Taşların Gölgesinde: Onaltıncı Bölüm

16.BÖLÜM

Koşuyordu…

Hızlı hızlı, nefes ala ala koşuyordu. Ara ara arkasına dönüp, korku ve heyecan karışımı gözleriyle geriye göz atıp ilerlemeye devam ediyor ve adımlarından adeta fışkıran telaşla tepeyi tırmanmaya gayret ediyordu. Zirveye çıkınca geriye doğru kafasını çevirip bir kez daha baktı ama kendisini neyin kovaladığını bir türlü göremedi. Niye kaçtığını, ne den kaçtığını, tam olarak anlayamazken ardını bırakıp ayağı takılarak toz toprak ta giysilerine, düşüncesi olmayıp, başkalarınınkini kendisine aitmiş gibi geçinenler misali yapışıp kıyafet vasıtasıyla yoluna devam ederken, üstünden ter boşanırcasına sanki isimlendiremediği bir canavardan kaçarcasına koşmaya devam etti.

Tepeden aşağıya indiğinde etrafına bakarken gözlerinin aralığına uçsuz bucaksız bir alan giriyordu. İlerledikçe yoğun bir yanık kokusu burnuna sürünürken, biraz soluklanıp koşarken barındırdığı kesif duyguları, bir işverenin yatağından ters kalkıp, “Ben buranın sahibiyim, istediğimi yaparım,” deyip bir çalışanını isteği gibi kovması misali üstünden attı ve bulunduğu yere, daha dikkatli bakmaya başlayınca tozlu yüzünde engel olamadığı gözyaşlarının aniden ıslak dokunuşlarını hissetti. Sanki sonu yokmuş gibi görünen alanın her karesinde bir ölümlünün cesedi vardı. Gözyaşları durmak bilmezken, çatlak toprakların üzerini yüzlerce canlının, daha bir çok ırka ait ölümlünün, boydan boya geniş yer kaplayan ejderhaların ölüleri mesken tutmuştu adeta. Kimileri vahşice parçalanmış, kolları, bacakları, kafaları ayrı ayrı, oraya buraya savrulmuş, kimilerinin bedenleri kavrulmuş, bir çoğunun dumanı hala üstünde tüterken korkunun en derin dehlizlerine sürüklense de gözleri, ölülerin arasında dolaşmaya devam ediyordu.

Baktıkça ölçülemez büyüklükteki arazinin üstünde yatan bütün ırkların mensupları aynıydı, hepsi ölüydü. Kafası yerinde olmayanlardan bir tanesinin kandan kurumuş ellerindeki yarı parçalanmış parmaklarından biri, aniden onun sol ayağının bileğine yapıştı. Ne olduğunu anlamadan bu beklenmedik dokunuşla ürpermesi geriye çekilmesine ve bunu gerçekleştirirken de başka bir ölüye takılıp düşmesine sebep oldu. Hemen kendini yerden kaldırıp, toplayarak, kılıcını çıkarıp tam olmayan o parmakları kesti. Ne olduğunu anlamadan cesetlerin bir çoğu canlanıyor gibi, bazılarının kemiği çıkmış kanlı parmakları, yapışmaya başladı ayak bileklerine. Bir bir ateş saçan kılıcıyla deneyimli bir savaşçının çevik, duygusuz ve soğukkanlı bir şekilde haliyle hepsini hızlıca kesip biçti. Teker teker ayağa kalkıp dirilen ölüleri doğramayı sürdürürken dikkatini farklı hareketler sergileyenler çekti.

Bazı elflere, insanlara, cücelere, orklara… ait cesetler infilak etti. Parçalar havada dönmeye başlayıp içlerinden çıkan uzantılarla yerde yatan ölülerden aldıkları derileri toplayarak, beşerli gruplar halinde kendilerini yeniden tamamlaya çalışırken, uzaklardan üç tane kapkara ata binmiş, üç karanlık şekil, tozu dumana katarak ilerliyor ve namevtleri havaya atıp onları bir hortuma çevirerek hızla yol alıyordu. Onun içinde ölüler öyle hızlı dönüyordu ki artık seçilemez oldular. Atlıların üzerindekilerden bir tanesi, kılıcını çıkartıp hortumu kabzasına çekti ve içerisindekilerin tamamını kesici silahına aldı. Bir anda yer yarıldı ve altından oldukça iri cüsseli dev ebatında her tarafı ateş yüklü bir yaratık, ayaklarını cesetlerin üzerine basıp onları yakarak sahnede yerini aldı. Yerdeki ejderhaların ölülerine doğru buket buket alev gönderdi. Teker teker onları yiyen hayvanların cesetleri, tamamen ateşli bir şekilde dirilmeye başladı…

Kendilerini tekrardan tamamlayan achianların öldüğü zaman dönüştükleri yaratıklar, birbiri ardına beşerli sıra oldular. Bir tanesi, yerden bir başka ölüyü aldı ve sıra başından biraz geriye çekildi. İlk baştaki, cesedin ayaklarını, ikinci sıradaki ise kafasını tutuyordu. İkisi onu çevirmeye başlarken, yerden çıkan oldukça ateşli yaratık yeniden dirilen ejderhaları gelen atlıların üzerine gönderdi. Arada hızlıca dönmeye devam eden hangi ırka mensup olduğu önemli olmayan ölünün ayakları birleşmeye, kafası sivrilemeye başladı. Sanki bir mızrağa dönüşen cesedin, ayaklarını, yaratığın kafasını da diğeri kendine batırdı. Mızrak üçüncüye, dördüncüye ve beşincisine de aynı şekilde girdikten sonra hepsi onun sayesinde birbirine yapıştı. O beşli, tek bir vücut olmaya çabalarken savaşçının geldiği tepeden beş tane kara pelerinli yaratık sahnede rol almak için olanca hızıyla ilerlerken…

Marjuarane, kan ter içinde uyandı, daha doğrusu uyandırıldı.

Savaşçı, yatarken vücudunda hissettiği sert temasla gözlerini aniden açıp yerinde doğrulmaya çalıştı. Gördüğü rüyanın daha doğrusu kabusun haleti ruhiyesi üstünde, sabahın ilk ışıkları odanın içinde gezintiye çıkmışken etrafına baktı. Karşısında, yüzünün yarısı aydınlıkla yıkanan, yarısı gölgede kalan birisi vardı. Gözleri, uykunun verdiği uyuşukluk halini üstünden atmış ve bakışlarında onu uyandıranın neye benzediğine dair yüzünün yarı aydınlık kısmındaki görünen sivri kulaklar ve pürüzsüz ten cevabını bulmuştu. Kılıcını arama dürtüsü aniden ağır bastı ama silahının alındığını gelenin yanındaki aynı ırka mensup ikisinin birinde görünce hareket etmeyi bıraktı. Sessizce eve giren elflerin ikisi, onun arkadaşlarını kılıçlarıyla dürterek uyandırıyordu. Bir tanesi prensesi uyandırırken gördüğü yüz karşısında saygıyla eğilip geri çekildi. Waclonne ve Laphlan da diğeri tarafından dürtüldü.

“Prenses Ashlarante,” dedi saygıyla eğilen. Diğer iki elf ise onun bu hareketi karşısında daha dikkatli bakışlar eşliğinde evin içindekilere gözlerini yönlendirdiler. Sabahın armağanı aydınlık odayı yavaş yavaş kaplarken uyandırmadan önce dörtlünün silahlarını toplayan elf, prenses hariç diğerlerine hitaben:
“Siz kimsiniz? Burada ne arıyorsunuz ve bu evi nerden buldunuz? Prenses, onun koruması olarak düşündüğüm bir başka elf ve iki insan,”

Dörtlü, birbirine bakış attı ve sözcü olarak seçilen prenses, kelimeleri narin dudaklarından dökmeye başladı.

“Beni tanıdınız, en azından biriniz. Ben Diameld’in doğu kanadının kralı Wairacas’ın kızıyım. Diğeri, İfade ettiğin gibi korumam değil. Beni tanıyan elfler bilir, ben dünyayı dolaşmayı, diğer ırkdaşlarımın ormanlarına gezinti yapmayı severim. O yüzden iki insanda yolculuk esnasında tanıştığım dostlarım. Üzerinizdeki turkuaz yeşil karşımı elbiselerden anladığım kadarıyla siz üçünüz, kuzeydeki dört bölgenin doğu sınırına yakın tarafındaki yerdeki yönetimde bulunan elflerdensiniz… (Savaşçıyı uyandırana hitaben) senin giysinin üzerinde birbirine geçmiş kılıç ve ok simgesi olduğuna göre kraliyet muhafızısın,”

“Haklısınız, ben yönetimde aynı güce sahip elflerin ve insanların bulunduğu kuruldaki bir danışmanın muhafızıyım, diğerleri de yardımcım. İki kanattaki krallardan birisinin kızı olduğunuz için ve de sizi daha önceden az da olsa gördüğüm için bunu söylemem de bir sakınca yok. Bu ev kaçakçıların, kanunsuz şehre girmek için kullandıkları bahçedeki kuyunun olduğu yerde. Nasıl buldunuz burayı?”

“Biz bir şekilde bulduk da, sizin bu kadar uzakta ne işiniz var?” dedi Waclonne kaşlarını çatarak.

“Hangi pozisyonda olduğunuza bakarsanız zira silahsızsınız, cevap vermesi gereken sizlersiniz. Prenses Ashlarante hariç diğerleriniz umurumda değil. Konuşacak mısınız yoksa adamlarıma emir vereyim mi dilinizi daha dikkatli kullanmanızı anlamanız için,” dedi ses tonunu değiştirerek ve de tehditkar olduğu sözlerinin yanında, daha önce kullanılmış ama bunun farkında olmayan biri misali onu takipçi yaparak.

“Yeterince vakit kaybediyorum zaten, daha da olmasına tahammülüm yok. Benim adım Marjuarane, bir yolculuğa çıktım ve bu esnada iki arkadaşımı kaybettim. Benim amacım Kırmızı Ejderha Dacassyre’ nin inini bulmak. Prenses ve (casusu eliyle göstererek) Waclonne’u yolda bir şekilde tanıdım. Diğer insanı da aynı şekilde. Onlar, benim ini bulmama yardımcı olan maceracı dostlarım. Ve bu şehre, bize Lasmendia şehrindeki adını sormayı unuttuğumuz çömlekçi bir insan, bu yolla girmemesi söyledi. Bir demirci arıyoruz, siz gelmeseydiniz onu bulmak için yola çıkacaktık. Ne siz bizimle ne de biz sizinle ilgiliyiz. Bakın sizi uyarıyorum daha fazla vaktimi almayın, silahımı da gasp etmiş olsanız da bu evden canlı çıkamazsınız!” dedi Marjuarane, yanındakilerin daha önce şahit olmadıkları ses tonu ile bunu yapabilecek karakterde tehlikeli görünüyordu.

Gelenlerden biri alayla gülecekken bu sözler karşısında diğeri ise Prensese bakış attığında, savaşçının ne kadar ciddi konuştuğunun yansımasını onun yüzünde gördü. Yine de: “Pöh! Silahsız bir insan, bizi tehdit ediyor. Prenses hariç diğerlerini bağla- “

“Bence onu dinlemelisiniz. Ayrıca onlara yapılan bana yapılmış demektir ki bütün elfler bilir, bir prensese kötü davranmak hiç de hoş karşılanmaz ailesinde. Bana zarar vermiş sayarım ve yolculuğum bitip de evime gittiğimde bunu da kral ve kraliçeyle paylaştığımda, sizin efendiniz Armare’nin kulağına yaptığınız terbiyesizlik babam tarafından ulaştırıldığında, gerisini tahmin edebilirsiniz. Gerginliğin lüzumu yok, siz yolunuza gidin biz yolumuza gidelim,”

“Hah! Elimizden kurtulursan eğer. Bunu da bağlayın,” dedi muhafız olan. Diğeri söyleneni yapacakken Ashlarante’ye saygısını sunan ona engel oldu.

“Sen ne yaptığını sanıyorsun! Emrime karşı mı geliyorsun Saranrud!” dedi hırçınlıkla muhafız olan.

“O bir prenses. Saygısızlık etmeyelim. Bırakalım gitsinler. Hem bu insan silahsız olmasına rağmen pek kolay ellerini bağlamak için vereceğe benzemiyor. Biz de vakit kaybediyoruz. Şayet bir şekilde bu durumu duyarsa Kral Wairacas, barbarlarla, orklarla ve melezlerle, cücelerle savaşırken, bir de kendi ırkımızla uğraşmayalım,”

“Nasıl yani, kuzeyde savaş mı var?” dedi casus, heyecan kat sayısı yüksek bir ses tonuyla.

Muhafız, niye burada olduğu konusunu yoğun bir şekilde hatırlayarak adamlarına onları bırakmasını söyleyip sakinleşti. Marjuarane’nin yüzüne baktıkça içinde garip bir korku oluşması da ve kızın ola ki buradan kurtulup olanları anlatması düşüncesi de bu kararını almasında etkili olmuştu. Her ne kadar içindeki ses, bunu yapmamasını ona güzellikle söylese de.

“Evet, savaş çıkmak üzere. Elfler, cüceler, barbarlar ve orklar, diğerleri arasında. Biz de demirciyi arıyoruz ki o bir silah ustası elf. Muhtemelen aynı kişiyi arıyoruz, buraya gelen ve buradan bizi şehre sokan dostlarımızdan öğrendiğimize göre kentte tek bir demirci varmış. Adı Milendia olan, bu elf demirci silah ustasından malzemeler almaya geldik,” dedi muhafız ve dörtlüye tekrar silahlarının verilmesini söyledi adamlarına.

Bu ani dönüşümden ve silahının geri verilmesinden sonra Marjuarane, görünmez elbisedeki hayvanlardan birinin ismini telaffuz etmeyi düşünmeyi bıraktı. Arkadaşlarına bakarak evden çıkmalarını işaret etti. Waclonne onu durdurarak:
“Aynı kişiyi aramıyor muyuz? Belki de onlar yerini bilerek buraya gelmiştir. Dün gece o ne idüğü belirsiz uzuvları parçalandıkça yerine gelen yaratıklar yine karşımıza çıkabilir. Yanımızda üç savaşçı daha olsa kötü mü,” dedi sadece savaşçının duyacağı bir sesle.

“Aslında haklısın, fazla nefer göz çıkarmaz. Bu arada dostum, prensese ne oldu, çok garip görünüyor,”

“Milendia adındaki demirci onun silah ustası eğitmeniydi. Ta ki benim gibi topraklardan Wairacas tarafından atılana kadar,”

Tam, Savaşçı, ikisi arsındaki konuşmaya devam edecekken prenses: “Ne konuşuyorsunuz sessiz sessiz. Savaşın neden olduğunu öğrenmek istiyorum. Sakinleştiğimize göre konuşabiliriz, o yüzden ikiniz de oturur musunuz, " dedi gergin bir şekilde. Anlatılanlar canını sıkmıştı zira onu tanıyanlar bilirdi ki, kendi ırkından olanlara zarar geleceğini düşündüğü zaman onlar her nerede yaşıyor olurlarsa olsun morali bozulurdu.

Öte yandan Laphlan hiç konuşmamış etrafına bakıyordu. Elfler ya da savaş onun umurunda değildi. Kardeşini kurtarmak için Demirciyi bulmaları gerekiyordu. Onun için önemli olan tek şey buydu.

Marjuarane kapıdan geriye döndü. Casusun söyledikleri aklına yatmıştı ve tek başına da gitmek istemiyordu zira dostu da savaşın neden çıktığı konusunda meraklıydı ve birlikte gitmekten yanaydı.

“Siz ve biz, aynı kişiyi aradığımıza, iki taraflı daha çok benim agresifliğimden kaynaklı tehditkar olmayı ve konuşmayı bıraktığımıza göre devam edebiliriz. Günlerden bir gün, üç tane cüce, bizim Lavierenna denilen dört bölgedeki yönetime karşıt olanların yani toplumdışıların olduğu yerde, elflerin bazılarını sebepsizce öldürmüş. O taraftaki ağaçların bir çoğuna zarar verip kimsenin anlamadığı şekilde bir kaç çapulcu elf şahit olsa da onları gördüklerine, ortadan kaybolmuşlar. Ayrıca, daha sonra duyduklarımıza göre, doğruluğu ne kadar bilmiyorum ama garip şeylerde olmuş: onlara, okçuların saldırıları zarar vermesi gerekirken yerden bitme yaratıklara isabet eden oklar hiç etki etmemiş. Kalkanları da yokmuş ve oklar saplanmasına rağmen yere düşmemişler. Onlardan hiç beklenmeyen bir şekilde çok hızla işlerini görüp, talan edip kaybolmuşlar,"

“İyi de oradakiler zaten umursamadıklarınız. Belli ki aralarında bir kargaşa olmuş. Niye önemsediniz ki bu kadar?”

“Onlar yönetimdekilerin adlandırdığı gibi çapulcu da olsalar, kendilerine göre sürgün, yöneticilere göre arınma olsa da, nihayetinde elf. İnsanlar arasındaki bağ nasıldır bilemem ama biz de farklıdır. Neyse… Daha sonra, yine nereden geldikleri belli olmayan ama şahitlere göre elf oldukları söylenen üç kişi de cüceleri katletmiş ve bu karışıklığa yine bilinmeyen sebeplerle barbarlar da katılmış. Buradaki durum daha da büyüyüp vahşileşince, daha fazla ilerlemeden -zira anlatılanlara göre ortam ırksal nefrete dönüşmeye başlamadan-, bizim bölgeden müdahale edileceği sırada, doğu sınırından bulunduğumuz tarafa doğru büyük bir kalabalıkla üstümüze gelen orklar ve kiandorları fark ettik. Sayıca bizden üstün oldukları için o esnada pek de karşı koyamadık. Durum şu ki kaos, diğer bölgelere de sıçrayacak gibi. Benim bulunduğum bölgede, bizim ve insanların yönetimde gücü cüceler göre daha fazla, ilkinde insanların gücü, bir diğerinde cücelerin ve insanların ve öbüründe de bizim ve cücelerin gücü daha fazla. Yani bizim diğer taraflardaki elflerle bir bağımız yok. Bunlar kendi aralarında yönetimlerini bu bölgeler de kabul ettiler ancak aralarındaki anlaşma pamuk ipliğine bağlı, bir kıvılcım yeter, daha da körüklenirse bu nefretler,”

“Nasıl yani, anlamadım! Kuzey, kendini duyduğumuz kadarıyla diğer yönlerle sınırlandırmak adına yüksek duvarlarla ve gözcü kuleleriyle çevirmedi mi? Yaratıklar, nasıl orada olabilir. Anlamadım doğrusu, dört bölge de insanlar, elfler ve cüceler bir şekilde anlattığına göre yönetimde söz sahibiler. Neden üçünün de aynı oranda güçle yönetimde olduğu bir bölge olmazken dörde ayrılmışlar?”

“Haklısın insan, bunun nasıl olduğu hakkında çeşitli düşünceler var. Gözcülerdeki bulunanlar ya geniş bir zamana yayılacak şekilde uyutuldular ki o kalabalık giriş yaptı ancak ben buna inanmıyorum, diğer taraftan, bölgenin içindekilerden yardım alıp girdiler ya da bence en isabetlisi doğu sınırındaki söylentilere göre yüksek duvarların altındaki gizli tünellerden girdiler. Tek bölge konusuna gelirsem, bilemiyorum, aralarındaki antlaşma birbirlerinin sınırlarına saygı duymaktan geliyor,”

"Anladığımız kadarıyla sebebi her ne olursa olsun bir savaş var ve de devam ediyor. Belli ki sizin de aceleniz var. Bir an önce demirciyi bulalım da siz yolunuza biz kendi yolumuza gideriz,” dedikten sonra Marjuarane yerinden kalktı, ardından Laphlan da ona uydu ancak elfler ise beklemede kaldı. Savaş, prensesin de casusun da canını sıkmıştı. Marjuarane’nin ardından bir süre sonra onlar da kalkıp peşinden gelirken savaşçı, onlara bakarken sanki gönülsüzce hareket edermiş gibi, Prenses Ashlarante’ nin ayrılabileceğini düşündü. “Waclonne şayet sözüne sadık bir elf ise gerçekten benimle kalacaktır.”

Dörtlü ve Üçlü, ayrı gruplar halinde aynı yolda yürümeye başladılar. Gelenler, net olarak aradıklarının yerini bulabileceklerini söylediler. Üç elf ve Ashlarante, kendi aralarında konuşurlarken Waclonne, Marjuarane’nin yanına geldi. Ona ve Laphlan’a hitaben, prensesin yanlarından gidebilme ihtimali olduğunu ama kendisinin kalacağını söyledi.

“Sen rüyanda ne gördün ki kan ter için uyandın!” dedi aniden elf konuyu değiştirme manevrasıyla.

“Tam bir kabustu dostum. Yerde yatan yüzlerce ceset vardı…” diye devam etti sözlerine batıdan gelen savaşçı. Laphlan ise prensesin ayrılacağına hiç üzülmedi. Deneyimli ve üstünde büyülü malzemeler taşıyan bir savaşçı, kılıcını ve yayını iyi kullanan bir elfle hedefine daha da yakınlaşacaktı. Tekrar yüzüne sinsi olmasına çaba gösterdiği bir gülümseme yerleşti.

Valbritma’nın sorumlusu Lord Thalmane’nin artık insan olmaktan çıkmış insanüstü özelliklere sahip olan yeni tür achianların lideri Gillantirre, evinde parti veriyordu. Akşam karanlığı, sanki elbiseyi kuşanan çıplak beden misali şehrin havasını giyinmeden önce gün içinde yöneticisi olduğu, üç kişiye bölüştürdüğü yerin bölge sahiplerini evindeki partiye icabet etmeleri için, üç achianı -kendilerine sahip olmaları konusunda uyarmayı ihmal etmeyerek- göndermişti. Yavaş yavaş davet edilenler evine gelmeye başlarken kendi türünden olan elf görünümlü achian sabırsızca, ne zaman başlayacak bu şölen diye bakışlarla evin sahibini tahrik ediyor ve gelenleri aç gözlerle izlemekten geri durmuyordu. Cevap olarak ta liderinden, biraz daha sabret cümlesiyle yetinmek zorunda kalıyordu. Sözde, şehrin üç bölgesinin sorumlularını aralarındaki gerginliğin son bulup uyum içinde çalışmaları konusunda düzenlenen bu gecede, yavaş yavaş zaman adımlaya dururken Marjuarane ve arkadaşları, diğer üç elf, demirci dükkanındalardı. Waclonne ve Ashlarante, üç elf, silah ustası olan Milendia’nın yanındalardı. Prenses, silah ustası eski eğitmenini görünce biraz şaşırmıştı ama ikisi arasındaki samimiyet yoğun ve içten olduğu için, sanki birbirlerini görmeleri üzerinden uzun zaman geçmemiş gibi, kısa bir süre önce görüşmüşcesine birbirlerine karşı olan davranışları sıcak bir sarılmaya dönüşmüştü. Daha sonra demirci dükkanının sahibi, elf casusla ve yanlarında gelen beklediği diğer üç ırkdaşı ile tanıştı. İki insanla pek ilgilenmedi açıkçası. Onlar, burada çalışan diğeriyle muhataplardı.

“Hep arzu etmişimdir prensesimi eğiten ünlü silah ustasını görmeyi. Uzun zaman önce baban tarafından benim gibi sürgün edilmişti, sırf batı ile doğu arasında savaş çıkmasına engel oldu diye,” dedi Waclonne hüzünle.

Prensesim, silah ustası sadece bu kelimeyi umursamıştı ve Ashlarante’ye soran gözlerle baktı. Sonuçta elfler prensesim derdi krallarının kızına ama bu, prensesim sözünün tonlama şekli onun kafasında oluşan düşüncelerini gözlerine yansıtmış, o da bu bakışlarını eğittiği güzel kıza yönlendirmişti. Kral’ın kızı da silah eğitmenini tanıdığından, yüzündeki gözlerinden yansıyan şüphe içindeki görünüşün ne ifade ettiğini anlamıştı.

“Milendia bakışlarını anlıyorum,‘ne demek istiyor, dercesine. O, topraklarımızdaki (silah ustası bu aitlik ifade eden kelimeden sonra ‘artık benim evim değil’ şeklinde bakış atarken) en tecrübeli casus. Yüzünden anladığım kadarıyla bunca zaman sonra hala görünüşümden hissettiklerimi okuyabiliyorsun. Düşündüğün gibi, ben onu seviyorum,”

“Evet, sevdiğinin yüzünde de bunu görebiliyorum. Onun da seni sevdiği belli. Önemli olan her zaman istediğin gibi (ben de senin yarı baban sayılırım, şeklindeki sıcak ve sevecen temasıyla kızın omzuna dokunarak), mutlu olman,”

Casus, bir süre ikisinin konuşmasının arasına girmedi. Bu arada üç elfte, demircinin verdiği işaretle silahları almak için arka tarafa gitmişlerdi. Düşündüğünü yapıp konuşmaya yeltenirken, Marjuarane ve Laphlan hızlı hareketlerle onların yanına geldi. Yüzleri biraz asıktı. Prenses’e ve casusa hitaben:

“Aranızdaki gördüğüm kadarıyla, –kusura bakmazsanız bize lazım olanla konuşurken sizin tarafa ara ara bakış atmıştım- sıcak sohbeti bölmek zorundayım. Bir an önce bu geceyi geçirebileceğimiz bir yer bulmalıyız. Buradan çıkalım, yolda anlatırım,” dedi itiraz beklemeden.

Waclonne, ikisinin asılmış suratlarına bakarak bekledikleri bilgiyi alamadıklarını anladı. Prenses’e işaret etti gitmek konusunda. Sevdiği ise silah ustası ile konuşurken onlarla maceraya devam edip etmemek ve üç elfle beraber gidip, kuzeyde savaşıp onlara yardım etmek konusunda ikilemdeydi. Casusun sözüne oldukça bağlı olduğunu kendisini çok sevse de -söz verip te dönmemek konusunda ne kadar hassas olduğunu bildiğinden- insanlarla beraber gideceğini biliyordu. Hem onu bırakmak istemiyor hem de üç elfle gitmek istiyordu. Aşkı, yanlarına gelmekte olan iki insana baktığında, silah ustasına bu durumu açmış ve ondan aldığı cevapla, ini bulmak konusundaki maceraya devam etme kararı almıştı. Bir kişi ne kadar değiştirebilirdi ki savaşı.

Dörtlü, dükkanın kapısından çıkarken, şehirdeki başka bir evde kapılar ve pencereler kilitlenmişti. Gillantirre Achian, bütün davetliler geldiğinde bahsedilen şölenin başlaması adına, kendi türündeki adamlarına emir vermiş ve bu, sessiz olduğu kadar diğerlerine fark ettirmeden yapılmıştı. Üç bölgenin emrindeki yöneticileriyle aralarındaki gerginliğin bitmesi konusunda konuşurken, onların adamları evin odalarında partiyi yaşıyordu. İşaret etmesiyle şölen başladı. Achianlar kana olan açlıklarının doruklarında aniden misafirlere çullandı. Bir çoğu kaçmak için hareket edip yollar ararken bazıları kıskıvrak boyunlarındaki ölüm noktasından ısırılmış, bazıları da diğer damarlı yerlerinden kan festivaline dahil olmuştu. Gecenin sonunda bütün gelenler tamamen insan olduğu için -daha önceden her hangi bir insan türü achian tarafından ısırılıp kendisine dönüştürülmüş elf ve cücelerin beslendikleri hariç- kalanlar, bu ucubelerin ailesine katılmak zorunda bırakılmışlardı.

Gillantirre, bütün türdeşlerine hitaben şölenin sonunda bir çok yeri kan tablosu şeklindeki evinde konuşmaya başlarken, savaşçı ve arkadaşları geceyi geçirebilmek için bir yer arayışındaydı.

“Ne oldu da hemen apar topar çıktık?” diye sordu casus, prenses ile beraber ilerlerken. Ashlarante’nin elflerle gideceğini düşünmüştü ama sevdiği yanında kalmıştı.

“Demircideki insan, bizi ine kesin götürecek olan ya da orayı bulmamızı sağlayacak olan şu yol bulma konusundaki yetenekli kişi değilmiş. Bizi buraya yönlendiren yanlış olana göndermiş. Öyle değil mi Laphlan?”

İki elf müdahale etmeden Laphlan;
“Haklısın. Bu adam o değilmiş ama ine götürülen üç kişiden diğeriymiş. Bize kesin bilgi verecek olan yetenekli şahsiyet, bu şehrin anlattığına göre üçüncü bölgesinde bulunan bir kürcüymüş?”

“Sen neden bahsediyorsun. Şimdi biz ine değil de başka bir yere mi daha gideceğiz, bulmak için bilgiyi almak adına,” dedi prenses sıkkınlıkla.

“Bu şehir, üç bölgeye mi ayrılmış? Bundan önceki iki bölgeydi. Doğudaki yerler hep böyle mi ki?”

“Evet elf söylediğin gibi. Şu an biz ikinci bölgedeymişiz. Üçüncü bölge burasının daha doğusundaymış. Anlattığına göre bu kanunsuz şehrin yönetimi, Gillantirre adında, üç ana kısma ayrılmış Kırmızı ejderhanın hakimiyeti altındaki doğunun bir bölgesinin sorumlusu Lord Thalmane’nin oğlundaymış. O da, emri altındaki üç kişiye bölüştürmüş burayı,”

“Yani bu gideceğimiz yerdeki kişi, şu yetenekli olan öyle mi?”

“Aynen öyle elf,”

“Peki, neden bizi çömlekçi direk kürcüye göndermedi de buraya geldik?”

“Adam yanılmış işte. ‘Kür yapılan yerdeki ve benim çalıştığım yeri karıştırmış,’ şeklinde net olmayan bir cevap verdi, senin söylediğini sorduğumuzda,”

“Bu kürcünün gideceğimiz son yer olacağı, ini bulmak konusunda kesin mi?”

Waclonne, iki insanın yüzüne baktığında net bir cevap alamadı. Konuşmaları Ashlarante’nin bir han işaret etmesiyle son buldu.

Yol arkadaşları, demirciden çıkıp giderken üç elf silahları almış ve Milendia’ya antlaşma dahilinde veda etmişti. Onları bekleyen şehrin dışındaki geniş kanatlı kuşlara ulaşmak için kaçış noktası eve ilerlerken silah ustası dükkanı kapatmak konusunda kısa zaman önce gelen yanındaki insana bakış attı. O, insanlarla çalışmayı pek istemezdi ama yanındakinde adlandıramadığı dışarıya verdiği bir korkunun duygusunu hissediyordu. Kısacası, ondan ürkmüştü. Kendisine buraya gelecek ve onunla görüşecek beklediği iki insanın ve iki elfin olduğunu söylemiş ve bu yapıldığı zaman gideceğini ifade etmişti. Silah ustasını, gelenlere karışmamasını ve görüşmenin gerçekleşmesine engel olmamak adına bir çaba içerisine girmemesine dair uyarmıştı. Gelenler kaç kişiyse o sayıda görüşmeden sonra dükkandan çıkıp gidecekti. Milendia’nın prensese, kal yönündeki öğüdünün ana sebebiydi bu.

Elf gittikten sonra dükkanın arka tarafından biri geldi, adamın bulunduğu ön tarafa.

“Görüşme nasıldı? Sence, kürcüye gidecekler mi?” dedi çömlekçi.

“Kesinlikle bundan emin olabiliriz. Biraz neden yanlış kişiye geldiklerine dair şüphe içinde kalsalar da, ben onları ikna ettiğimi düşünüyorum. Eminim, bizim kür yapana gidecekler,” dedi kahkaha atarak.

“Yani, boynunda kolye olan ve üzerinde görünmeyen zırh taşıyan insan şüphelenmedi değil mi?”

“Niye şüphelensin ki? İni bulmaya o kadar konsantre olmuş ki. Bir bilse yurdu Chrubergine şehrinin sessizliğe gömüldüğünü ve kimsenin anlamadığı, üçümüzün de çözemediği şekilde neden bir anda hayalet şehir olduğunu, kesinlikle aramaktan vaz geçerdi,”

“Ona bunu söyleyecek kimse yok bu şehirde. İnsan şüphelenmesin de yanındakiler önemli değil,”

“Artık planın ilk aşamasının sonu için gidebiliriz,”

“Bu arada kuzeydeki savaş için ne diyorsun. Sence, elfler mi bu savaşın çıkmasına sebep yoksa cüceler mi ya da barbarlar mı?”

“Hangisine sorsan öğrendiğim kadarıyla birbirini suçluyor. Yok cüceler durup dururken bazı elflere saldırmış, yok onlar barbarlara saldırmış… Bu savaşı duyan orklar, işe yaramaz kiandorlar, onlar da dahil tabi yağmalamaya,”

“Üç büyük, kuzeyi tarafsız bölge ilan etmeseydi bu savaş olmazdı sanırım. Öte yandan kaos her zaman tercihimizdir öyle değil mi? Bu arada bu şehirde de bir dedikodu dönüyor. Neymiş, uzuvları kopsa yerine hemen yenisi çıkan yaratıklar varmış. Hatta biri diyor ki, cüceler duvarda yürüyormuş. Pöh!”

“Şunu söyleyeyim sana. Dünya da son zamanlarda çok garip şeyler oluyor. Durup dururken bir şehir sessizliğe gömülüp hiçbir saldırı izi olmamasına rağmen bir anda yaşayanlar ortadan kayboluyor. Siyah’ın şehri kuşatan adamlarının tamamı vahşice katledilmiş bir şekilde ovada ölü bulunuyor. Şehri teslim almak için gelen ejderhalardan hiçbir haber alınamamış ve siyah bu duruma karşı suskun. Yakın zamanda gemicilerden duyanlardan duyduğum kadarıyla deniz ejderhası ne zamandır ortada yokmuş. Ve nasıl çıktığı açıklığa kavuşmayan kuzeydeki savaş. Sence, tanımlayamadığımız birileri kaos ortamı mı yaratmak istiyor?”

“Şayet bizim planımız başarılı olursa sen o zaman gör kaosu.”

1 Beğeni