini? Oraya ulaşsam bile, girmek çok daha tehlikeli: sonuçta kocaman bir ejderhanın inine girmeye çalışacağım, bir de üstüne üstlük yeşil bir taş alacağım oradan," Sözlerine ara verdi. Uykusuzluğun odaklanmasına mani olmaması adına, sonraki kelimelerini toplamak için biraz nefeslendikten sonra: "Bu, ölümün kendisiyle tokalaşmak gibi bir durum ancak sen şehrimizin en ileri geleni, en büyüğüsün, sana karşı gelemem. Eğer dediğin gibi, bu taş, bizi, ejderhadan, -yani şehirden kaçtığımızda- ‘kurtaracaksa’ elimden geleni yapacağım. Sormam da bir mahsuru yoksa, bu taş ne için gerekli! Basit bir obje ne yapabilir ki!” diye son laflarından birini ederken uyuşukluğu, bedenini karşılamaya başlıyordu.

“Kitaplara göre: bu kötü ruhları ve liçleri alt etmek için kadim ruhlar gerekli. Bağlantılarımdan öğrendiğim kadarıyla, yeşil taşın içinde ejderha ruhları barınıyormuş. Araştırmalarımda, bu kadim ruhlardan ejderhalar diye bahsetmiyor ama ben, bunların Kuleler Şehri’nin muhafızlarını alt edebileceğini düşünüyorum. Öte yandan Kırmızı’nın onları niye hapsettiği hakkında da hiçbir fikrim yok,” diye devam etti Bilge. Bu konuşmanın bitişine, yanındaki insanın bitkin haline bakarak o da ayak uydurmaya başlamıştı.

“Belki de ejderha da bahsettiğimiz yeri arıyordur,” dedi son bir gayretle savaşçı. Büyücü, insandan böyle bir söz duyunca, gülmeye olta atmış ama alaycılığı yakalamış bir ses çıkardı. Kendisi, gecenin bu saatinde, yanındakilerin durumunu hiç umursamıyordu.

“Hah! Ejderhalar, yakmaktan, yıkmaktan, öldürmekten ve ne işlerine yarayacaksa hazine toplamaktan ve de beslenmekten, başka bir şeyden anlamıyor. Tanrılar da kayıp olunca iyice başımıza bela oldular. Yaratığın böyle bir şey düşünebileceğine ihtimal vermiyorum,” dedi cüppeli şekil, sonuna doğru aksine ciddileşmişti.

Ve son söz, Bilge’den geldi: “Bana, o taşı getirmelisin Marju. Kurtuluşumuz ona bağlı.”

Nihayetinde, cümleler sona erdikten sonra büyücü tarafından ikisi kütüphaneye geri gönderildi.

Marjuarane, gecenin kalan zamanını şehirdeki geniş meydanlardan birini gözetlermişçesine konumu bulunan binada geçirmişti. Odada neresi varsa kendini koy vermiş, çalışanlardan Quedyna da onun rahat etmesini sağlamıştı. Sabah, ayrılmadan önce şehrin en ileri geleni ona: “Unutma! Kolye, büyülü ve yapabildikleri var,” demişti. “Değerli nesne, senin, bazı güçleri kontrol etmeni sağlayacak. Bu şehirden, sadece sen, ben ve büyücü haberdarız, yanında götüreceğin iki kişi de sayende öğrenecek, başka kimse bilmemeli,” diye de devam etmişti. Savaşçı da: “Duyduğuma göre, böyle sihirli nesnelerin kullanımından doğan yan etkileri varmış,” diye ara girmiş, O da: “Daha önce duydukların bunlar hakkında safsata, hem büyücü sana öyle bir şey demedi,” diyerek sohbeti sonlandırmıştı.

“Yolculuğa çıkmadan önce beni gör!”

1 Beğeni